ORDU VE DEVLET
Ordunun tarihi, devletin tarihiyle yaşıttır. Devlet kavramının tarihi akış içerisinde kıvrıldığı bütün noktalar ve büründüğü mahiyet, askerlik sanatının da geçirdiği sürecin ifadecisidir. Kabilenin her ferdinin silahlı ve güvenlikten mesul olduğu bozkır toplumlarında ayrıca “ordu” diye sistemli bir organizasyon yoktur. Bu, henüz yerleşik hayata geçmeyen, büyük medeniyet hamlesinin ruhundan mahrum, yıkıcı-tüketici toplulukların göçebeliğe has “ordu-millet” sürecidir. Göklerden inen büyük bir imânın soluğu, onları “vatan” hasretiyle toprağa perçinledikten sonra, “ordu-millet”in yerini, “millet-ordu” idealinin aldığını İdeolocya Örgüsü’nden biliyoruz.
Göçebe toplumların devletleşmesi söz konusu değildir. Fakat onlarda bile bir nizam ihtiyacı ve hiyerarşi olduğunu reddedemeyiz. Yerleşik hayatla birlikte “devlet” organizasyonunun varlığı iyice belirginleşir ve sistemleşir. Her ferdi silahlı kabile kalabalığının yerini, belli mesleklerin iş bölümüne dayanan yerleşik toplum düzeni almış ve silah tekeli devletin elinde toplanmıştır. İşte o silah tekelini “devlet” adına elinde bulunduran ve kullanan gücün adı “ordu”dur. Yani ordu, her zaman devletle birlikte vardır ve devletin ordusudur. Silahı onun adına kullanır.
Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız adlı eserinde belirttiği gibi, devlet, “bir tercih mevzuu değil, insanın sosyal olma özelliğinin aksi mümkün olmayan neticesidir.”(3. Baskı, Sayfa:140) Ordu meselesi de aynı şekilde… Tıpkı beslenme, giyim gibi güvenlik ihtiyacı da ruhî bir zaruretin neticesidir. Öyleyse “nasıl bir devlet?” sorusu “nasıl bir ordu?” sorusunun hem hazırlayıcısı, hem de cevabının çıkış noktası olacaktır.
Devletin mahiyetiyle ordunun yapılanması birbirine paraleldir. İmparatorluk orduları çok uluslu askeri birliklerden teşekkül ederken, ulus-devlet modelinde “soy” kavramına yüklenen anlam, ordunun önceliğidir.
Meşruiyetini “devlet”in varlığından alan ordu, iyisiyle, kötüsüyle devletin işbirlikçisidir. Devlet, varlığını hangi zümre veya sınıf temeline dayandırmışsa, ordu, onların ordusudur. Aslolan feodal toprak düzeniyse, ordu, o düzeni “iç” ve “dış” tehlikelerden korumak için beslenir. Meselâ Amerika’da “devlet” kavramı uluslar arası holdinglerden bağımsız düşünülemeyeceği için, ordu, onların stratejileri doğrultusunda yapılanır ve düşmanını ona göre seçer. Bir de “sömürge” orduları vardır. Bunlar bir zamanların yeniçerisi gibidir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “sınırların kaçağı, öz yurdunun alçağı…”
Ordu, bazen devlete, “devlet” adına müdahale eder. Adına “darbe” denilen ve bazı ülkelerde gelenek hâlini alan bu işin, büyük, köklü ve kalıcı değişimleri ifade eden ihtilâllerle pek ilgisi yoktur. Bugüne kadar gördüğümüz örneklere dayanarak çerçevelersek: Darbeler, “değişim” için değil, “mevcudu” korumak için yapılır ve çoğunlukla devleti güden sınıf veya zümrelerin kendi aralarındaki dalaşın bir neticesi olup, “kelle” değişiminden başka bir işe yaradığı pek görülmemiştir. Bu mânâda NATO’cuların kontrolü altında ordu, Anadolu’da hüküm süren Küçük Amerika Düzeni’nin devamlılığını sağlama yolunda “refakatçi” bir rol üstlenmiştir.
“Devlet” ve “ordu” kavramları tarih boyunca birbirine dayanak olduğuna göre, kafasında büyük cemiyet mimarisini kuran her hâlis ideolog bu iki mesele üzerinde ayrıca düşünmüştür. Çünkü her gerçek dünya görüşü “devlet” çapında bir ifâdeye bürünmek ister ve üstün fikir adamı ancak böyle bir aksiyon sahnesinde teselli bulur, susuzluğunu giderir.
Teorik plânda bir “devlet” inşâ eden ve onun rüyâsını gören, kavgasını veren Üstad Necip Fazıl, ordu ve savaş sanatı meselesi üzerine de büyük bir dikkatle eğilmiş, tarihe damgasını vuran meşhur ihtilâlci ve kumandanların hayatını “fikir” gözüyle seyretmiş ve tablolaştırmıştır. 1939 tarihli bir yazısından:
“Meslekten asker değilim. Fakat harp tarihleriyle tâbiye ve stratejya meselelerini okumaya bayılırım. İhtiyat zabitliğimi yaparken, alay kumandanımın hayretini çekecek mikyasta Türkçe ve Fransızca askerlik eserlerine dalmıştım.” (N.Fazıl, Çerçeve 1, 1.Basım, s: 242)
Üstadın, askerlik ilmi ve savaş sanatına dair kitaplara gösterdiği bu ilgi, edebiyatımızda pek örneği olmayan, alışılmadık bir durumdur ve daha Büyük Doğu’dan bile seneler evvel, yazarlığın ötesinde bir aksiyon hasreti çektiğinin işaretidir. “Devlet”i mesele edinen, iktisadı, hukuku, eğitimi ve orduyu da mesele edinir. Büyük Doğu – İBDA Külliyatı bu çerçevede İslâm coğrafyasının tek örneğidir.
“Büyük Doğu ideali orducudur.” Çünkü insan, dünya üzerindeki rolünü oynamaya devam ettikçe geniş insan kitleleri arasındaki boğazlaşmalar devam edecek, “savaş” hep var olacaktır. Bu, bir tercih mevzuu değil; tarihin ve insanlığın realitesidir. Bu çerçevede “savaşın her türlüsüne karşı olalım” iyi niyetini çocukça buluyoruz. Savaş, biz istemesek de hep var olacak; önemli olan doğru zaman ve doğru yerde durabilmek… Öyle ki, bazen savaşı önlemenin yolu, güçlü, ürkütücü bir orduya sahip olmaktan geçer.
Evet, Büyük Doğu-İBDA ideolojisi, bizzat Necip Fazıl’ın ifadesiyle “anti-militaristlere zıttır.” “Fakat bu orduculuk, silaha, madde gücüne, madde manivelâsına dayalı, vaktiyle Yeniçeri Ordularında olduğu gibi, kaba ve fikirsiz bir tasallût taraftarlığı değildir. Büyük Doğu ideali, böylesine en fazla zıt…” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, 6. basım, s: 244-245 )
Çünkü “bizim tarihimizde fikrin bizâtihi fikirden yola çıkarak meydana getirebildiği ve dayanağını halkta bulduğu tek bir inkılâp yoktur.”(İdeolocya Örgüsü, s:244)
Çünkü “fikir, ister ordu içi, ister ordu dışı şahısların elinde, fakat mutlaka ORDU ÜSTÜ bir hâdise olarak yuğrulmadıkça, sâf fikir inkılâbına mahsus iklim maya tutmaz”(İdeolocya Örgüsü, s: 244)
Fikir ve Fikrin Sahibi her türlü gündelik ve adi cedelleşmelerin üstünde olaraktan, orada muhatabını bekliyor. “Olmak” yahut büsbütün “ölmek” demlerinin Türk Milletini çepeçevre kuşattığı bir hengâmede sırası gelmedi mi?