“SANA YAKIN GİDİYORUM”

“SANA YAKIN GİDİYORUM”

15 yaşınızda, yani, çocukluktan gençliğe döndüğünüz bir dönemde bir insan tanımışsınız, 50 yaşınıza kadar da bu insandan başka kimseye dönüp bakma ihtiyacı hissetmemişsiniz. 35 yıl boyunca kalbiniz mutmain, akıl ve ruh sağlığınız açısından gayet güvenli bir hayat yaşamışsınız. Neredeyse bir ömrün sonunda insan soyunun son çocuğu olarak tanıdığınız ve dünyaya onunla gözünüzü açtığınız bu insan birden bire önünüzden kayıp sizin bilmediğiniz bir âleme, zamanın hiç tahayyül edemediğiniz bir buduna sessizce süzülüyor. Tekrar gelecek ümidiyle ilk başlarda anlayamıyorsunuz neyle karşı karşıya olduğunuzu; inanamıyorsunuz sizi “bırakıp” gittiğine, sanki karanlık bir sokakta, “bekle yavrum birazdan geleceğim” diyerek azıtılan ve öylece elinde oyuncağı babasının dönmesini bekleyen bir yavrucak gibisiniz.

Karanlık bir gecede, elinde fener önünüzde yürüyen güvenilir insan birden kayboldu ve kapkaranlık yolda tek başınıza kaldınız. Sizi yolda bırakmayacak güvenilir insan nereye kayboldu? Sizi yolda bıraktı mı gerçekten, yoksa yolda hedefe doğru onunla ilerleyebileceğiniz bir yol haritası, sizin için bir fener, pusula bırakıp, “ne yapacaksınız” diye perde ardına geçip sizi mi takip ediyor?

Arabaya konulan tabutun arkasından ne diyeceğimi ve ne yapacağımı bilmez bir şaşkınlıkla bakıyorum. Boğazım düğümlenmiş ve hareketlerim sarsak… Tabutun karşısında yakalandığım tutulma halinden, zannedersem beni tanıyan ve “hakkım” olduğunu düşündüğünü gözlerinden okuduğum biraz önümde duran bir gencin, arabanın yanına zarif bir el hareketiyle davet etmesi sonucu biraz kurtulabildim… Koyu renk kıyafetler giyinmiş sakallı bu genci daha sonra mezarlıkta da gördüm ama, tanışma takatini kendimde bulamadım.

Tabuta yaklaştım ve elimi uzattım, aynı anda araba hareket etti. Şimdi ne diyeyim ne yapayım? “Bırakın lan, nereye götürüyorsunuz benim insanı mı?” diye yalın kılıç kalabalığı yararak arabaya yetişip durdursam mı? Ne yapsam…

İçimde bir sızı, kalbimden sanki bir şey kopup kendini kurtarmak istiyormuş gibi bir his ve sadece kulaklarımın duyacağı bir ses, hayır ses değil kedi yavrusunun iniltisi gibi bir inleme;

“Gitme”…

Acaba daha kaç kişi benim gibi inliyordu, yoksa benim iniltim hepsinin adına mıydı?

“Gitme!

Ne olur gitme…

Beni öksüz, vatansız bırakıp gitme!

Sürgün hayatı nedir,

gurbet nedir,

vatanından uzakta olmak nedir,

yaşadım, bir kez yaşadım

bir daha yaşamayayım

ne olur gitme,

dayanamam bir kez daha vatanımdan ayrılmaya…

Beni bırakıp gitme!

Pusu kurmuş haramilere,

kollarımda derman yok,

ayaklarım tutmuyor,

bu sefer onlarla baş edemem,

ne olur gitme.

Sen, kalkandın münafığın şerrine,

kılıcım kalkanın altında, emindim

“nasıl olsa o var, o görür, görür ve beni gözetir” derdim,

rahattım, güvendeydim,

şimdi sadece ben göreceğim sanki bu şerri,

anlatamayacağım sanki yapılan münafıklığı,

münafıkla beni baş başa bırakıp gitme,

ne olur gitme.

Şikâyet etmeden her halimi bildirdiğim,

şikayet etmeyeceğim kimsem kalmayacak,

beni kimsesiz bırakma,

bırakıp da ne olur gitme.

Sen benim sığındığım evim,

güvendiğim ordum,

inandığım Kumandanım

ve tek korktuğum, babam,

beni evsiz,

ordusuz,

Kumandansız,

babasız bırakıp gitme,

ne olur gitme…

Namerte duruşum,  vakarım sensin,

çakalın, sırtlanın, itin ortasında

aslanım sensin

beni korkağın, alçağın, namertin karşısında

pençesiz bırakıp gitme,

ne olur gitme…”

İnledim sadece inledim…

Ve sanki birden, “sana yakın gidiyorum, peşimden gel” dedi… Birden bire bacaklarıma yeniden dönen kuvveti ve ciğerlerime dolan havayı hissettim…

Vatanım, yolların yolunu gösterici Kumandanım, babam, “insanım” ve dünyam… Arkasındayım, sadakatle, hiç bırakmamacasına…

Serhat OĞUZ

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: