BERCESTE / NİSBET İNSİCAMI -3 ŞUUR VE HÜRRİYET

Varlığı ve yokluğu, cenneti ve cehennemi, insanı ve mahlûkatı var eden Rabbe şükürler olsun. Gündüzün içine geceyi, gecenin içine gündüzü; Renklerin içine sesleri ve seslerin içine renkleri gizledi. Merhamet tecellisi olarak vekillerinden birer vekil olan, umudu ve ümidi bizlere dost eyledi. Şefkat tecellisi olarak insan varlığına uzak olanları, saklı olanları, dokunulmaz olanları, örtülü olanları anlayabilelim diye, idrak edebilelim diye, siyah ile beyazı, yatay ile dikeyi, Doğu ile Batı’yı, güzel ile çirkini, helâl ile haramı, hak ile bâtılı var eyledi. Hepimizi bir damla balçıktan yarattı ve ten ile donattı bedenimizi. Mini minnacık bir et parçası olan dilimize, harfler, kelimeler ve cümlelerle kendimizi ifâde etme zenginliğini bahşetti. Âlemin gül goncası, Âmine’nin yetim yiğidine inanmayı ve imân etmeyi nasip etti bizlere; şükürler olsun. Rabbim, senden sana sığınıyorum; kabul buyur ilticamı, rızan ile gazabından, affın ile azabından kurtar beni.

PERSPEKTİF / BAKIŞ AÇISI

Perspektifimizi (bakış açımızı), anlayışımızı ve fikrimizi İslâm/Ehli Sünnet/İBDA istikâmetine mutabık hale getirdiğimiz takdirde tefekkür ve basiret sınırlarını aşabiliriz. Allah’ın halifesi olan insan sorumluğumuz ile hareket edebilmemiz için, sağlıklı kalabilmemiz için, bu bulanık çağın hastalık taşıyan mikroplarından uzaklaşmak ve kaçınmak mecburiyetindeyiz. Unutmayalım ki İslâm / Ehli Sünnet / İBDA istikâmeti dışındaki görüş, ekol, zümre ve yapıların kendi aralarındaki ayrılıkları yüzeysel, farklılıkları sathî, birbirlerine karşı olan öfkeleri sunî, kendi aralarındaki karşıtlık ve kızgınlıkları ise aldatıcı ve geçicidir. Daha yalın ve daha sade bir anlatımla kapitalizm ile hümanizmin bir, Marksizm ile liberalizmin kardeş, laiklik ile kaba softa ham yobazların tek yumurta ikizi oldukları gibi Anglikan Kilisesi ile putperest rejimin de sütkardeşi olduklarını söyleyebilirim. Evet, gâh Batı, gâh Ortadoğu menşeli olan bu sapkın ekol, zümre ve yapıların tamamı, hödük ve andaval aydınların nazarında birbirlerine zıt imiş gibi algılansalar da hepsinin global çetenin metresi, küresel sermayenin cafcaflı cariyeleri olduğunu söyleyebilirim.

Bu çağda çeşitli propaganda teknikleriyle aldatılan insanların oluşturduğu çoğunluk fikri (Kamuoyu, istatistikler vb.) denen yanılsamaya aldanmak, bataklığa saplanmanın diğer adıdır. İçinde yaşadığımız bu çağ, normal bir beşerî çağ değil anormal bir çağdır. Hâliyle bugünün çağdaş insanı da doğal değil sunî, normal değil anormaldir. Hür tefekküre yabancı, bağımsız düşünceye uzak düştüğü için de oldukça cılızdır.

Kıymetli insanlarımız ve insanlık âlemi, beşer tarihinin hiçbir zaman diliminde bu günkü kadar saldırıya uğramadı. Ulaşımla felç edilen, hormonlarla kısırlaştırılan ve hadım edilen, yiyeceklerle hastalanmasına davetiye çıkarılan, görsel ve yazılı medya yoluyla idrakleri infaz edilen, mikrofonlarla sesi kesilen insanlarımız, yedi gün, yirmi dört saat çirkef saldırılara maruzdur. Haliyle kendi gölgesinden bile korkan bugünün çağdaş insanı kaale dahi alınmayacak ıvıra zıvıra üzülüyor, antin-kuntin işleri abartıyor, aldatıcı hislerine karşı zafiyet gösteriyor ve nükleer ve biyolojik silâhlar cümlesini duyduğu andan itibaren kedi gibi miyavlamaya başlıyor. Bugünün çağdaş insanı, eşyanın esiri, nefsinin mahkûmu, rejimin mahpusudur. Korku patronu, kararsızlık arkadaşı, endişe yoldaşı olmuştur.

Mamafih, tepkici, tutucu, kaçak, kararsız, kaçkın, anti sosyal vasıflarıyla nötr/tarafsız/pasif hâle getirilen bu çağın insanı, perspektifini/bakış açısını, anlayışını, fikir dünyasını ve kendisini değiştirmediği, direniş göstermediği müddetçe, çıkmaz sokakların duvarlarına toslaşmaya, aldığı eğitim sürecinin sonunda ortaya çıkan sünepe, silik ve ezik karakteri altında ezilmeye mahkûm ve mahpustur. Sonrası mı? Gelsin depresyon ilaçları; sabah amfetamin, akşam aripiprazol.

Evet, bu anormal çağın hastalıklı görüşlerine aldanmamak için, günâh çukurlarında debelenmemek için, karanlık caddeler ve çıkmaz sokakların duvarlarıyla toslaşmamak için, insanlarımızın ve insanlığın kurtuluşu için,  karınca gibi çalışmaya ve cırcır böceği gibi İslâm/Ehli Sünnet/İBDA anlayışını seslendirmeye mecbur ve mahkûmuz.

ŞUUR VE HÜRRİYET

Malûmunuz olduğu üzere bilgi çıplaklığımız ile marifet açlığımızı gidermek için şuurlu olmak mecburiyetindeyiz. İnsanı hayvandan ayırt eden vasıf şuur ve erdemidir. Şuur zamirinin öznesi olan “Yürüyen Şuur”* ise ayıklık hâli, farkındalık tavrı ve yüce bir erdemdir. Âyetlerin indiği sema-arş ile iltisaklı olma hâlinin canlı tablosu, Allah’ın tatlı fısıltısı olan vicdan** ile baş başa kalma hâlidir. Hak ile bâtılı, güzel ile çirkini, makbul olan ile çirkef olanı ayırt edebilme hassasının metodolojisidir. Yürüyen şuurun biricik özü ve iliği, sadece ve sadece istikamet üzeri olan imândır. İmân cevherinin kuvvetlenmesine vesile olan hayret, ilim, hikmet, irfan ve benzeri erdemler ile samimiyet, muhabbet, vefa, cesaret, şecaat, vb. değerlerinin nihaî kristalizasyonu ise Kur’ân nasları/âyetleri ile âyetlerin birebir genetik kopyası ve âyetlerin ete kemiğe bürünmüş yürüyen hâli olan Allah Resûlü’dür.

Yürüyen şuuru takip eden hürriyet kavramı için hazreti insan Salih MİRZABEYOĞLU: “Hürriyet, Allah’ın Resûlüyle bildirdiği ve O’nun gösterdiği kanunlar ve emirler çerçevesinde, hareket etme hakkı ve görevidir.”***  demektedir. Bu demektir ki mânâ ile maddede, teori ile pratikte, söylem ile eylemde, hâl ile ahvalde, Allah Resûlü’ne mutabık yürüyebildiğimiz nisbetle kıymetli hür insan, ahlâkına (tavrına, tarzına, üslûbuna, edebine, hitabetine, sükûtuna,  öfkesine, sevgisine, vb.) uygun davranabildiğimiz nisbetle hürriyete mâlik olabiliriz.

Mazruf idrak edilmeden zarf anlaşılamayacağına göre zarf mazrufu, akıl zekâyı, zekâ kalbi, kalp imân cevheri olan kendi içindeki nuru takip etmesine bağlı olarak da tenin ruhu, marifetin fazileti, reyin hür iradeyi takip etmesiyle belirginleşen yürüyen şuurun neticesinde hürriyet vasfıyla temeyyüz edebiliriz. İşte bu ândan itibaren yürüyen şuurun önderliğinde hareket eden hürriyet ile bilgiye daha doğrusu mutlak bilginin kapısına götüren İslâm/Ehli Sünnet/İBDA yolunda yürümeye başlayabiliriz.

Gerçi teslimiyeti, samimiyeti ve muhabbeti yüzyılların molozu altında kaybettiğimiz gibi kutsallarımızın yeryüzünden hemen hemen kovulduğu malûm. Şahsî hürriyetlerimizin en azının bile muhafazasının pek çok hayata mal olacağı günlerde çok uzak olunmasa gerek. Evet, yüzyılların molozu altında kaybettiğimiz erdemlerimizi ve çağın enkâzı altında kalması yanında hemen hemen yeryüzünden kovulan kutsallarımızın ikâmesi, kendi hürriyetimizin inşası için dogma olan İslâm / Ehli Sünnet / İBDA anlayışı ile hareket etmeye mecburuz.

İSLÂM DOGMADIR

Din, yani İslâm dogma-nas olduğu gibi Nübüvvet/Peygamber tavrı ve tarzı da dogmadır. Mânâ ve muhteviyat yönünden Allah Resûlü’ne doğru yönelmek ile Kelâmı Kadîm/Kur’ân’ı Kerîm’e yönelmek arasında zerre kadar fark yoktur. Harflerinin canlı, kelimelerinin hareketli, sûrelerinin aksiyoner olduğu Kelâmı Kadîm’i anlayabilmemiz için âyetlerin genetik kopyası olan Allah Resûlü’nün kapı eşiğinde beklemek ve buyruklarını dinlemekten başka çaremiz ve yolumuz yoktur; kurtuluşumuz için.

Dogma olan İslâm ile, Allah Resûlü ile, sahabe ile, vahdaniyetçi silsile ile, çağımızın mihrâk şahsiyeti Salih MİRZABEYOĞLU ile, kaybettiğimiz ve yitirdiğimiz mirasa kavuşmak, mirasın gereğini ifa etme çabası yerine, günümüzde maalesef, Kur’ân’ı sadece analize tabi tutma heveslisi olan tavır ve tarzın eline düşmüştür. Hâlbuki dogma, tahlil ve analiz adı altında kadavra usulü parçalanmayı asla ve kata kabul etmez. Kur’ân âyetlerine tahlil ve analiz yöntemiyle bilimsel teorem ve tez muamelesi yaptığımız ânda elimizde parçalanır, anlamsızlaşır ve çöker. Zira âyetler, anladığımız mânâda mekânla sınırlı teoremler olmadığı gibi zamanla kayıtlı mantık önermeleri gibi denklemler de değildir.

Denklem ve teoriler, malzeme malûmatı, eşyanın aksesuarı, nesnelerin ozalitidir. Hakeza kaynakların kısıtlı, eşyanın fani, maddenin sınırlı olduğu da cabası. Âyetler ise zamanla sınırlı olmadığı gibi mekânla da kısıtlı değildir. Âyetler batmayan güneş, solmayan ay ve yıldızlar misâli insanların yollarını devamlı aydınlatan, küflenmez, çürümez ve pas tutmayan kandillerdir. Fitne ve fesat olan parçacıklı tahlil, ayrıştırıcı ve analiz kusmuklarının neticesinde Allah’ın âyetleri kapıdan ve bacadan, Allah Resûlü’ne olan muhabbet ve samimiyet ise kalplerden çıkar ki işte bu, yeryüzü alâmetlerinin tüm şiddeti ve bütün pervasızlığıyla ortaya çıkmasının tetiklenmesine yeter de artar bile.

Hülâsayı kelâm, denklemler ve teoriler üzerinden başlayan tavizleşme önerileri, önce tecavüz olgusuna ve nihayetinde inkâra gider. Din, yani dogma olan İslâm ise bizlere direnişi önermektedir. Direniş derken, lâf salatası, parametresi olmayan hastalıklı duyguların zırıltısı ve eciş bücüş hislerin kokteylini kastetmiyorum; doktriner zirveler ile yüksek rakımlı yaylaların prensiplerinden bahsediyorum. Biricik din, yani İslâm, dogma olduğu gibi Nübüvvet/Peygamber tavrı ve tarzı da dogmadır. İslâm, statik değil dinamik, donuk/mat değil aksiyonerdir; hakezâ Nübüvvet-Peygamber tavrı ve tarzı da. Çağlar üstü olma saiklerinden bir sebep de her dem dinamik ve aksiyoner olmasındandır. Bu meyanda yürüyen şuur öznesi de statik değil dinamik, donuk/mat değil aksiyonerdir. İnsan ancak ve ancak kendini, yürüyen şuur ile donatabildiği takdirde hür, âyetler ile âyetlerin genetik kopyası Allah Resûlü’ne mutabık ve uygun davranabildiğince hürriyete malik olabilir.

Evet, insanlar ve insanlık âlemi, farkında olsun veya olmasın nübüvvet ışığı ile aydınlanmadık hiçbir köşe bucak bulunmamaktadır. Bize düşen, zekâmızın kelepçelerini kıracak, aklımızın prangalarını çözecek ve kalbimizin kataraktını açacak olan nas/âyetler ile bu âyetlerin birebir genetik kopyası olan Allah Resûlü’nün parmaklarına tutunmaktan ve gölgesine sığınmaktan geçtiğine imân etmek, hatırlatmak hatırlamaktır. Unutulmasın, unutturmak şeytandan, hatırlamak Allah’tandır. Hatırlanması gereken direniş neticesinde ortaya çıkacak zafer veya yenilgi inanın ki izafidir. Bize düşen, ceht etmek, gayret etmek, çalışmak, hatırlamak ve hatırlatmaktır.

DARBI MESEL

Hatırımda kaldığı kadarıyla Seyyid Sıbgatullah ARVASÎ Hazretleri, Minah adlı eserinde Yakut-i Arşî (k.s.a) isimli bir zâttan bahseder.  Bütün vaktini mahlûkatın ihtiyacına yardım etmekle geçiren bu zât, günlerden bir gün, arkadaşı olan bir güvercinin kendisiyle konuşmasından hemen sonra bulunduğu şehri hızlıca terk ederek Mısır’a gitti. Bir adamla tenha bir yerde görüştü ve bir ricada bulundu: “Komşum ve arkadaşım olan bir güvercinin yavrularını yiyeceğinizi duydum; lütfen yemeyin. Güvercin yavrularının annesi üzülmesin”. Adamın, “yemeyeceğim” sözüne binaen, günlerce yürüyerek geldiği yollardan günlerce yürüyerek, tekrar yaşadığı kente döndü; Yakut-i Arşî Hazretleri.

Evet, Allah’ın halifesi olan insan, kendi nefsini disipline etmek ve kendi cinsine yardımcı olmakla vazifeli olduğu gibi Allah’ın kendisine emanet ettiği cümle mahlûkata da yardımcı olmak, korumak ve kollamak mecburiyetindedir. Türk diyalektiği ile tüm İslâm tarihine göz attığımız takdirde hayvanların insanlara gâh arkadaşlık, gâh yoldaşlık, gâh sırdaşlık, gâh mürşitlik ettiği vakalarla dolu olduğuna şahit olabiliriz.

LİSÂN / DİL

Çağımızın, yalnızlıklar evliyası olan Salih MİRZABEYOĞLU, “Dünyayı zekâmızın hâkimiyeti altına sokan temel araç ‘dil’dir” **** demekle çok haklıdır. Dilimizi oluşturan kelimeler arasındaki nüans (ince ayırım) farkı algılanmadığı takdirde mânâ ıskalanır, kavramlar arasındaki boyut farkı anlaşılamadığı takdirde de muhteva anlaşılamaz. Iskalama ve anlayamama neticesinde de hedef şaşırılır, maksat farklılaşır ve daha da kötüsü şaşkın hükümler sonucu şer ve felâketlere davetiye çıkarılır.

Kelimeler ve kavramlar, ifâde edilenin makbullüğünü veya çirkefliğini tayin ettiği gibi kelâm, bıçak anlamına gelen kelm sözcüğünden türediği için de her bir kelime veya kavram, kalbimizde keskin ve derin izler bırakmaktadır; olumlu veya olumsuz. Su olmazsa gül goncası açmayacağı gibi lisân/dil olmadığı takdirde de insan olunmaz. Lisânın da kendi arasında konuşma dili, işaret dili, davranış dili, tavır dili ve benzeri alt basamaklar ile âşıklara ve seçkinlere özgü kılınan; kalp dili, gönül dili, hâl dili ve benzeri üst basamak kategorileriyle koskoca bir okyanus. Bu okyanusun derinlerdeki incisi olan hürriyet kavramının ancak sahilinden bahsedebildik. Şimdi ise lisân denizinin çerçöpü hükmündeki özgürlük kelimesine değinelim.

ÖZGÜRLÜK, BEŞER MAMÛLÜDÜR

Hürriyet ve özgürlük, ilk bakışta aynı imiş gibi zannedilse de kuzey ile güney kadar birbirlerine uzaktırlar. Özgürlük, beşer mamûlü deli gömleklerinden biri ile arzı endam etmenin adıdır. Çağımızı kirleten sahte kahraman ve katillerden herhangi birisini takip etmenin soyadı da diyebiliriz. (İslâm ülkelerine özgürlük götüreceğiz diyenleri ve onlara eşbaşkanlık yapanları hatırlayınız.) Kendi aralarında ki kızgınlıkları ve kavgaları suni olduğundan dolayı bu canilerin beşeri görüşlerinin birinden diğerine geçiş çok kolay olmaktadır. Özgürlük adı altında cereyan eden bu geçişler, karanlık bir odadan diğer bir karanlık odaya geçiş, bir katilin liderliğini reddederken başka bir seri caninin yanına yaltaklanıştır. Özgürlük dediğimiz şey zaten beşer ürünü bir karanlıktan başka bir beşer ürünü karanlığa geçiş ve kımıldanıştan başka nedir ki? Özgürlük denen şeyin zirvesi, belki de seçim denilen tiyatrodur ki oy denen şey, seçim denen şey, toplu ve işbirlikçi iştirak ile hürriyetin mezarını kazmaktan başka bir işe yaramıyor.

Özgürlüğü koltuklar, hürriyeti ise darağacı kollar. Hürriyet bedel ister, bedelsiz hürriyet de olmayacağına göre “artık ne olacaksak olalım yahut hiç olalım” denildiği gün geldiğinde, kelimeyi tevhidin nurunu taşıyan Mavi Bayrak’ın kazanacağına imân ediyorum. Çünkü irfan ve marifetin, ilmik ilmik dokunduğu kadim Türk medeniyetinin çocuklarıyız. Türk töresi, Selçuklu ananesi, İslâm adaletinin çocuklarıyız. Süflî ve sefil rejim, hangi şartları dayatırsa dayatsın, hangi zorluğu çıkarırsa çıkarsın, her kilidin bir anahtarı, her ovanın bir yaylası, her zorluğun bir rahmeti olduğuna imân ediyorum. Güneş tepede, ay gökyüzünde ve dağlar önümde oldukça her bayırın ardı elbet ovadır. Elbette ki her karanlığın ardından güneş doğacak ve ıslatacak toprağı kırkikindi yağmurları. Bugün bize düşen, ceht etmek, çalışmak, gayret göstermektir, yarına Allah kerimdir; Allah, kerimdir.

* Bugünkü Durum-1 (Eylül -2018) Makalesi / Ali Osman ZOR

** Ölüm Odası / Salih MİRZABEYOĞLU

*** İslâma Muhatap Anlayış / Sayfa: 205 / Salih MİRZABEYOĞLU

**** Dil ve Anlayış / Sayfa: 88 / Salih MİRZABEYOĞLU

Burhan Halit KOŞAN

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: