PİRANDELLO’NUN “CİNLİ” ÇOCUĞU VE İDEOLOJİLER
Şimdilerdeadı pek duyulmasa da, Pirandello bizim edebiyatımızınyabancı olduğu bir isim değil. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarına yakınsüreçte, Türk tiyatrosuna büyük etkisi olmuş bir İtalyan yazar… Dünyaedebiyatına “piyes muharriri” olarak damga vurmasına karşın, geride hatırısayılır roman ve hikâye bırakmış, bunların bir kısmı da, o seneler dilimizekazandırılmış… Hatta merhum Tarık Buğra’nın İbiş’in Rüyası adlı eserinin kahramanı “orta oyuncu” Nahit, gençliğinde Pirandello’nun eserlerinioynamak için tiyatroya heves ettiğini, ama talihin ona bu fırsatı vermediğindenyakınır. Necip Fazıl ise kendisiyle 1938 yılında yapılan bir röportajda,“sevdiğiniz piyes muharrirlerikimlerdir?” sorusunun cevabına, “birçoklarınınbayıldığı Pirandello’yu hiç sevmem” diyerek başlar.
Günümüzdeonun roman ve hikâyeleri Türk okuyucusu için yeniden neşrediliyor mubilmiyorum, ama Mitos Yayınları, esas kuvvetli olduğu sahne eserlerinin önemlibir kısmını yayınladı. Bu İtalyan yazarın özellikle Altı Kişi Bir Yazarını Arıyor adlı piyesini, gerçekliğin izafîtarafını göstermekteki ustalığı yönünden ayrıca tavsiye ederim.
Fakatbu yazımda ne onun piyeslerinden, ne de kendisinden bahsedeceğim… Onun “Değiştirilen Çocuk” başlığı iledilimize çevrilmiş, kısacık ama nefis bir hikâyesi vardır. GünümüzTürkiye’sinde içi boşaltılmış ideolojilerin durumunu ufak bir yazıya sığdırmakicap etseydi, bu hikâye yeterli olurdu. Bu vesileyle umacı masallarının sadecebiz Şark toplumlarına has olmadığını ve meselâ bahsi geçen yazarın anlattığıSicilya köylerinde, çok yakın zamana kadar bütün inandırıcılığı ile sürüpgittiğini belirtmekte fayda var.
Kırsaldayaşayan halk, yaygın söyleyişiyle köylü sınıfı, toplumların en muhafazakâr veyerli kalmış kesimi kabul edilir ve çok açıdan bu böyledir. Ama Çehov, Turgenyev, Tolstoy gibiRus yazarların anlattığı köylülerle, meselâ Fransa’nın en güçlühikâyecisi Mauppassant’ın Fransız köylülerini art arda okursanız vebununla yetinmeyip Pirandello’nun İtalyalı köylülerinede göz atarsanız, aslında toplumların en yerli kesiminin, gündelik hayatalışkanlıkları bakımından birbirine en çok benzeyenler olduğunu farkedebilirsiniz.
Hattafarklı bir inanç içinden gelen Türk köylüsü dahi kimi noktalarda onlardanayırt edilemez. Maupassant’ın bir köy düğününü anlatan hikâyesindeki, insanlarınnesilden nesile aktardığı basmakalıp ve her düğünde tekrar edilen “bel altı”şakaları, Anadolu’nun şu an çoğu köy düğününde yaşananlardan pek farklıdeğildir. Yahut Babalar ve Oğullar’ınsonunda Turgenyev’in enfes tasvir ettiği “hüzün verici” bakımsız köymezarları, sadece haç farkıyla bizim köy mezarlıklarını öyle çok andırır ki…
Kırsalınbütün o bilinen yerliliğine rağmen, demek ki, millîlik dediğimiz şey şehirleşmedeortaya çıkıyor ve kültür ile medeniyet davası buradan birbirine meydan okuyor.Bir Türk köylüsü ile Fransız köylüsü arasında mevcut his ve alışkanlıkbenzerliklerini, meselâ bir Fransız aydınıyla Rus yazar arasında bulamıyorsun.İrfan kıvamı ve şahsiyet ile ilerlemenin at başı giden yanı var ve millîlikdavasının temeli yoz bir muhafazakârlığa değil, bunlara dayanıyor.
Bugünise kapitalist “gelişme”, aradaki farkları, AVM tutku ve alışkanlığı ileortadan kaldırıp dümdüz etmiştir. Dünün edebiyatçısı hangi ülkeden olursa olsunyerel köy yaşantısını anlatırken neredeyse birbirine benzer portreler çizer vefarklılığı şehirlerde bulurken, bugünün romancısı New York’taki AVM ile Pekinyahut Antalya’daki arasında ele alacağı insan karakterleri bakımından pek birfark bulamayacaktır. Globallik dövizinin ilk moda olduğu senelerde bolcakullanılan ve Çetin Altan gibilerin de dilinden düşürmediği “dünyanınbir köye dönüşmesi” bir bakıma doğrudur, ama bu onların zannettiği gibiilerleme midir, yoksa medeniyetlerin dümdüz edilmesi mi? Gönül rahatlığı ile“kapitalizm dünyayı köylüleştiriyor” diyerek meseleyi bağlayabiliriz. Bu ayrıbir yazı konusu olarak burada dursun.
Gelelim Pirandello’nunhikâyesine ve “Değiştirilen Çocuk” bahsine…Sicilya’nın bir köyünde yeni doğum yapmış bir kadın uykusundan uyanıncabebeğinin değiştiğini fark eder. O nur topu çocuk gitmiş, yerine bir ucubebırakılmıştır. Oysa aslında kadın uyurken zavallı bebek rahatsızlık geçirmiş vebir yanına felç inmiş, eli yüzü buruşmuş… Anne ise cinlerin çocuğunu çaldığınıve yerine kendi çocuklarını bıraktığını düşünür. Bütün köy aynı fikirdedir.Kadın kendi öz evladını bir cin yavrusu olarak görmeye başlar ve ona tiksintiylebakar. Neyse ki, yaşlı bir kocakarı “sen cinlerin çocuğuna iyi bakarsan, onlarda senin çocuğuna sahip çıkar; ama sen onu ölüme terk edersen, onlar da seninçocuğunu öldürür” deyiverir de, zavallı bebek öz annesi tarafındanöldürülmekten kurtulur.
Amailerleyen senelerde çocuğun yaşadıkları “keşke o gün ölseydi” dedirtecek kadaryürek burkucudur. Kadın senelerce cinlerin kaçırıp sakladığı öz evladınınemsalsiz güzelliğine övgüler sıralar ve her defasında yerine bırakılan ucubeyetiksintiyle bakar. Yeni bir bebeği olduğunda ise bu cin yavrusu dört beş yaşınagelmiştir ve artık kaçırılan çocuğunu da unutmaya başlar. Diğerine bir defabile elini sürmez olur. Evin içine bırakmaz, bahçeye köpek kulübesini andırırbir yer yapar ve iğrenerek önüne bir kap yemek bırakır. Kimse yanınayaklaşmadığı için çocuk konuşmasını da öğrenemez ve bu sebeple onun cin yavrusuolduğundan kimsenin şüphesi kalmaz. Bir deri bir kemik kalan, yarı çıplakdolaşan zavallı çocuk ölüme terk edilir.
Buülkenin bütün ideolojileri adına söylüyorum. Güzelliğini öve övebitiremediğimiz öz gerçeklerimiz, bizim bir gaflet anımızda, uyku saatimizdeters yüz edilmiş, felç geçirmiştir. Kucağımıza ilk aldığımız çocuk değil artıkhiç birisi. Üstüne düşüp, diriltmek, canlandırmak, iyileştirmek gerekirken,bizler kendi gerçeğimize sırtımızı dönüyoruz. Kimse kendi hakikatinisahiplenmiyor. Oysa onun çehresi değiştiyse bunun asıl mesulü bizim derinuykumuzdur. Mutluluğu başka çocuklar arayarak bulacağımızı sanıyoruz. Amasorsan kimse öz evladını reddetmiş değildir, onu öve öve bitiremeyiz. Peki,burnumuzun dibinde ölmeyi bekleyen “cinli” çocuk? Onun dili çözülmediyse vederdini anlatamıyorsa, bunun esas sebebi bizim ona yüz çevirmemiz olabilir mi?
Cindemişken… Dostoyevski’nin Ecinniler’i belki de politikromanın çıkabileceği en üst seviyedir. Romanın sonlarında ölmek üzere olan birkahraman, İncil’de geçen ve cinlenmiş bir çobanın hikâyesini anlatır.Çobanın içine kaçan cinler sürüyü korkutur ve bütün sürü uçurumdan atlayıp yokolur. Ona göre Rusya’da cinlenmiş, uçuruma sürüklenmiştir; ama bir gün tıpkısürüsünü kaybeden o çoban gibi İsa’nın dizlerine oturacak, İsa onun içindekicinleri çıkaracak ve Rusya sağlığına kavuşacaktır.
Cinlenen Pirandello’nunçocuğu değil, Dostoyevski devrinin Rusya’sından farkı olmayan bizleriz.Ama biz hangi müdir fikrin dizlerine oturup iyileşecek ve öz hakikâtimizekavuşacağız? Türkiye’nin cevabını araması gereken soru budur.
Hakan YAMAN
ÂSÎ Dergisi, Sayı: 6 (Mart, Nisan 2020)