BİR YUVA, İKİ ŞEHİD: NURAY-ÜNSAL ZOR
Güldenizde Elifler Grubu’nun kurucularından ve Adımlar Dergisi yazarlarından Emel ZOR hanımefendinin, çocukluk yıllarından başlayarak son nefesini verdiği hastane koridorlarına kadar beraber oldukları şehîdimiz Nuray ZOR hanımefendi hakkında Eylül 2016 tarihinde kaleme aldığı yazısını paylaşıyoruz…
Kumandanımız Salih MİRZABEYOĞLU’nun Nuray Zor gönüldaşımızın vefâtı vesilesiyle “Nuray, Emel ve Esma… Bunlar üçlüdür. Hastırlar…” ifâdelerinde zikredilen Emel Hanım’ın yazısının, Kumandanımız’ın 4 Mayıs 2018’de suikaste uğramasının ardından 16 Mayıs 2018 tarihinde vefât etmesinden önce kaleme alındığı hatırda tutulmalı…
ADIMLAR Dergisi
BİR YUVA, İKİ ŞEHİD: NURAY-ÜNSAL ZOR
1Ağustos 1970 doğumlu Nuray Zor, ailenin 5 çocuğundan ikincisi… Mahallede hemen hemen aynı yaşlarda 6-7 kız çocuğu içerisinde, mizacı mizacıma uyan, çocukluk kavgalarını birlikte verdiğimiz, birlikte korktuğumuz, birlikte yasakları deldiğimiz, haylazlık yaptığımız, ağladığımız, güldüğümüz, oynadığımız, vefatına kadar hayatı birlikte paylaştığımız, beni hiçbir zaman bırakmayan ve tarafımdan da bırakılmayan çocukluk arkadaşım, dostum, sırdaşım… Sonraki yıllarda ise bunlara ilaveten önce gönüldaşım, sonra da eltim…
Lise yıllarını aynı okulda geçirdiğimiz (Sarıyer İmam-Hatip Lisesi) Nuray, benden bir yaş küçük olması hasebiyle bir alt sınıfta… Son sınıfta eşim Ali Osman Bey vasıtasıyla ilk defa dünya çapında bir fikir hareketiyle tanışıyorum. Yıl 1986…
Ali Osman Bey’le ilk kez okuldaki arkadaşlarımızla grup olarak gittiğimiz Sultanahmet’teki yerlerinde tanışıyorum… O kadar cemaat içerisinde, kendilerinin doğruluğunu sorgular tarzda dik başlılığımı, daha doğru bir ifâdeyle, ukalâlığımı sergiliyorum. Aramızda ufak bir sürtüşme geçiyor.
Buna rağmen, bu gençlerle hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz hâlde, inandıkları dava uğruna verdikleri mücadele, azim ve yaşlarından hiç beklenmeyecek derecede gösterdikleri olgunluk, hemen dikkatimi çekiyor ve beni cezbediyor. Belki de ilk defa kendimi ciddi mânâda sorgulamaya başlıyorum. O günkü şartlarda olabildiğince, sosyal hayatın içerisinde entellektüelliğe doğru bir adım diye değerlendirdiğimiz sinema, tiyatro, bir kitap fuarından diğerine koşmak, okumak bana kâfi gelirken, ilk kez hiçbir şey yapmadığımızı fark ediyorum. Ali Osman Bey’in verdiği, Üstad Necip Fazıl’ın ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini ve o dönem çıkan “Tavır” dergilerinin hepsini satırı satırına okuyorum. Hemen hemen yaşıtım olan bu gençlerin ne yapmak istediklerini, ne anlattıklarını, neye çaba harcadıklarını ve davalarını, önyargısız anlamaya ve çözmeye çalışıyorum. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun dilini çok ağır buluyorum. İyi kitap okuduğunu düşünen birisi olarak, okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyor olmama sinirleniyorum. Ama yılmıyorum. Bulmaca çözer gibi kelime kelime, cümle cümle tekrar tekrar başa dönüyorum. “İbda Diyalektiği” isimli eserindeki şu cümleler içime su serpiyor ve bu yolun en doğru yol olduğuna kalbim ve aklım tamamen mutmain oluyor:
“Aklın hakkını verip kopacak kadar gerdikten ve muhatabını derdest edip defterini dürdükten sonra nefsine dönen ve “ben haklı olduğumu nereden bileyim?” diyen şüphe haysiyetine ve üstün nefs muhasebesine dikkat ediniz!..”
“Bu kadar cemaat içerisinde, sizin doğru olduğunuzu nereden bileyim?!” diye ukalâlık eden ben, bu cümleyle allak bullak oluyorum ve nefs muhasebesini, olmazsa olmaz diye başa alan bu yola, olabildiğimce ve nasibimce revân olmak istiyorum.
Daha önce, Üstad Necip Fazıl’ın “O ve Ben” isimli eserinde Efendi Hazretleri’nin kendisine ettikleri “İki cihanda azîz ol” duasını okuduğumda, gözümden sel gibi akan yaşların sebep ve mânâsını, “ruhuma geçen bilekçeyi” şimdi, evet asıl şimdi, sezer gibi oluyorum.
Bundan sonra Üstad ve Kumandan’ın yazdıklarını ve hiç de alışık olmadığım bu girift dili bir inat gibi anlamaya çalışmak için değil, “bir hiç olduğumun farkında”, kendimi onların eline teslim etmiş olarak, yalnızca kalbimle okuyorum.
İşte bu demlerde kendi kalbini Kumandan ve Üstad’a teslim etmiş olan bana, kalbini teslim eden kardeşim Nuray, eşine az rastlanır bir sadakat ve bağlılıkla, hiçbir sorgulamaya gerek duymaksızın, daha hiç okumadan, benim anlattıklarımla, bu yola giriyor ve bu yolu canından aziz kabul ederek ilerliyor.
1990 yılında Ali Osman Bey’le evleniyoruz. 4 ay sonra Birinci Körfez Savaşı münasebetiyle Kumandanımız’ın ve içlerinde eşim de olmak üzere birçok gönüldaşımızın gözaltına alınması ve ardından tutuklanmaları… İlk duruşmada, yargılandıkları 163. Madde’nin kalkması ve yerine getirilen Terörle Mücadele Yasası’nın çıkmasıyla serbestler. Ama Terörle Mücadele polisinin çizdiği şemaya göre, artık bir terör örgütü olarak görülmeye başlanan İBDA hareketinde eşim Ali Osman Zor, emir ve talimat veren üst düzey yönetici konumunda. Bu yüzden her operasyonda, hakkında çıkan gıyabi tutuklama kararlarının haddi hesabı yok. Ve bizler artık firar hayatına mecburuz. Nuray ve Esma ise her zaman olduğu gibi yine hep yanımızda…
Ali Osman Bey, bir gün: “Nuray’ı Ünsal’a alsak ya!” diyor. “Yok ya! Nuray Ünsal’ı beğenmez, çok sinirli ve kaba” diyerek onay vermiyorum. Epeyce bir istişareden sonra; “Tamam ben Nuray’a söyleyeyim, sen de Ünsal’a…” diyorum. Nuray beni şaşırtıyor ve benimle aynı tereddütleri paylaşmasına rağmen olaya olumsuz bakmıyor. Ali Osman Bey’in Ünsal’dan aldığı cevap ise kısa ve net: “OLUR” şeklinde oluyor. Aralarında bir görüşme ayarlayamadan tekrar bir operasyon geçiriyoruz ve bu sefer Ünsal cezaevine giriyor. Durumlarını netleştirmek için birkaç ay sonra cezaevinde konuyu Ünsal’a açıyorum. “Ben olur demiştim zaten” diyor. Bunun üzerine Nuray her hafta annesine türlü bahaneler uydurmak zorunda olarak Ünsal’ı, hemen sonrasında da bizi ziyarete geliyor.
1994 yılında, derginin bulunduğu mekâna polisin silahlı operasyon yaptığını haber alıyorum. Hemen annemlere gidiyorum. Ali Osman’ın firarî olması sebebiyle ailemle de iletişimimiz asgarî düzeyde olduğundan, küçük kardeşim hariç bütün aile fertlerinin köyde olduğunu, o esnada öğreniyorum. Hemen Nuray’ı arayıp annemlere gelmesini söylüyorum. Aynı mahallede oturduklarından 2 dk. sonra yanımda oluyor. Durumu anlatıyorum. “Silahlı bir çatışma yaşandı mı, yaşandıysa sağlar mı ölüler mi, yoksa yaralılar mı?” şeklindeki endişelerimi dile getiriyorum ve dergiye gitmek istediğimi söylüyorum.“ Gecenin yarısı seni yalnız bırakmam ben de geleceğim” diyor. “Annenler?!” diyorum. “Buradayım zannederler, bir şey söylemeyiz; hemen gider geliriz” diyor.
Kardeşimden bizi arabayla bırakmasını istiyoruz. Derginin o zamanki yeri olan Unkapanı’na geldiğimizde: “Siz arabada kalın ben çıkıp bakayım” diyorum. Merdivenlerden çıkıp kapıya yöneldiğimde kapının aralık olduğunu görüyorum. Yavaşça itiyorum. İtmemle en az 10-15 polisin panik halinde silahlarını üzerime doğrultmuş hâlde sorularına muhatap oluyorum. Kapının eşiğinde her kafadan bir ses çıkıyor. “Kimsin, neden buradasın, burada ne işin var, kiminle geldin, yanında bir başkası var mı?” Kumandanımız’ın, ilk operasyona taktığı isim olan “Panik Operasyonu” karşımda vücut bulmuş hâlde duruyor. Ellerimi yukarı kaldırıyor ve “Sakin olmalarını, sorularının hepsine cevap vereceğimi” söylüyorum. Ama ne mümkün; silahlar üzerimde hep bir ağızdan panik halde soru üstüne soruya devamdalar. En sonunda; “Kocama bakmaya geldim” diyorum. “İsmim Emel Zor”…Biraz sakinleşiyorlar. Sorular teker teker gelmeye başlıyor ama beni hâlâ kapı eşiğinden içeriye almıyorlar ve silahlarını indirmiyorlar. “Neden geldiğimi” soruyorlar. “Sakin olun” diyorum, “Operasyondan haberim var, burada olduğunuzdan da… Bile bile geldim. Kocam sağ mı, ölü mü, yaralı mı diye sizden bilgi almak için…” Biraz daha rahatlıyorlar. Derin bir nefes aldıklarını adeta hissediyorum. Aynı şekilde sormaya devam ediyorlar: “Operasyonu nereden, kimden haber aldın?” “Evdeydim, telefon çaldı; tanımadığım bir ses, “dergiye silahlı operasyon yapıldı”dedi ve hemen kapattı. Kocam da geç saat oldu gelmeyince bilgi almak istedim”şeklinde cevap veriyorum…“Kiminle geldin?” diye soruyorlar; “Kardeşim arabayla getirdi” diyorum. Birlikte aşağıya ineceğimizi ve kardeşimin arabasını göstermemi söylüyorlar. Ama indiğimizde görüyorum ki, dört-beş sivil, arabada duran kardeşime ve Nuray’a kimlik soruyor. Bakıp, bizi bırakacaklar zannederken, üçümüzü de gözaltına alıyorlar.“ Onlar gitsin; yalnızca beni buraya bıraktılar” desem de kâr etmiyor.
Şubeye geldiğimizde kardeşimi bizden ayırıyorlar. Bizi üst kattaki odalardan birine koyuyorlar. Bir müddetne gelen, ne giden. Ali Osman ve diğer gönüldaşların akıbetlerinden bîhaber bekliyoruz. Saat ilerledikçe ilerliyor. Nuray’ın ailesinin hiçbir şeyden haberi yok. Hangi birini dert edineyim şaşırıyorum. Nuray: “Sen benim durumumu kafana takma, inşallah Ali Osman ve diğerlerine bir şey olmamıştır” diyerek beni teselli ediyor. İlerleyen saatlerde sivil bir polis memuru yanımıza geliyor.“ Senin kocan” diyor, “o kadar şerefsiz bir insan ki, seni burada alıkoyduğumuz halde gelip teslim olmuyor.” Kendisi şerefsizin önde gideni olan bu sivil gittiğinde, Nuray’la sevinç içinde birbirimize sarılıyoruz ve Allah’a şükrediyoruz. Demek Ali Osman operasyon sırasında dergide değilmiş ve yakalanmamış. İki-üç dakika geçiyor geçmiyor bir diğer sivil giriyor içeriye. Aynı şeyleri söylüyor. “Ne onursuz adammış; karısı şubede başına ne gelir diye düşüneceğine, kendini düşünüyor, gelip teslim olmuyor. Bir de Müslüman olacaklar” vs., vs…Bu durum sabaha kadar sürüyor. Terörle Mücadelenin bütün sivilleri sabaha kadar tek tek gelip aynı şeyi tekrarlıyorlar. Sabah gün ışıdığında Nuray’a: “Muhtemelen sizi bırakacaklar ve beni Ali Osman’ın teslim olması için yem olarak tutacaklar” diyorum. “Eğer sizi bırakırlarsa ne yapıp et, bir şekilde Ali Osman’a benim çok iyi olduğumu ve ne kadar tutarlarsa tutsunlar gelip teslim olmamasını ilet” diyorum. “Nuray merak etme; buradan birlikte çıkacağız ve A. Osman’a mutlaka bir haber uçuracağız” diye cevap veriyor.
İlerleyen saatlerde Terörle Mücadele Başkanı “Piç” lakaplı Mahir’in odasına götürülüyoruz. Piç Mahir; “Ali Osman elimizde” diyor. Gece boyunca her bir polisin ayrı ayrı, aynı şeyleri söylemiş olmalarına binaen “Teslim mi oldu?” diye soruyorum. “Yok başından beri buradaydı” diyor.. İnanmıyorum. Kardeşimin de, gözleri bağlı olduğu halde “ben de bir ara gözbandım aralandığında aşağıda kendisini görür gibi oldum” demesine rağmen inanmıyorum, inanmak istemiyorum; ta ki bizleri bıraktıktan sonra ağabeyim Av. Güven Yılmaz, haberi alıp apar topar memleketten dönüp şubeye gelip, haberleri alıncaya kadar.
Nuray’la ilk şube maceramız bu şekilde. Annesi ve babası meraktan ölmüşler. Bir sürü tantana ve buna rağmen O, hiçbir şeyden pişman değildi. Yine ve her zaman yanımdaydı.
Eşim Ali Osman Bey’in 7 sene sürecek olan cezaevi hayatı bu şekilde başlamış oluyordu. Artık iki kardeş birlikte ve aynı cezaevinde yatıyorlardı. Nuray’la birlikte ziyaretlerine gidiyorduk.
Ali Osman Bey’in cezaevine girmesinden yaklaşık iki-üç ay sonra Nuray’ın babası, iş yerinde geçirdiği ani kalp krizi sebebiyle bu âlemden göçüp gidiyordu. Rabbim bizi büyük sınavlara tâbî tutuyordu. Ünsal’ın cezaevinden çıkıp-çıkamayacağı, durumlarındaki bu belirsizlik, ailesinin hiçbir şeyden haberinin olmamasının verdiği psikolojik baskı, derken üstüne bir de babasını ahrete uğurlamak zorunda kalması, annesinin perişan hâli, Nuray’da bu yükü kaldıramayacağı endişesi doğuruyordu.
Böyle bir durumda bana düşen görev ise yalnızca, çok ama çok “güçlü” olmaktı. Kardeşim için, yavrum için, eşim için, Ünsal için ve kendim için güçlü olmak. Ve bu güçle Nuray’ı ayakta tutabilmeyi başarmak…
Kısa bir süre sonra İlâhî takdir Ünsal da cezaevinden çıkıyor. Sanki, güneş bize kıyısından köşesinden gülümsemeye başlıyor. Annesi Nuray’ı, malum sebeplerden dolayı Ünsal’a vermek istemiyor. Zorlu süreçlerden geçiyoruz, ama nihayet evleniyorlar. Artık hep birlikteyiz. Kısa bir müddet sonra ben, Kıvam Hukuk Bürosu’nda çalışmaya başlıyorum. Cuma günleri cezaevi ziyaretlerini artık tam gün değil, yalnızca öyleden sonraları yapabiliyorum. Nuray kızım Betül Zeliha’yı istisnasız her hafta cezaevine götürüyor ve akşam hep birlikte eve dönüyoruz. Fedakârlığı bununla da bitmiyor, bir de bu sebepten dolayı, kayınpederden (Allah Rahmet eylesin) türlü laflar işitiyor. Buna rağmen geri adım atmıyor…Ben çalışırken yavruma, kayınvalidemle birlikte, adeta ikinci annelik yapıyor.
Yıllar yılları kovalıyor. Ünsal, birkaç gönüldaşla birlikte Ambarlı Limanı’nda çalışmaya başlıyor. Sanırım rant kavgası yüzünden, karşı tarafın bizimkileri otomatik silahlarla taraması sonucu gergin günler yine bizi bekliyor. Ölen veya yaralananın olmaması içimize su serpmiş olsa da, bu, sonraki günlerde Ünsal’ın veya gönüldaşlardan herhangi birinin başına bir şey gelmeyeceği anlamını taşımıyor. Her an, her dakika tedirgin yaşıyoruz. Derken, çıkan silahlı çatışmada, karşı taraftan bir kişinin öldüğü ve Ünsal’la birlikte diğer gönüldaşların gözaltına alındığı haberini alıyoruz.Belki tuhaf gelecek ama, bunu, kayınpedere ve kayınvalideye nasıl söyleyeceğiz düşüncesi, o sırada ikimizin de tek derdi oluyor. Ve bizimkilerin canlarına bir şey olmaması ise tek tesellimiz…Ünsal ise tekrar cezaevine giriyor…
Kardeşim Nuray’la birlikte suyolu yaptığımız Metris Cezaevi artık kızımın da ikinci evi…Arada birkaç gün, özel günlerde, babasının yanında kalıyor. Sonradan anlatıyor: “Bana sayım geliyor, sayım geliyor çabuk saklan derlerdi; ortalığı bir telâşedir alırdı. Sonra çıkabilirsin dediklerinde, ben saklandığım için, şu merak ettiğim “sayım”ı bir türlü göremedim diye, kendisinden korktuğum halde hayıflanırdım. O sıralar “sayım”ı bir adam zannederdim…
Kızımın küçücük yüreğinde “sayım”, dev cüsseli bir Heyulâ olsa gerekti…
Bir müddet sonra, kayınpederle yaşadığımız bir tartışmanın ardından, alt katta oturan Nuray’da kalmaya başlıyorum. Mevsim yaz. Mahallede sıkça vukuu bulan hırsızlık olaylarından dolayı, yalnız kalan iki kadın olarak tedirginiz. Nuray: “Ünsal’a söyleyeceğim, bize bir kuru sıkı ayarlasınlar” diyor. Ne kadar caydırmaya çalışsam da nafile… Kuru sıkı beklerken Kemal Ağabey (Şişman) gerçek bir silah alıp geliyor.
Ne oluyorsa, 2.Liman olayı patlak veriyor ve oradaki gönüldaşlar, gözaltına alınıyorlar. Akşam işten döndüğümde kapıdapolisleri görüyorum. Daha ne olduğunu anlamadan, Nuray’a; “Hazırlan, gidiyoruz!” diyorlar. Nuray’ın, bu sefer tek başına, -tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım en az bir hafta süren- Terörle Mücadele Şube macerası(!) böylece başlıyor.
Benim ise dışarıdaki maceram(!)…
Birkaç sene öncesine kadar eş ve gönüldaşlarımızın Gayrettepe’deki Terörle Mücadele Şubesi’nde gördükleri akıl almaz işkencelere şahitlik etmiş, üstüne üstük yine onlardan bizzat, solcu kızların ırzına geçildiğini duymuş biri olarak, belki de ilk kez çok korkuyorum. Orada, yanında olamamak, onu yalnız bırakmak zorunda olmak acıların en büyüğü benim için. Saatler, hatta ve hatta dakikalar uzuyor, uzuyor… Ondan haber alamadığım her saniye, nefes alamıyormuşum hissi içerisinde, beni ölüme adım adım götürüyor…Boğazımda bir düğüm, çözülmek bilmiyor…Çareyi Yaradan’a sığınmakta buluyorum…Dilimde zikir, mecnun gibi dolanıyorum. Ne yemek, ne içmek, ne uyku…
Sanırım 1 veya 2 gün sonra, nihayet ağabeyim Güven Bey’in Şube’ye Nuray’ı ziyarete gitmesinin ardından hayırlı haberi alıyorum. “Nuray iyi merak etme!” diyor. “Gözlerinle gördün mü?” diye soruyorum. “Gördüğünü” söylüyor. Biraz rahatlıyorum ama kendi gözlerimle görmeden kalbimin mutmain olamayacağını biliyorum.
Nuray’ın annesi de aynı endişeleri taşıyor.Bu endişelerinin tezahürü olarak ağzına geleni sayıyor, günde yirmi kere arıyor. Kayınpeder hâkeza… Hepsini teselli etmek, bütün söylediklerine sabretmek bana düşüyor. Zavallı annem: “Kızım niye böyle yapıyorsunuz?” demeye kalmadan, kabak onun başına patlıyor. İlk kez anneme: “Yeter artık, yeteeer!” diye bağırıyorum. “Yeter; üstüme gelmeyin! Bari sen gelme! Hâlimi görmüyor musun?” Anneciğim susuyor, odadan çıkıyor ve günler sonra hıçkırıklara boğularak ağlıyorum. Sonra odamda, sızıp kalıyorum.
Soruşturmaya dair haberleri aldıkça, Nuray’ın bırakılmama ihtimâli kuvvet buluyor. Beni bekleyen zor bir görevi daha yerine getirmek için, ziyaret günü cezaevinin yolunu tutuyorum. Ziyaret mahalline önce Ali Osman’ın gelmesini beklerken, Ünsal’ı karşımda buluyorum. İşler kafamda tasarladığım gibi gitmiyor. Nitekim yalnız olduğumu gören Ünsal gülümseyerek; “Nuray nerede?” diye soruyor.“Nuray iyi merak etme” diyorum. “Ama sıkıntılı bir durum var”…Ve her şeyi anlatıyorum. “Şimdi şubede mi yani?” diyor. Sessizce arkasını dönüyor ve ziyaret kabininden çıkıyor.
Bir-iki dakika rahat bırakıyorum. Ardından tekrar kabine çağırıyorum. Gelmek istemiyor ama beni de kıramıyor. Kafası önünde sessizliğine devam ediyor. “Başını kaldır” diyorum. “Siz şubeye düştüğünüzde biz başımızı öne eğmedik. Çünkü sizler başımızı öne eğecek değil, dik tutacak işler yaptınız. Allah için cihad ettiniz. Bu işin kadını erkeği yok. Allah’a sığın ve merak etme!”
Ünsal’ı tanıyanlar bilir; O’nun kafasını sakince sağa çevirme şekli vardır. İşte yine o hareketi yapıyor.
Nihayet günler sonra Beşiktaş’taki DGM’ye getiriliyorlar. DGM’nin önünde polise ağzıma geleni sayıyorum, etmediğim hakaret kalmıyor. “Beni de alın” diyorum. Amerikalı lakaplı genç sivil polis “gel buraya” diyor. Bariyerlerin arkasından beni alıp içeriye götürüyor. Ben gözaltına alındığımı zannederken; “Arkadaşın burada bak, merak etme!” diyerek, beni, Nuray’ın ve Kemal Ağabeylerin bekletildiği odaya sokuyor. Sarılıyoruz. Ona dikkatle bakıyorum, işkence izi arıyorum. Çok şükür bir şey yok. “İyi misin, sana bir şey yaptılar mı?” diye soruyorum. “Ben iyiyim de, senin bu hâlin ne? Dudakların uçuklamış benzin sararmış” diyor. “Boş ver beni, sen iyisin ya! Çok şükür” diyorum.
Beni odadan çıkartıyorlar, bir müddet sonra mahkemede ifadesi alınan kardeşim, nihayet serbest bırakılıyor. Derin bir “ohh” çekiyorum ve Yaradan’a sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
1998 Aralık ayında Kumandan’ımız gözaltına alınıyor. Birlikte, hem kendileri, hem de eşleri ile ilgili bilgi almak maksadıyla, Ali Osman ve Ünsal’ın çamaşırlarından hazırladığımız bir poşetle Terörle Mücadele Şubesi’ne gidiyoruz. Kendisine çamaşır getirdiğimizi söyleyerek, gerekli bilgileri alıyoruz.
Kumandanımız, Metris Cezaevi’ne getirildikten sonra, bizimle yaptığı ilk görüşmede bu konu ile ilgili memnuniyetlerini ifâde ediyorlar ve bu kadar basit bir iş için, nezaket gösteripşu cümleleriyle bizi taltif ediyorlar:“Şubede, Emel ve Nuray geldi dediklerinde dedim ki; Benim kızlarım korkmadan buraya gelebiliyorlarsa, bu iş bitmiştir.”
Bundan sonra yaklaşık bir yıl, her hafta Kumandanımızla görüşebilme imkânı yakaladığımız, hayatımızın en güzel günlerini yaşıyoruz.
1999 Kurtuluş Yılı…
Ümit yılı… Coşku yılı… Heyecan yılı… Cuma günleri cezaevi ziyaretini, hasretle bekleme yılı… Cuma akşamları Kumandanımız’ın bizlere söylediklerini koca bir hafta sevinçle paylaşma yılı…
Eşi benzeri görülmemiş, göz açıp kapayıncaya kadar geçen,ama bir ömre bedel bir yıl…1999 Kurtuluş Yılı… Çok şükür nasip oldu, yaşadık…
Herkesin malumu 5 Aralık ve 25 Ocak olaylarında, gözaltına alınanların içinde yine Nuray’la birlikteyiz. Hatta 25 Ocak’ta cezaevinin önüne ilk gelen ve ilk gözaltına alınanlardanız…
Sonrası hicran yılları…25 Ocak 2000 tarihinden sonra, içlerinde bizim eşlerimizin de bulunduğu onlarca gönüldaşımızla birlikte, Kumandanımız’ın Kartal Cezaevine sevkleri ve TELEGRAM işkencesi…
Hicran yılları, çünkü; Kumandanımız ne olduğunu bilmediğimiz bir durumun içinde çırpınmakta… Yemeden-içmeden kesilmekte…40 küsur kilolara düşmekte…Ve bizlerin elinden hiç, ama hiçbir şey gelmemekte…
Cezaevinde, eşim Ali Osman Bey’in başkanlığında başlatılan açlık grevleri, idareye baş kaldırmalar, sövüp saymalar… Bizlerin dışarıda çabalayışları… Ama nafile…Kumandanımız gözlerimizin önünde eriyip gidiyor ve biz, hiçbir şey yapamıyoruz. Yalnızca, çaresizliğin acısını yaşıyoruz.
Kumandanımızın feda eyleminden sonra, olayı çözmeye başlamalarının ardından, tabir-i caizse yeni bir can kazanmasıyla, bizler de hayat buluyoruz.
Kumandanımız’ın dik duruşunu, kendisine layık olabilmek arzu ve gayesiyle örnek alarak mücadelemizi, nasibimizce sürdürüyoruz.
Ali Osman Bey Kartal Cezaevi’nde bir yıl yattıktan sonra tahliye oluyor. Ünsal kardeşim Kumandanımız’ın yanında hizmette. Derken O da tahliye ediliyor. Kısa bir zaman sonraKumandanımız Bolu F tipi Cezaevi’ne naklediliyor.
Telegramın sonlandırılması ve Kumandan Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için yapılan Bolu seferleri…
Nuray her eylemde, Kumandan için her yerde…Tâki hastaneye yatıp, son nefesini verinceye kadar.
Kardeşim, çok istemesine rağmen Rabbim ona bu dünyada evlat vermedi.
Çok üzüldüğünü gördüğüm bir gün; “Nuray, Ünsal cezaevine girmeden önce tedavi görüyordu, yarım kaldı. Tekrar başlasa ya tedaviye” dedim. “Yok Emel” dedi;“o tedaviler sonradan kansere neden olabiliyormuş. Benim için Ünsal, çocuktan çok daha önemli. O’nu riske atamam.”dedi. Takdir-i İlâhi, -belki- 2009 yılında, çok düşkün olduğu annesinin de, âni bir şekilde Hak’ın rahmetine kavuşmasın da etkisiyle, kanserin pençesi onu yakaladı…
Hastanede son gecesinde,- ilk kez o gecede-Rabbim’in, O’nu bizlerden alacağını hissettim. O ana kadar ümidimi hiç yitirmemiştim oysa. Hatta aklıma bile gelmemişti bizleri bırakıp gideceği…“Başaracağız”diyordum; “biz neleri atlatmadık ki birlikte…”Ama o gece, işte o gece yüreğime bir kor düştü. Yanında fazla kalamaz oldum. Sık sık dışarıya çıkıp nefes alma ihtiyacı hissetim. Esmam yanımda…Bir müddet sonra Uvaycım’ın (küçük kızım Şeyda, O’na böyle hitap ederdi) kız kardeşi: “Emel abla, ablam seni istiyor” dedi. Esma’ya: “Birlikte girelim” dedim. Odaya girdiğimizde soluk benzi ve feri gitmiş gözleriyle halsiz yatan “Uvaycım”: “Geldiniz mi?” dedi. “Gözlerim sizi aradı”…Bizi arayan gözlerinde sanki bir ışık belirdi. “Geldik” dedim; “Seni bırakır mıyız hiç; biraz hava almaya, dışarıya çıkmıştık.” “Kumandan’ın ne dediğinden haberiniz var mı?” diye sordu. Bize ağabeyim vasıtasıyla aktarılan şeyi kastedip-kastetmediğinden emin olmak için sordum: “Ne demiş canım?” “Sanki hayata küsmüş bir hâli var gibi” demiş” dedi. “Biz de sana söyledik ya canım” dedim. “Ne olursa olsun ümidini kaybetme ve İslâm ihtilal ve inkılâbını görme arzusuyla hayata tutun diye… İşte Kumandanımız da sana bu mesajı yollamış demek ki. Sana “pes etme” diyor” dedim.
Kumandanımızın deyimiyle “bu üçlü” ertesi gün aralarından birinin kopuk gideceğini bilmeden, son kez yine Kumandan’ı konuştu. Konuşmakta zorlanan, kesik kesik ve nefes nefese konuşan küçücüğümüzü yormamak için odadan; “Biraz dinlen” diyerek çıktık.
Ertesi sabah hastaneye geldiğimde, pazar günü olması ve ağırlaşan durumunun akrabalarına ablası tarafından haber verilmesi hasebiyle büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Koridorda, bankta oturan Nalan Abla (Ölçer)’i görünce yanına oturdum. Biraz sohbetten sonra Nalan Abla; “İstersen yanına gir” dedi. “Biz her zaman yanındayız zaten; akrabaları da rahatça görsünler. Zaten çok kalabalık içerisi” dedim. O esnada, Ünsal bitkin bir halde ağlayarak odadan çıktı. Hemen koştum ve ne olduğunu sordum. “Bilincini kaybetti” dedi. Derin bir “ohhh” çektim. “Ben de bir şey oldu zannettim” dedim. Gece, her an kaybedebiliriz düşüncesini taşırken, nasıl bir psikoloji içerisinde olduğumu şu an dahi anlamlandıramadığım bir şekilde “ölmediğine şükrettim” ve hâlâ “atlatacağına” inandım. Hatta tek kişilik odaya aldıklarında bile bu hisler içerisindeydim. Kumandanımız’ın kızkardeşleri Necla Abla ve eşleri Hayran Abla da yanımızdan bir an için de olsa ayrılmadılar. Onlarla da konuşuyoruz. Her an “öldü” haberi gelebilir, ama buna rağmen yine de atlatacak duygusu… Ben ömrümde ilk kez, bu kadar tezat iki duyguyu aynı anda yaşadım. Tarifi gerçekten mümkün olmayan bir hâl…
Ezanın okunmasıyla, Esma ile birlikte, Hayran Abla ve Necla Abla’ya; “Biz nerede namaz kılabiliriz bir bakalım” dedik. Sonra onları bulamadık. Biz namazlarımızı kıldık. Tam hastaneye onlara bakmaya geliyorduk ki; telaşla bizi çağırdılar. Uvaycım’ın yattığı odanın önü ana-baba günü. “Ne oldu?” dedim. Sanırım kızım Betül’dü tam hatırlayamıyorum; “Doktor kalbinin durduğunu söyledi” dedi. “Daha tam belli değil”, “Doktor gelecek”, “Durun sakin olun” sesleri… Başım dönüyor, bir hayali mi yaşıyorum, rüya mı görüyorum… Kendimdeyim ama yine de değilim. Konuşulanları duyuyorum ama yaşadığım ne, bilmiyorum… Yığılır gibi oldum… Necla Abla veya Hayran Abla, beni arkamdan tuttular. Tekerlekli sandalyeye oturttular. “İyi misin?” sesleri. Gözümü bir an için bile olsa, doktorun az önce içeriye girdiği, Nuray’ın odasının kapalı kapısından ayırmadan:“İyiyim beni merak etmeyin” dedim.Bu nasıl bir bekleyişti, neyin bekleyişi? Hangi haberin? Dünya mı dönüş hızını artırdı, yoksa ben başka bir âlemin içine mi düştüm. Kalabalık, her tarafta insanlar, konuşmalar, ağlamalar sonra bekleyişin verdiği derin sessizlik… Her şey ama her şey iç içe… Mekan mı karmaşık, yoksa benim halim mi? İşte doktor çıktı. Diğerleri ne durumda bilecek halde değilim ama ben nefesimi tutmuş, yine o iki tezat duyguyu aynı anda yaşıyorum.
“HASTAYI KAYBETTİK”…
Çığlıklar, ağlamalar… Ben bu tip bir tepki verdim mi? Bence “hayır”…Tek bildiğim boğazımdaki o korkunç yumru ve düştüğüm boşluk. Gerisi hayal… Gerisi-ilerisi, önü-ardı hep hayal… Nuray öldü; hayal… Yaşadı mı ki; bu da hayal… Belki de, ölümü ilk kez tecrübe ettiğimden, ilk kez yaşadığım garip bir his… Bilemiyorum…
Ama bildiğim tek şey var; dünya hayatı yalan… O yüzden adı “yalan dünya”… Ve bir hakikat, ölçüyle sabit: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz”…
Nuray’cığım çok müthiş bir hayat yaşadı. Şu yazdıklarım, pek çoğunuzun bilmediklerinden bir kaçı. Bilinenlerle birlikte bunlar da tarihe geçsin istedim. Kumandanımız’ın:
“Allah’ın izniyle şehittir. Yeri doldurulamaz demiyorum; ama mutlaka doldurulmalıdır” dediği; bilincini kaybedene kadar ağzından “ALLAH” lafzının düşmediği kardeşim Nuray ZOR, “Mücadele Tarihimiz”e imzasını atarak ve bu sefil dünyayı en iyi şekilde değerlendirmiş olarak Hakkın Rahmetine kavuştu. “Nasıl yaşadıysa, öyle de öldü.”
Bize düşen ise, Kumandanımız’ın annesinin vefatı vesilesiyle söylediği;
“Ölene rahmet, kalana ibret” sözünü, edebildiğimizce idrak etmeye çalışarak, ibret almaya bakmak…
Ve son olarak genç hamım gönüldaşlarımıza, kardeşlerimize, evlatlarımıza naçizane şu tavsiyede bulunmak:
Kumandanımız’ın: “Yeri doldurulamaz; ama mutlaka doldurulmalı” sözünü, emir telakki ediniz ve hayatınızı bu emre göre şekillendiriniz.
EMEL ZOR