SEZAİ KARAKOÇ’UN HATIRALARI ÜSTÜNE BİRKAÇ SÖZ DAHA…
Selim GÜRSELGİL
Büyük Doğu-İbda’nın diğer çevrelerden farklı bir özelliği de şudur: Bir çevreye girer, girerken kendinizden bir şeyler verirsiniz. Muhtemelen hayatınızda birtakım değişiklikler olur, bazı zorluklara katlanırsınız, kimi fedakârlıklarda bulunmanız gerekir. Fakat bu yeni çevreye girdikten bir müddet sonra, verdiğiniz şeyleri yahut onların karşılıklarını geri almaya başlarsınız. Hatta bu, bir çok örneğini gördüğümüz gibi, o kadar ileri varabilir ki, girerken verdiğinizin karşılığını misilleriyle almak üstüne yeni bir hayat tarzı kurarsınız. Bir cemaate girmek, sizin için yapabileceğiniz en güzel yatırım olmuştur. Artık hayatınızı oradan kazanır ve onun dışına çıkamazsınız.
Büyük Doğu-İbda’da işler pek böyle yürümez. Üstad, bu dâvâya girerken her şeyini vermiştir.
Genç yaşta kazandığı şöhreti, edindiği alışkanlıkları düşünün. Yeni rejimin en tepesinde bir yerlerdedir. Yönetici kadro, İstiklâl Marşı’nı beğenmemekte, ona yeni millî marş yazdırmaya çalışmaktadır. Edebiyat kudreti, anlı şanlı şairlere kadar kendini kabul ettirmiş, devrin her şöhretinin masasında yeri hazırdır. Geleceğin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yakınlarından, tabiri caizse kadrosundandır. İş Bankası’nda ömür boyu sırtı yere gelmeyeceği kadar yüksek bir görevde, Edirne şubesini kuracak kadar yetkilidir. Fakat tüm bu şaşaasını feda etmesi beklenir. İşsiz güçsüz kalması, tüm imkânsızlıkların ortasında hem dava yürütmesi, hem aile geçindirmesi gerekir. Sezai Karakoç’un pek güzel anlattığı gibi, “devrinin lanetlisi” olması ve insanların ona yaklaşmaya, onunla beraber görünmeye korkması, kendi ikbâli için söze onu kötüleyerek başlaması iktiza eder.
Yani bu işin özü tasavvuftur; ama öyle çevrenizde gördüğünüz ticaretle karışmış, dünyevîleşmiş tarikat oluşumları değil; “zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir” denecek bir yokluktan geçen en saf tasavvuf.
Sezai Karakoç, anlattıklarından anlaşıldığına göre, “ben gelirim” der; “zehirle pişmiş aşı yemek; işte şiiri bu!” Fakat o kadar da şiir değil, basbayağı hakikattir. Sezai Karakoç, şiire gelir ama işin hakikati? Anadolu’nun bağrından çıkmış, ailesinin binbir fedakârlığıyla okumuş, sonunda bir memuriyet kadrosu kaparak ailesinin yüzünü güldürmüş, memleketteki her komşusunun kendisinden gıptayla söz ettiği, kızını vermek için fırsat kolladığı hemen her inançlı genç gibi, bulunduğu yerden kopamaz. Büyük Doğu’da müstear isimle görünmek, memuriyet siciline leke sürdürmemek ister. Dava ile dünyayı bir arada götürmenin bir yolu olmalıdır. Aksi takdirde kaybedecek çok şeyi vardır. Bir daha ailesinin yüzüne bakamaz. Mesleğini tehlikeye atmadan şiirleriyle de davaya pekâlâ hizmet edebilir; Üstad gibi fincancı katırlarına saldırmak ve hapislerde çürümek şart mı?
Maaş bordrosu veya vergi levhası olmayan insan nedir ki?
Sezai Karakoç’un hatıralarından bu söylediğimin fazlasını da görebilirsiniz. Ama o, gençliğini, gençliğindeki, davaya bağlandığındaki, Üstad’ın hizmetine koştuğundaki duygularıyla anlatmıyor. Sonraki, Üstad’a uzak ve yerici bakan duygularıyla anlatıyor. Buna rağmen lisan-ı hâl ile, “Üstad benden her şeyimi vermemi istedi, ben veremedim, o yüzden bir Salih Mirzabeyoğlu olmadım” diyor.
Herkesten istenmez her şeyini vermek; istidatlıdan istenir. Demek Üstad onda o istidadı gördü ve istedi.