DÜŞÜŞ
Ayhan SÖNMEZ
“Peygamberler öğretmeseydi, her şey ne ise o olur, müsbet ve menfi idraki, değer ölçüsü ve hükmü olmazdı.” (Kumandan Mirzabeyoğlu)
Farzedelim ki erkeklerin gitmek isteyebilecekleri iki yön var: Ya üzerinde çalışacakları bir hedef, yahut dünyevî rahatlık için çalışmayı bırakmaya dair bir sebeb… Bu tasnif içinde yer alan hedef adamını, “iş” ve “hedef” kelimeleri bile memnun etmez, bunlar ona aşağılık bir uğraşıyı çağrıştırır. O, bir “dava” için “savaşmak” istiyordur; çalışmaktan kastı savaşmak, yiğitçe meydan okumaktır.
İnsanlığın kaderi iki zıt açıklama içeren derin bir gizemdir: Biri “Mutlak Fikir”in varlık sahasına yansıması, diğeri felsefî… Bu açıklamalar, medeniyet mefhumunun genel bir toplamıdır. Bu iki medeniyet arasında anlaşılmaz bir uçurum, kesin bir ayrılık vardır.
“Mutlak Fikir” medeniyeti, insan doğasının yükselmeye olduğu gibi, hasta ve düşmeye de meyyal olduğunu öğretir; özünden ve onu teşkil eden tüm unsurlardan, kökten düşmüş ve hasta… İnsan anlayışı hasta olduğu için, önüne konmadığı sürece gerçeği ne icat edebilir ne de keşfedebilir. İrade hasta olduğu için kendisine yardım edilmedikçe ne arzu edebilir ne de hayır işleyebilir. Boyun eğdirilmedikçe ve bastırılmadıkça ona yardım edilemez. Hâl böyle olunca, ifade ve eylem özgürlüğü onu çıkmaz yollara sevk edebilir.
İnsanı dengeleyici etkiler, temel bir zıtlıktan kaynaklanıyor. İnsan doğası iyi mi yoksa kötü mü? Belli ki insan doğası veya ona fıtrat denirse; hem iyi, hem de kötü; veya her ne ise… Bu onu dizginlemek için yapılacak ciddi işlerin olduğu anlamına gelir. Ancak insanî olan, insanî olanı dizginleyemez; yalnızca Allah’ın lütfu peygamberler, insanî olanı dizginleyebilirler.
İnsanoğlu ne olduğuyla yetinemez. Nereden geldiğini görmek için “yukarı bakması” da gerekir. İnsanın ilâhî bir kökene sahip olduğu, bu kökenin izlerini taşıdığı ve insanın bu kökene dair bir iştiyakı anarch zihin örtülü bir ifadeyle olsa bile kabul edebilir. İnsanlar, nihayetinde bir ütopyayı veya ideali meydana getirecek tarihî gölgelerin himayesinde yaşarlar. Fakat nihilistin derdi, daha ziyade, insanın ilâhî bir kökene sahip olup olmadığı ile ilgili değildir. Gerçek antagonizma, insan doğasının semavî rehberliğe ihtiyacı olup olmadığıdır. Küstah nihilist veya bugünkü ismiyle “woke kültürü”, aslında bahsi geçen bu rehberliği, yani peygamberlerin vaz’ ettiklerini reddeder; inanan ise tasdik eder.
İnsanı sınırlayan, yönlendiren, cesaretlendiren, dışlanmayı göze aldıran ve isyan ettiren bir güç, kurulu düzeni daima rahatsız etmiştir. Bu, otoriteye, tarlada çıkıntı yapan en uzun ekin saplarının başlarının kesilmesi ve onların bir seviyeye getirilmesi gerektiğini ihtar eden zamandır. Bu müesses nizamın, insanların ruhlarına uyguladığı bir tür eşitlemedir.
Yanlış bir çabayla, müesses nizâmı teşkil eden unsurlar, yüksek amaçlarını, başka bir ifadeyle ruhunu kaybetmiş ise, böyle olunca her türlü aristokrasyayı veya hiyerarşiyi reddederek, kendilerini “tutarlı” şekle sokan, bir tür intihar yoluyla, bunun kefaretini ödemeye ve ödetmeye, veya kendilerini değerli kılmaya çalışanlar muhakkak olur. Devleti ele alalım!.. Bu türden bir “tutarlılık” bir devlet için tehdittir; çünkü devlet doğası gereği elitist ve hiyerarşiktir. Ama bir ceset hâline geldiyse, onun canlılık taklidi tiksindirici bir gülünçlüktür.
Eşitleme süreci, İkinci Cihan Harbi’yle ve devamında ivmelendi. Makineye ruhunu kaptıran insan, mekaniğin fert ve topluma yansıtılmasıyla, parçalanmaya, savrulmaya, dağılmaya ve nihayet düşüşe geçer; ve bu düşüş, yolunda gitmekte olan bir şeye mahsus döngüye sahip değildir. Bu düşüşe ervahı habise eşlik etmiştir ve bu, en mutlak, medeniyet çeşitliliğinin mahveden bir düşüştür. Her türden ideal bile ondan tamamen etkilenmiş olabilir. Düşmekte olan bir toplumu inceleyen sosyoloji, o toplumun fertlerini inceleyen psikoloji dahi aynı düşüşe eşlik eder. Yani paradigmalar çatırdarken bunun politik neticelerinden hiç etkilenmemeyi ummak, büyük aptallık. Gerçi bunun farkında olmakla da ele pek bir şey geçmiyor. Geçiyorsa bile bu düş kırıklığı gibi bir şeydir. Böyle durumlarda Tanrıyı arayan onu çağın ruhunda -haşa- ölü bulur, insanlığa olan inancını yitirir. İşte, düş kırıklığı budur!.. İnsanın kendine güvenmesi için ve etkin biçimde hareket edebilmesi büyük bir tutku gerekir. Düşüs ise böyle bir ilkenin tersi bir dinamiğe sahiptir. Görülen, duyulan ve yaşanan her şeyin düşerek biriktiği bir kara delik… Düşüşte olan kendine zarar verecek şeyi arar, seçer; zira o kendinden uzaklaşmıştır; düzensizdir, kötülüğünden dehşete kapılır, her kurtarma girişimi onu daha dibe çeker. Çekildikçe sorunları basitleştirir, basitliği rasyonel görür ve daha da dibe çekilir, işte bu kötünün döngüsüdür.
Filozof, her zaman ve her yerde düşüşe karşı olmak sevdasındadır. Ne yazık ki, siyasî düzenlemeler ve mefhumların yer değiştirmesi, muhakemeyi şaşırtabilir ve felsefî verimleri yok saymaya yol açabilir. Mesele, felsefenin hakikat arayışındaki eşitlikçiliği veya nötr tavrı; ruhun kendisine yönelen bu yıkıcı gücü sezmesi ve ona karşı erkekçe tavrı, bazen onu düşmanının jargonuna kurban ediyor.
“Felsefe deyince gözümün önüne şöyle bir manzara gelir: Feza büyüklüğünde bir çuval. Çuval, yalnız bir tanesi sağlam, gerisi çürük cevizlerle dolu… İşte felsefe, bu çuvala her defa elini sokup o sağlam cevizi boş yere aramak gayretinin ismidir.” (Üstad Necip Fazıl)
Felsefî medeniyet, Batı mahreçli… Batı medeniyeti, daima kendisinin tarihin doğru tarafında olduğu saplantısı içindedir; ve ilerledikçe de yanlış tarafın bir şekilde eleneceği ve sadece kendinin, yani doğru tarafın kalacağının hesap eder.
Batılı adam, rastgele elini daldırdıği bu çuvaldan sağlam ve sağlıklı cevizi tesadüfen bulacak olsa bile, aramaktan dermanı kesilmiş haliyle, his iptaline uğramasıyle, hayatın dolaysız anlatımına yabancılaşmakla, ne bulduğunu da bilemeyecek. Fakat felsefî medeniyet saplantıyla ve ısrarla insan doğasının sağlam ve sağlıklı olduğunu öğretmeye devam etmektedir; özünde ve onu oluşturan unsurlarda kökten sağlıklı ve bütün… İnsan anlayışı sağlıklı olduğu için gerçeği görebilir, keşfedebilir ve icat edebilir. İrade sağlıklı olduğu için haliyle iyiliği tercih edebilir. Ona göre, akıl kendi hâline bırakıldıği takdirde, gerçeği tüm çıplaklığı ile görecektir. Ve kendi haline bırakılan irade, zorunlu olarak mutlaka iyiyi gerçekleştirecektir. Öyleyse, büyük sosyal meselenin çözümünün, insan aklını ve özgür iradesini sınırlayan ve boyun eğdiren bağları koparmaktan geçtiği açıktır. Kötülük ne özgür iradede ne de akıldadır, o tahditlerdedir… Bu doğruysa, insanlık, ilâhî bağı olan Tanrı’yı reddettiğinde mükemmel olacaktır; ve siyasî bağ olan devlet ve idareyi reddettiğinde; sosyal bağ olan mülkiyeti reddettiğinde; aile içi bağ olan aileyi reddettiğinde; erkek ve kadın olarak, cinsiyeti reddettiğinde… İnsanın “kendi hâline bırakılması”gerektiği fikri, insanın doğal olarak iyi olduğunu, ancak ananevi ve zincirleme olarak yozlaştığını savunur. Bozucu etkileri ortadan kaldırın, iyi siyaset kendiliğinden oluşur. Yapılması gereken herhangi bir planlama ve inşa işi yoktur. İdeolacyaların devri geçmiştir. Bir rönesans için gereken tek şey yıkımdır. Bugün buna büyük sıfırlama diyorlar.
Dizginsiz insan doğasına yapılan çağrılarda bir yıkım dürtüsü veya tutkusunun olduğu fark edilebilir. Fransız Devrimi bunun bir tezahürüdür. Ancak daha yakın zamanlara bakabiliriz. Mesela eşcinsel evliliği etrafında, eşcinsel çekimlerin doğal olup olmadığıyla ilgili tartışmaların olduğu zamanı hatırlıyor musunuz? Sürekli doğal olanın zincire vurulmaması gerektiği üzerine propaganda yapıldı ve bu görüş benimsetildi. Sonuçları iyi olmadı. Psikiyatr, kendini kadın hissettiğini söyleyen erkeği, tedavisi gereken bir hasta olarak görmüyor, bilakis hissine tercüman oluyor, Cinsiyetsizlik gibi bir ucube kavram tartışılıyor ve henüz kısmen empoze ve dikte edilmeye çalışılıyor.
şunu soylemekte fayda var: Yobaz bir tavırla felsefî mahsulü yok saymıyoruz. Aradığının ne olduğuna davet edilir. Ancak bu, felsefeden nefret etmemek anlamına gelmiyor; çünkü bu nefretin yegane ve aslî sebebi, onun herhangi bir asil vazifenin sonunu getirmesidir. Zamanlarını bir şeyleri çürütmeye ve yıkmaya harcayan filozofların aksine, “Mutlak Fikir” bağlılığın hakikat adına mücadele etmek gibi kutsal bir vazifesi vardır ve bu, hayata anlam katar.
Bize bu mücadele azmini verdiği için Allaha şükredelim. Ve sonsuz iyiliğiyle, zaferden daha büyük bir ödül olarak, davası için savaşanlara mahsus kıldığı savaşma lütfundan başka bir şey istemeyelim.
Belki tuhaf gelebilir, zafer kesinlikle en önemli şey değil. Bir erkek için en önemli şey iyi dövüşmesidir. En büyük başarısı, iyi dövüşerek, iyi dövüşme lütfunun kendisine verilmesidir. İnsan gayretiyle mistik bir şekilde iç içe geçmiş bu lütuf, zaferden daha büyük bir ödüldür.
İlâhî devrimciler, Allah’ın tarihe tutulmuş fenerleridir. Ekseriyet ise, sakin, huzurlu, konforlu, tehlikesiz zamanlarda ölme kısmetine veya rezaletine sahip olanların, aslında hayattan ölü geçtikleri söylenebilir. Evet, ancak “vicdan azabına eş” bir azap içinde yaşayanlar erkeklik kisvesine bürünüp, hayata karşı kendilerine erkek olduklarını söyleyebilirler.
Endişeyi doğru bir şekilde tasvir etmeli. Hayat ancak kültürel yaşandığında güzeldir; yani bu yaşama, insanın kendini ve cinsini geliştirmek için yaptığı şuurlu bir çabadır; politiktir. “Yaşamaya değer bir hayat” isteğidir… Bu isteyişin şiddeti, saldırı altında bir kültüre ait olmakla, hayatın anlamında daha mı belirgindir? Öyle midir? Burada bir çelişki olabilir: Huzur, sükûnet ve istikrar zamanında zihinlerimizin, bedenlerimizin ve ruhlarımızın geliştirilmesi anlamsız mıdır? Erkekçe bir hayat yaşamak için illâ ki rakip medeniyetten gelmekte olan bir saldırı altında mı olmalıyız? Bence bu tür bir ayrıma gitmek kusurludur. Kültür her zaman ve her yerde, iç veya dış saldırıya maruzdur. Hele ki, bu dijital çağda saldırının her çeşidine en mükemmel şekliyle rastlamak sıradandır. Siyasî sağ, kültürel saldırıyı hep dışarıdan göstermek eğilimindedir; böylelikle dikkatleri yozlaşmış rejime yöneltmekten kaçınmaktadır…
Diğer insanlar, diğer fertler, hatta kendimizi dışlanmış hisseden, dışlanmanın yüksek bir amacı takip etmek için gerekli bir ön şart olduğunu anlamayan parçalarımız. Yahut anlıyorlar ama başka alternatif, bir dünya görüşü, kendilerine ait bir kültürleri yok. Kendi kültürünün bir parçası olamamaları yozlaşmaya dönüşür. Kültür her halükârda saldırı altındadır. Söz konusu insan hayatı olduğunda, güzellik kendiliğinden oluşmaz. İnsan, kendi başına ahseni takvim olsa bile, yine kendisi bunu yanlış yorumlamanın ve bozmanın bir yolunu bulabilir.
Temel kural, bâtılın zail olmasıdır ve amaçlar araçları haklı çıkarıyor. Her şeye tatbik edilemese de, mutlak kuralın bu yönü önemlidir. Bu apaçık gerçek karşısında, yani kültürü muhafaza için veya bütün şartlarını geçerli kılmak için ihtilâl ve devrim araçlarını ve dolayısıyle savaşmayı inkar eden insanlar, her zaman kendilerine veya davalarına olan gizli inançsızlıklarını ele verirler. Evet, kötü biri kötü amaçlar için ateş ettiğinde veya bu formülü zulmü haklı çıkarmak için kullandığında kötü şeylerin olma potansiyeli vardır; sırf yıkmak için yıkım bir çesit dokunduğu her şeyi mahveden bir yobazlık. Fakat yüksek bir fikir ve davranış standardını amaçlar. Herhangi bir kültürü korumak “tehlikelidir”; çünkü bir standart içerir ve standartlar, dışlanmayı, çatışmayı ve baskı görme potansiyeli içerir. Erkekler, ismiyle müsemma olmayan, içi boşaltılmış ve zombileşmis devlet, millet, maddî-manevî değerler gibi mefhumların tehlikeleriyle yüzleşmek, mânâları irca için, ihtilâl ve devrim aracını kullanabilmek üzere yetiştirilmelidir. Onun yıkımı inşa içindir.