TEKNİĞİN MÜKEMMELLİĞİ !
Ayhan SÖNMEZ
‘Küresel Devlet’ ve onunla birlikte ‘teknoloji’ fert için öldürücüdür. Bu ifâde soğuk karşılanabilir, ‘romantizm’ ve ‘kültürel kötümserlik’ diye suçlanabilir.
Bir vakitler ütopyalar ‘ideâl devlet’ modeli etrafında yoğunlaşıyordu. Bu ‘ütopik malzeme’nin yerini bugün teknik unsur almıştır. Makinelerin gelişimi aslında bazıları diğerlerinden daha yanlış olan bir dizi inanca sebeb oldu. Teknolojinin gelişmesi, emeği azaltıp zenginliği artırmayı mümkün kıldığı düşüncesi de bunlardan biri. Aslında küresel seviyede ele alınan teknik ilerleme, insanın fıtratını kökten değiştirirken, yalnızca insana yüklenen iş miktarını artırdı. Eğer insan üretim yoluyla gerçekten zengin olabilseydi, uzun zaman önce “mutlu” olurdu. Ancak gerçek zenginlik bir “sahip olma” meselesi değil, “olma” meselesidir. Ve teknolojinin alanı ne kadar genişlerse, dünya mânevî olarak o kadar fakirleşiyor ve insan insanlığını kaybediyor. Hayatın genel organizasyonunun giderek rasyonelleştirilmesinden daha bariz bir yoksulluk semptomu yoktur. Teknik, derin bir neşe, tatmin yahut da gerçekleşme duygusu sağlamaz, sadece kıskançlığı, açgözlülüğü ve kırgınlığı şiddetlendirir.
Makine üzerinde hareket eden rasyonel ruh, tıpkı makinenin kendisi gibi, hiçbir şeyin tatmin edemeyeceği iştahları uyandırır. Teknoloji dünyası her yerde kaygıyı ve ötekilik duygusunu yoğunlaştırıyor. Aynı zamanda insan, kendi aynası olan kainatın daha az efendisi haline geliyor. İnsan “teknomorfik” bir varlığa dönüşür. Yaptığı işte giderek uzmanlaşıyor, boş zamanlarından giderek kopuyor, tekrarlayan ve tek tip bir meslek sahibi oluyor. Sürekli olarak yapay ihtiyaçlar salgılayan bir tekniğin kölesi olan insan, bu ihtiyaçları karşılamak için giderek daha fazla çalışmak zorundadır. Sonuçta münferit kalması sebebiyle teknik sürecin bir nesnesi ve parçasdı hâline gelir. Devlet bile “teknolojiktir”. Bütün toplum dev bir makineye dönüşüyor. Düşüncenin “teknikleşmesinin” en karakteristik cihetlerinden biri, mekanik bir zaman anlayışının yayılmasıdır; bu anlayış olmasaydı, teknolojinin doğurduğu insan organizasyonun tezahürü imkânsız olurdu. Zaman artık rasyonel ve hesaplayıcı bir düşünce tarafından ehlileştiriliyor. Dün insan zamanı fethe memurdu, bugün ise onu fetheden zamandır.
Mekanik saatin doğuşu, bu evrime işaret eder ve bu sebeble kendini yürüyüşe adamış adamın “nesli tükenmekte olan bir tür” hâline gelir. Artık kimsenin vakti yoktur. Zamanın bütün fizikî ölçümlerinin yerini alan yeni mekanik saatin icadı… Bu saatler güçlerini artıruyor ve gittikçe daha korkutucu hâle geliyor. Aslında zamanı ölçmüyorlar, inşa ediyorlar. İnsanın zamana hâkim olmasına izin vermiyorlar, otomasyona teslim ediyorlar. Daha genel olarak, tüm bunlardan gördüğümüz gibi, bilimler bizatihi insanı bir nesne derekesine indirmektedir; kesin olarak tekrarlanabilir olayların üretilmesini mümküm kılan kanunları elde etmek için kullanılırlar ve bu sebeble her şeyden önce, insanı kaçınılmaz olarak bir determinasyonlar ağı içine hapseden düzenleyici faktörlerin mekanik olarak yeniden ortaya çıkışıyla ilgilenirler. İnsan böylelikle “her şeyin ölçüsü” değildir ve her şeye göre ölçülür. Bu suretle mükemmelliğe giden bir dürtü her yerde hâkim olur.
Bu “teknolojik mükemmellik”, varoluşun tüm alanlarının rasyonel ve mekanik olarak organize edileceği, içtimaî “şeffaflığın” tamamiyle sağlanacağı ve hiç bir şeyin bundan kaçınamayacağı “mükemmel” bir fonksiyonalite ve otomasyonun hâkim olacağı bir zamana işaret ediyor. Bu trend bugün dünyadaki ana hadiseyi temsil ediyor. Teknoloji dünyası aslında Doğu ile Batı’yı tefrik edebilecek her şeyin ötesindedir. Kapitalist zihniyet ile Marksist zihniyet kardeştir. Kominist, kapitalist kardeşinden çok şey öğrendi ve bu rüzgâra kapılması tesadüf değildi. Çünkü her ikisi de makine ideolojileridir. Dünyanın büyük güçleri birbirine benzedi. Üzerlerinden uçtuğunuzda her yerde aynı binaları, aynı fabrikaları, aynı nükleer kuleleri göreceksiniz. Dünyaya hükmetmek isteyen büyük güçler arasındaki ayrılık, proleteryanın tezahür şekilleri ve tarzlarından ibaret… Yakınlaştılar ve eğer bir senteze varırlarsa belki dünya devleti her ikisini de diyalektik olarak bağrına basacaktır.
Ancak tekniğin “mükemmellik noktasına” ulaşması aynı zamanda onun dönmesine de karşılık gelebilecek bir hadisenin zuhurunu da mümkün kılabilir. Teknik, mütemadiyen yeni “ilerlemeler” meydana koymak yerine, belirli bir sınırı geçtikten sonra, kensini yadsımaya, kendisini doğası gereği tamamen teknolojik olan bir dizi teferruatlı uyarlamayla sınırlamaya yönelir. Üretkenlik ideolojisinin aşırı büyümesi, tüm sahalarda üretkenlik muhalifi olmaya ve ardından saf ve basit bir şekilde üretken olmamaya yol açıyor.
Kısacası teknolojinin saltanatı, insanın kurtuluşu yerine, mânevî hayatın köleleştirilmesini ve yok edilmesini beraberinde getiriyor. Gezegen ise genel bir yağma altında. Hesaplama ruhuna göre, dünya gerçekte bir nesneden, sömürülmeye yönelik ve maksimum elde edilmesi gereken ölü bir küreden başka bir şey olamaz. Aslında makine her şeyi yok eder. Manzaraları katlediyor, çevreyi kirletiyor, giderek tehlikeli, korkunç ve yaşanmaz hâle gelen şehirler karşısında kırsalın doğal yapısını sürekli olarak bozmaya zorluyor. Genelleştirilmiş sömürü, genelleştirilmiş yalnızlığa sebeb olur. Pragmatist sanayi yapıları genel bir yasa hâline gelir. Teknoloji adamı yalnızca teknikle ilgilenir ve onun, insan üzerindeki etkilerine karşı ise bigânedir. Bugünün dünyası pul pul dökülmenin, çürümenin, bencilliğin dünyasıdır. “Sahip olmak” ile “olmak”, bilmek ile yapmak arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Tekniğin doğası meselesi, temel bir meseledir. Kesin olan bir şey var ki, insan ve teknoloji arasındaki ilişki, efendi-köle diyalektiğine hapsolmuş.
Teknik hiçbir zaman tarafsız olmadı. Ya insan ona hükmeder, yahut da kendisi ona hükmeder. Birinci Dünya Savaşı’ından sonra mesele, insanlarla makineler arasında kimin daha güçlü olacağını bilmekti. Ve son savaş, teknolojinin ilâhî ve insanî güçlere tâbi kılınması üzerine kopar. Bugün şu soru geçerliliğini koruyor: Dünyayı insanlar mı yoksa makineler mi yönetecek?