EMPERYALİZME KARŞI BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA DIŞ BORÇ MESELESİ
Takdim: AKP iktidarı (İngiliz) Mehmet Şimşek’i ekonominin başına getirdikten sonra, Bakan Şimşek hızla yabancılardan para bulma derdine düştü. Şimşek, konuşmalarında, yabancıların Türkiye’ye olan güveni ve yatırımcıların hevesinden bahsediyor… Peki bu iyi bir şey mi? Aşağıdaki yazı, yabancı yatırımcıların bizim gibi az gelişmiş olan ülkelere yatırım yaparken paralarını garanti altına almak için nasıl hukuki bir düzen kurduklarını anlatırken, satır aralarında bu düzenin esasında bir sömürüye delalet ettiğine de şahit oluyoruz. Hukukî bir düzen olmasın değil, bu düzen Yeni Dünya’nın ruhuna uygun olarak adalet ilkesi etrafında yeniden tesis ve tarif edilmek durumunda. Dünya bu yeni döneme doğru giderken ifade edelim ki, bu düzenin kurucuları olarak bu borçları ödemeyi reddediyoruz. Türkiye gibi ülkelere verilen bu borçlar, art niyetli bir tefecilik ve mevcut işbirlikçi rejimleri destekleme gayeli siyasî komplolar içeriyor olması bakımından bizim açımızdan hukukî olarak da adalet ilkemizle uyuşmuyor. Evet, bu borçlar ödenmediğinde ne olur? Savaş mı çıkar? Terör örgütünüz NATO varolmaya devam etmeyi başarırsa savaşırsınız… Yoksa zaten bu güne kadar çalıp çırptıklarınızı tahsil etmek için biz zaten sizleri ziyaret etmeyi düşünüyoruz.
Çevirmenin notu: Aşağıda, İngiliz araştırmacı gazeteciler Claire Provost ve Matt Kennard’ın Bloomsbury Academic yayınevi tarafından basılan Silent Coup: How Corporations Overthrew Democracy kitabından, Declassified UK tarafından düzenlenerek yeniden yayımlanmış bir kesitin tercümesi mevcut. Yazarlar, bu bölümde 1950’lerde sermayedarların yükselen sömürgecilik karşıtı dalgaya karşı geliştirdiği hukuki sistemi ve onun meydana geliş sürecini ele alıyor. (Emre KÖSE)
Kapitalist Manga Carta’yı yazan Alman banker ve İngiliz lord
Claire Provost, Matt Kennard

1950’lerde bağımsızlık hareketleri dünyayı kasıp kavururken, iki adam yabancı yatırımcıları koruma amaçlı uluslararası bir hukuk sistemi önerdi. Şimdi hayata geçirilen fikirleri, çok uluslu şirketlerin dünya çapında hükümet politikalarına meydan okumak için kullandıkları temel mekanizma.
Daimler-Benz ve Lufthansa gibi pek çok dev şirketin de yöneticisi olan Deutsche Bank’ın etkili yöneticisi Hermann Abs, 1957 yılında San Francisco’da 56. yaş gününü kutladı.
Jailhouse Rock yeni çıkmıştı ve o zamanların yükselen yıldızı Elvis Presley, kent merkezinde sahne alıyordu. Ancak oraya ne rock müzik ne de tipik bir doğum günü kutlaması için gitmişti. Bu seçkin etkinliğe konuşma yapmak için gitmişti; dünya çapında özel yatırımcıların “haklarını” güvence altına alma ve korumaya yönelik cüretkâr, yeni, küresel bir “Kapitalist Magna Carta” olarak tanımlanan şey adına kampanya yürütüyordu.
Abs, ikonik Golden Gate Köprüsü civarındaki gösterişli bir otelde, Uluslararası Endüstriyel Kalkınma Konferansı için bir araya gelen dünyanın en önde gelen 500’den fazla banker, iş insanı ve politikacıya planını sundu.
“Bazı az gelişmiş ülkelerin, Batı dünyasının aslında kendi ekonomilerinin gelişmesi için ödeme yapmak zorunda olduğu şeklindeki bilinen tutumunu” kınadı. Bunun yerine “özel yabancı yatırımlar için etkili ve uygulanabilir bir hukukun üstünlüğü” için yeni bir uluslararası hukuk sistemi önerdi.
Burada bağlamı Soğuk Savaş, Güney’de yükselen bağımsızlık hareketleri ve Kuzey’deki işçi hareketleri oluşturuyordu. Sömürge rejimleri altında kâr eden yabancı şirketler ayaklarının altındaki toprağın kaydığını hissediyordu.
Afrika’nın her yerinde, yeni özgürleşen uluslar tarafından kamulaştırılabilecek endüstriler, özel imtiyazlar ve kamulaştırılabilecek geniş toprak mülkleri vardı.
Abs, önerdiği sistemin bu tür tehditlere yanıt vermeye ve hatta bunları önlemeye yardımcı olabileceğini ifade etti. Ayrıca, “özel yabancı sermayenin haklarına dolaylı müdahaleler” olarak nitelendirdiği, devletlerin “temel hammaddelerden” vazgeçmeyi veya şirketlere gerekli lisansları vermeyi reddetmesi ve hatta (yatırımcıların bakış açısından) “aşırı vergilendirme” gibi durumlarla da başa çıkabileceğini söyledi.
Günümüzde yatırımcı-devlet anlaşmazlıkları çözümü (veya ISDS) olarak adlandırılan bu sistem, çok uluslu şirketlerin tüm ülkeleri doğrudan gölgeli uluslararası mahkemelerde dava edebildiği güçlü ancak muğlak, küresel bir hukuk sistemi.
Dünya Bankası’nın Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözümü Merkezi (ICSID) adlı benzer şekilde belirsiz bir kolu, bu türden davaların büyük bir kısmını denetlemişti; Eylül 2023 itibariyle toplamda yaklaşık 1000, yaklaşık 300’ü halihazırda beklemede.
Meydan okuyan politikalar
Bu ihtilaflardan bazıları milyarlarca dolar değerinde, Güney Afrika’da apartheid sonrası siyahların iktisadi olarak güçlendirilmesine dönük politikaların yanı sıra çevresel düzenlemeler de dahil olmak üzere kanun ve politikalara meydan okudu.
Bu sistemin ABD ve Avrupa Birliği arasında önerilen Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na (TTIP) dahil edilmesine yönelik yaygın halk muhalefeti, anlaşmanın 2016 yılında çökmesine ön ayak olmuştu.
Fakat bu sistemden geçen vakaların çok azı gazeteciler tarafından araştırılması bir yana, haber konusu bile yapılmadı. Bu davaların vergi mükellefleri, seçmenler ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin sakinleri üzerinde kayda değer etkileri oldu ve olmaya da devam ediyor.
Londra’daki Araştırmacı Gazetecilik Merkezi’nde bursiyer olarak çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, 2014 yılında, bizi El Salvador’a ve ISDS sistemine gönderen beklenmedik bir telefon aldık.
Bu ülkede yerlilerin madenciliğe karşı mücadelelerin ön saflarından Dünya Bankası’nın Washington DC’deki ICSID merkezinin arşivlerine kadar, bu sistemin çok uluslu şirketler ve yabancı yatırımcılar tarafından dünyanın dört bir yanındaki çevre düzenlemelerine ve halk hareketlerine meydan okumak için nasıl kullanıldığının ve bu tür amaçlar için nasıl teşkil edildiğinin izini sürdük.
Tarihi belgeler bize bunun başta iyi niyetlerle oluşturulmuş bir sistemden ziyade, gelişmekte olan ülkelerin endişelerine rağmen nasıl anti-demokratik bir şekilde kurulduğunu gösterdi.
ICSID 1966 yılında kuruldu. Bunun öncesinde, Dünya Bankası bu konuda bölgesel toplantılar düzenledi; bu toplantıların özet notları, bazı gelişmekte olan ülkelerin teklifin özüne ve şekline başından beri nasıl itiraz ettiklerini gösterdi.
Brezilyalı bir delege, taslağın yabancı yatırımcılara “tam eşitlik ilkesine aykırı olarak imtiyazlı bir konum” vereceği uyarısında bulundu. Başka bir toplantıya katılan Hintli bir temsilci, taslağın “yatırımcılara kapsamı belirsiz ilave haklar” vereceğini, fakat yükümlülükleri hakkında bir şey söylemeyeceğini ve taslak önerilerin kabul edilmeden önce “daha geniş bir forumda değerlendirilmesi” gerektiğini dile getirdi.
Bu dönemi de inceleyen İngiliz akademisyen Taylor St John’a göre, “muhalefetin birleşmesini önleme” amaçlı kapsamlı bir banka stratejisi vardı. St John şöyle diyor: “Banka, özellikle OECD ya da BM aracılığıyla önceden bu tür bir sistem kurma yönünde atılan adımların çıkmaza girmesinin ardından, farklı direniş gruplarının birleşmesinden endişe duyuyordu.” Bankanın bunu önlemek için, tekliflerine ilişkin istişare notlarının dağıtılmaması da dahil olmak üzere bir dizi taktik benimsediğini anlattı.
Fakat diğer tarihi belgeler, Dünya Bankası’nın bu fikri kabul etmesinden yıllar önce de başka insanların bu fikri ortaya attığını ve memnuniyetle karşıladığını gösteriyor. Bu şahıslar halkı temsil etmekten ziyade, ulusötesi şirket elitinden geliyorlardı.
San Francisco, 1957
TIME dergisinin arşivlerinde ISDS sisteminin oluşumuna dair olağanüstü bir sayfa daha bulduk. 1950’lerin sonlarında Time, Life ve Fortune dergilerinin yayıncısı Amerikalı dergi patronu Henry Luce, Uluslararası Endüstriyel Kalkınma Konferansı (IIDC) adı verilen bir oluşumu finanse etmeye başladı.
1957 yılında San Francisco’da düzenlenen konferansta Hermann Abs, TIME’ın “Kapitalist Magna Carta” olarak adlandırdığı ve “konferansın en çok alkışlanan somut önerisi” olarak tanımladığı önerisini sundu.
TIME-LIFE International medya grubu bu etkinliğin sponsorluğunu üstlendi ve TIME etkinlik için “The Capitalist Challenge” (Kapitalist Meydan Okuma) başlıklı sekiz sayfalık resimli bir ek çıkardı. Ekte yer alan renkli makalelerde katılımcılar “yüksek finans ve yüksek makamların uluslararası kimliği” olarak tanımlandı.
Şöyle diyordu: “Londra’dan firmaları Sanayi Devrimi’ni finanse eden finansörler geldi; Berlin’den Avrupa’nın en sağlam ekonomisini savaşın enkazından inşa eden canlı iş insanları.” İtalyan otomobil devi Fiat’ın genel müdürü de oradaydı. Ancak en büyük delegasyon, aralarında Ritz Crackers ve RCA electronics’in de bulunduğu “202 kişilik ABD’li yöneticilerden oluşan falanks” idi.
Şirket elitlerinin halk hareketlerinin kendilerini tehdit edebileceği yönündeki korkularının bağlamı da bu makalelerde açıkça ortaya konuyor. Makalelerden birinde “Batılıların milliyetçilikle kaynayan yeni topraklarda yatırımcıları koruma ihtiyacını nasıl vurguladıkları” anlatılıyor.
“Anti-Kapitalist Tutum” başlıklı bir başka makalede ise “dünyanın az gelişmiş ülkelerinde yabancı yatırımın önündeki en büyük engellerden birinin yabancı yatırıma en çok ihtiyaç duyanların zihinlerinde ve duygularında” yattığı belirtiliyor: “Yabancı yatırımı genelde 19. yüzyıl tarzı sömürgecilikle bir tutma eğiliminde olduklarından, bunu kabul etmekte isteksiz davranıyorlar.”
O zamana dek Abs, uluslararası finans dünyasında çoktan efsane olmuştu. TIME daha sonra onun hakkında “1937’de Deutsche Bank’ın yurt dışı departmanının başına atanması onu 36 yaşında Alman bankacılığının Wunderkind’i haline getirdi,” diye yazacak ve aynı zamanda 25 büyük şirketin yönetim kurullarına nasıl katıldığını ve “karar alma sürecinin çoğunu uçak yolculuklarında gerçekleştirecek” kadar meşgul olduğunu anlatacaktı.
1994 yılında öldüğünde, Ipsden Baronu ve Britanya Merkez Bankası’nın eski başkanı Eric Roll, İngiliz The Independent gazetesine Abs’i “zamanının olağanüstü Alman bankeri” olarak nitelendiren bir ölüm ilanı yazdı.
Kendisini Endonezya, Vatikan, Arjantin, Brezilya ve Dünya Bankası’nın doğrudan özel şirketlere borç veren ve yatırım yapan Uluslararası Finans Kurumu’na (IFC) danışman olarak tanımladı.
Roll, ayrıca banker ile ilgili bir şaka da paylaştı: “Cennete vardığında, orayı harap ve mali yıkım içinde bulur. Abs hemen baş meleklere bir plan hazırlar: Heaven plc; öbür dünyanın özelleştirilmesi, Yüce Tanrı’nın yönetim kurulu başkan yardımcısı olması.” (Bunun anlamı şudur: Abs’in kendisi Tanrı’nın üstünde direktör olacak).
Plan
San Francisco’da, Alman Yabancı Yatırımların Korunmasını Geliştirme Derneği adlı bir kuruluşun da başkanı olan Abs, dinleyicilerine avukatların planının detayları üzerinde çalıştıklarını ve önerdiği sözleşmenin bir taslağının yıl sonuna kadar müttefiklerle paylaşılmaya hazır olacağını umduğunu ifade etti.
Bankerin Kaliforniya turu, yabancı yatırımcıların çıkarlarını korumaya yönelik bu yeni küresel hukuk sistemini tanıtan uluslararası kampanya yolundaki duraklardan sadece biriydi.
Önerisi için bazı gayri resmi emsaller vardı. Napolyon III, 1864 yılında Süveyş Kanalı Şirketi ile Mısır devleti arasındaki bir anlaşmazlıkta hakemlik yapmıştı. Bu davada şirket, ülkeden zorla çalıştırma nedeniyle bir kanal inşaatı projesini iptal ettiği için tazminat talep etmişti. Toplanan mahkeme, sözleşmenin “kutsallığı” olarak adlandırdığı şeyi göz ardı ederek şirketin yanında yer aldı ve Mısır’ın büyük bir ceza ödemesine hükmetti.
Bu “uzun süredir unutulmuş” anlaşmazlığı inceleyen ABD’li hukuk profesörü Jason Yackee, 2015 yılında şirketin iddiasının “çarpıcı bir şekilde modern (ve hatta belki de zamansız) bir karaktere sahip olduğunu” yazdı: “Hangi koşullar altında ve hangi sonuçlarla, günün hükümeti, kamu yararı anlayışını teşvik etmek için yasalarını değiştirebilir, ancak bu değişiklik yabancının yatırımlarının değerini olumsuz yönde etkiler ve hatta belki de yok eder?”
O zamanlar, bu tür davalar kurumsal bir altyapı olmadan, geçici temeller üzerine kuruluydu. Abs bunu değiştirmeyi teklif ediyordu. 1957 yılının sonlarında, San Francisco konferansından yalnızca birkaç ay sonra, söz verdiği gibi “Yabancı Ülkelerde Özel Mülkiyet Haklarının Karşılıklı Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme” taslağını yayımladı.
1958 yılında, Britanya’nın eski başsavcılarından ve Shell’in yöneticilerinden Lord Hartley Shawcross liderliğindeki ayrı bir avukat grubu ikinci bir “Yabancı Yatırımlar Sözleşmesi” taslağı hazırladı. 1959 yılında bu iki tasarı birleştirilerek “Abs/Shawcross Yurtdışı Yatırım Sözleşmesi” olarak bilinen tek bir taslak olarak yeniden yayımlandı ve Batı Alman hükümeti tarafından şimdiki adıyla OECD’ye sunuldu.
Aynı yıl, Britanya’da partiler üstü bir parlamento komisyonu, bir dünya yatırım konvansiyonu ve anlaşmazlıkların çözümü için bir tahkim mahkemesi kurulması çağrısında bulunan bir rapor yayımladı.
Ancak bu fikir, kendisi de özel sektörün küresel çapta genişlemesine giderek daha fazla dahil olan Dünya Bankası’nda yeni bir yuva bulana kadar fazla ileri gitmedi.
“Banker diplomat”
O dönemde Dünya Bankası Başkanı olan Eugene Black de San Francisco’daki etkinlikte bir konuşma yapmış ve “hem hükümetlerin hem de halkların kar güdüsüne karşı düşmanca tutumunu” kınamıştı. “İnsanların özel teşebbüsü gerekli bir kötülük olarak değil, olumlu bir iyilik olarak kabul etmeleri gerektiği” konusunda ısrar ederken, hükümetlerin de özel teşebbüse “tahammül etmekten” daha fazlasını yapmaları gerektiğini vurgulamıştı. Şöyle izah etmişti: “Katkısını hoş karşılamalı ve cezbetmek ve hatta ona kur yapmak için ellerinden geleni yapmalılar.”
1898 yılında Georgia Atlanta’da doğan Black, elit bir banker ailesinden geliyordu. Babası 1930’larda kısa bir süre ABD Merkez Bankası’nın başkanlığını yapmıştı. Bir yatırım firmasında ve Chase National Bank’ta çalıştıktan sonra 1940’ların sonunda Dünya Bankası’na geldi ve kurumun onun görev süresiyle ilgili açıklamasına göre, “Banka’yı kişileştirmeye” ve “yaygın olarak Black’in Bankası olarak bilinmeye başladı”.
San Francisco’daki yorumlarını yineleyerek, onu “komünizmin yayılmasından ve bunun işleyen küresel kapitalist ekonominin restorasyonu üzerindeki etkisinden derin endişe duyan” bir “banker diplomat” olarak hatırlıyor.
Black’in başında olduğu Dünya Bankası hızla büyüdü. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetlere giderek artan miktarlarda borç verdi ve özel şirketleri doğrudan desteklemek için yeni şubeler kurdu. 1990’larda bir banka tarihçisi, Black’in “pazarlık ve müzakere konusunda usta” olduğunu yazarak, “bir arabulucu olarak uluslararası şöhretini” ve “yabancı yatırım anlaşmazlıklarının çözümünde nasıl etkili” —ülkelerin anlaşmaları müzakere etmek için şirketlerle masaya oturmasında ısrarcıydı- olduğunu anlattı.
Alman (Abs), İngiliz (Shawcross) ve Amerikalı (Black) ile birlikte iki kişi daha, incelemekte olduğumuz uluslararası yatırımcı-devlet hukuk sisteminin oluşturulmasında bilhassa önemli roller oynamış gibi görünüyordu.
Aralarından biri daha Amerikalıydı: Black, 1963’te emekli olduğunda Dünya Bankası başkanlığını devralan George D. Woods. O da Black gibi önce ticari bankerlik yapmıştı. Dünya Bankası’nın yeni başkanı olarak yönetim kuruluna yaptığı ilk konuşmada, “Banka’nın gelişmekte olan ülkelere özel sermaye akışını genişletmek ve derinleştirmek için yardımcı olabileceği tüm olası yolları” keşfetme sözü verdi. Bunu kabul eden ülkelerin “kalkınma hedeflerine kabul etmeyenlerden daha hızlı bir şekilde ulaşacaklarına” inandığını söyledi ve “bu da yabancı yatırımcılara cazip karlar elde etmeleri için adil bir fırsat vermek anlamına geliyor,” dedi.
İkincisi ise Aron Broches’tu. Uluslararası Para Fonu (IMF) ile birlikte Dünya Bankası’nın kurulduğu 1944 yılındaki Bretton Woods Konferansı’nda resmi Hollanda delegasyonunun bir parçasıydı. Daha sonra on yıllar boyunca Banka’nın genel danışmanlığını yaptı. 1960’larda ICSID’in kuruluşuna nezaret etti.
Sistemi kutsamak
Sonraki birkaç on yıl içinde ISDS sistemi, yabancı yatırımcıların hükümetlerle anlaşmazlığa düşmeleri halinde bu sisteme erişimini sağlayan binlerce uluslararası anlaşmada yer aldı. Bu anlaşmalar, yabancı yatırımcıların ICSID gibi yerlerde dava açabilmeleri için devletin önceden “onayını” etkin bir şekilde veriyor.
Broches’un kendisi de bu anlaşmalarla yakından ilgilenecek ve devletleri diğer ülkelerle bu tür hükümler içeren ve İkili Yatırım Anlaşmaları (BIT) olarak adlandırılan anlaşmaları imzalamaya teşvik edecekti.
Uzun bir süre boyunca bu davaların neredeyse tamamı zengin ülkelerdeki şirketler tarafından yoksul ülkelerdeki hükümetlere karşı açıldı. Bu durum, sistemin yaratıcılarının vizyonuna ve yabancı yatırım miktarını artırarak yoksul ülkelerin kalkınmasına nasıl yardımcı olacağı yönündeki süregelen retoriğe uygun görünüyordu. Fakat son zamanlarda, Abs’ın Almanya’sı da dahil olmak üzere zengin ülkelere karşı açılan davalarda da artış yaşandı.
ICSID’in dava veri tabanında bir İsveç şirketi tarafından Almanya’ya karşı bir çift dava açıldığını gördük. Davalardan biri milyarlarca dolar değerindeydi ve ülkenin nükleer enerji santrallerini kapatma kararı nedeniyle devam ediyordu. İkincisi ise Almanya’nın epeyce övündüğü “yeşil enerjiye” geçiş vaatleriyle çelişiyor gibi görünen tartışmalı yeni bir kömürlü termik santralle ilgiliydi.
Bazen uluslararası yatırımcı-devlet hukuk sisteminin “büyükbabası” olarak nitelendirilen Almanya’ya dava açılabiliyorsa, herhangi bir ülke ve dolayısıyla küresel olarak her vergi mükellefi ve vatandaşı risk altında olabilir gibi görünüyordu. Şimdiye kadar bize yön veren soruları tekrar düşündük. Seçilmiş yetkililerimiz hakikaten de söyledikleri kadar çok şeyden sorumlu muydu?