HAKAN YAMAN’IN MARAŞ’TA VERDİĞİ KONFERANSIN VİDEO KAYDI VE TAM METNİ

HAKAN YAMAN’IN MARAŞ’TA VERDİĞİ KONFERANSIN VİDEO KAYDI VE TAM METNİ

İki sene önce Adımlar kadrosu olarak Maraş’ta gerçekleştirdiğimiz “Yaşayan Necip Fazıl Salih Mirzabeyoğlu” isimli konferansı, aynı mânâya her zamankinden daha sıkı perçinlenmiş olarak Kumandan’ın doğum günü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.

YAŞASIN KUMANDAN MİRZABEYOĞLU!

ADIMLAR

 

Kıymetli takipçilerimiz;

ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Maraş Temsilciliğinin 21 Mayıs 2016 tarihinde yoğun bir katılımla Maraş’ta gerçekleştirdiği “YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU” konferansında sayın Hakan YAMAN’ın konuşmasının video kaydını iki bölüm hâlinde sizlere sunarken, konuşma metninin tamamını bir bütün hâlinde alâkalarınıza sunuyoruz.

ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu

 

 

YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU

Konuşmacı: Hakan YAMAN

Tevfik Fikret’in onca manzumesi içinde beni en çok saran ve üzerinde konuşmaya değer gördüğüm, henüz gençlik yıllarında büyük divan şairi Nef’î için yazmış olduğudur. Diyor ki, Nef’î için:

“Öyle bir nehr-i muazzam gibi cuş etmişsin
Fakat, eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin
Sana bir başka zemin, başka zaman lazımdı
Sana bir alem-i lâhut, nişan lazımdı”

Muzazam bir nehir gibi coşup taşmışsın” diyor Nef’î’ye… Hemen ardından da hayıflanıyor: “Fakat, eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin.” Yani bu bereketli suların aktığı topraklar böyle çorak, böyle verimsiz, böyle kısır olmamalıydı. Bu muazzam nehrin sularının döküldüğü yerlerde, etrafı yemyeşil gür bahçelerle çevrilmiş bağlar, bostanlar olmalıydı. Toprak, senin taşıdığın bereketten istifade etmeliydi diyor.

Bugün buraya “Yaşayan Necip Fazıl Salih Mirzabeyoğlu” etrafında konuşmak için toplandık. Onun mevcut fikir ve sanat vasatımızdaki yerini bir dörtlükle anlatmaya mecbur kalsaydım,

Ona bir şiirle seslenmek zorunda kalsaydım, hiç kendimi zorlamaz ve Fikret’in Nef’î’ye seslendiği dörtlükle hitap etmek isterdim. “Sana bir başka zemin, başka zaman lazımdı / Sana bir alem-i lâhut, nişan lazımdı” demek isterdim. Kendisi de Kayan Yıldız Sırrı’nda yer alan şahane şiirlerinden birisinde, Zaman ve Şair’de diyor ya, “ömrü çağından erken” diye… “Evet şair… Ömrü çağından erken…”

Ne yazık ki, zemin de bu, zaman da… Ve her çağ kendi imtihanını yaşıyor. Bu çağ da Salih Mirzabeyoğlu ile imtihan oluyor. Necip Fazıl, Fikret gibi bakmaz olaya… “Tohum saç, bitmezse toprak utansın” der. Fikret’in hayıflanışı nasıl bir zaman ve zemin lazım olduğunun tespiti için değerlidir. Madem ki su bu kadar bereketli ve toprak böylesine çorak… Bize, yani toprağa düşen gerekirse yarılıp çatlayıp istihale geçirerek o sudan nasiplenmektir. Yoksa inanın bana o su, o muazzam nehir, -Mirzabeyoğlu- akacağı bir yatak, kendisine uygun bir zemin bulacaktır. Necip Fazıl “mekân Anadolu, zaman İslâmiyet” diyor. Layık olalım. Layık olmanın şartlarını oluşturmaya bakalım. Buna şahitlik etmek için buradayız.

Şahitlik demişken… İştikâk olarak şehitlikle iç içedir. Şehitlik şuuru bu davanın olmazsa olmazıdır. O anlaşılmadan ne Necip Fazıl, ne de Salih Mirzabeyoğlu anlaşılabilir. O ve Ben’i okuyanlar hatırlayacaktır. Orada Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle olan bir konuşmasını naklediyor Üstad. Efendi Hazretleri “ölüm tehlikesi altında, canını kurtarabilmek için küfür sözü söylemeye ruhsat olduğunu, ancak söylemeyenin şehit olacağını” ifade eder. Üstad Necip Fazıl, hemen soruyor Efendi Hazretlerine: “Böyle bir durumda ben ne yapardım Efendim?”  Efendi Hazretleri bakıyor böyle… Sfenks gibi başını çeviriyor ve hiç tereddütsüz, “Sen şehid olursun Necip” diyor.

İBDA “doğrulayıcılık usûlüdür.” Mezhepler de öyle… Ehl-i sünnet doğrulayıcılık usûlü üzerine kuruludur. Ve Salih Mirzabeyoğlu, “Yaşayan Necip Fazıl” olarak bizzat “sen şehid olurdun Necip” sözünün doğrulayıcısı olmuştur. Sadece kamuoyunda herkesin bildiği –bilinmeyen kısmını bir tarafa bırakıyorum- 16 yıllık işkence şartları da bu doğrulayıcılık usûlünün bizzat hayatla, en büyük eser olan hayatla gösterilmesidir. Biz de bu şehitlik şuuruna, Yürüyen Büyük Doğu’ya şahitlik etmekle mükellefiz.

Söz Nef’î vesilesiyle açılmışken… Salih Mirzabeyoğlu, düşünce tarihine dair yazdığı eserin son cildinde Nef’î’nin Necip Fazıl’ı hatırlatan özellikleri üstünde durur. Çok önemli bir bölümdür. Aslında Nef’î vesilesiyle anlatılan Necip Fazıl’ın tâ kendisidir. Ve tabii kendi yerini de yine aynı mevzu etrafında ve aynı sayfalarda hiçbir tevile yer bırakmayacak kadar apaçık söylemiştir.“Şunu -Nef’î gibi!- açıkça söylerim” diyor:  “Ruh ve fikir olarak Büyük Doğu’nun (Üstadım’ın) idealizasyonu hususunda, ikinci olmayan, ikincisi de olmayan biriyim.” Büyük Muztaribler’de Nef’i vesilesiyle bizleri ikaz ettiği satırlar…

Arkadaşlar, bunu, bu ifadeyi sakın unutmayalım. Çünkü etrafta gördüğümüz ve bugün burada sizlerle bir arada olmak için bizi kamçılayan bütün sahtelikleri ifşada bize çilingir vazifesi görecek ölçü buradadır: “ikincisi olmayan, ikinci de olmayan…”  Evet, Büyük Doğu’nun insan ve toplum meselelerine idealizasyonu ve Necip Fazıl’a doğrudan nispet kurarak, onun adına fikir serdetme hususunda Salih Mirzabeyoğlu’nun yeri burasıdır: “ikincisi olmayan, ikinci de olmayan…

Fikret’in biraz önce okuduğumuz ve bize Mirzabeyoğlu’nun mevcut fikir ve sanat vasatındaki yerini hatırlatıcı şiiri meşhur Rübab-ı Şikeste’nin Portreler bölümündendir. Portre… Üstünde durmak lazım… Bir şahsiyetin temsil ettiği mânâya suret vermek… Onun sende görünen çehresini, kullandığın alete göre renkler veya kelimelerle resmetmek… Canlandırmak… Muhatabının sende olan yüzünü göstermek… Mânâda ve maddede… Konuşmamızın merkezinde Salih Mirzabeyoğlu’nun çizmiş olduğu Necip Fazıl portresi olacak. Bütün yollar oraya çıkacak. Bunun için çabalayacağız.

Necip Fazıl’ın en fazla mesele edindiği iki batılı şairden birisi olan Baudelaire, dilimize Fenerler başlığı ile çevrilen şiirinde, (Da Vinci), (Mikelanj) gibi rönesansın büyük sanatçılarının portresini çizmişti. Tevfik Fikret bunun bir benzerini Fuzuli ve Nef’î başta olmak üzere bazı şairlerimiz için yapmaya çalışmış.
Fikret, Baudelaire’i okumuş muydu; okuduysa ne kadar anlamıştı? Necip Fazıl, Büyük Doğu’dan çok evvel çıkardığı Ağaç mecmuasında Türk edebiyatında  dair yazdığı ilk yazılardan birisinde Edebiyat-ı Cedide’nin ufkunun Baudelaire ve Rimbaund’yu görmeye yetmediğini söyler. Bu tespit, hiç haberdar olmadıklarından ziyade, anlamadıkları, suya dalmak yerine ayaklarını şöyle bir değdirip geçtikleri mânâsına da olabilir.

Hoş, nihayetinde anlamamak ile haberdar olmamak bir yerde aynı kapıya çıkar. Hatta anlayışsız bir haberdarlık, ki buna Mirzabeyoğlu “malumatfuruşluk” adını takmıştır, yerine göre büsbütün habersiz olmaktan daha beterdir. “Keşke bu meseleden hiç haberdar olmasaydın da, anlayışsızlığın bu kadarını sergilemeseydin” dedirtecek kadar azap vericidir. Örnek arıyorsanız, Necip Fazıl’a dair söylenen olur olmaz sözlere, onu anma görüntüsü içinde işlenen cinayetlere bakın. Hele bir de onun adına ödül törenleri düzenlemek moda oldu ki, edepsizliğin kaçı bir arada? Yeri geldikçe değineceğiz.

Portre çizmekten bahsetmiştik. Salih Mirzabeyoğlu’nun çizdiği Necip Fazıl portresi demiştik. Bu kavram genelde ressamlığı tedai ettirir. Fakat aslında başlı başına bir fikir davasıdır. Portre çizmek bir fikir koymaktır ortaya; o fikri hangi aletle ifadeye getirdiğin sonraki iş… Tabii bu genel mânâdan ayrı ama yine ondan beslenerek resim sanatı içinde de kendine has özel bir değeri var portrenin.

Fikret’in Baudelaire’i tanıyıp tanımadığını merak etmiştim. Baudelaire yazı dünyasına resim eleştirileri yazarak adım atmış… Döneminin çok ünlü bir resim eleştirmeni kabul edilir. Sonra tuttu şiirle portreler çizdi. Fikret’te ressammış ve şiir kadar da resimle ilgilenirmiş. O da bahsini ettiğimiz portre şiirlerini yazdı. Salih Mirzabeyoğlu’da resim yapar. Bu yönü pek fazla bilinmese de, kendine has çizgileri olan iyi bir resim sevdalısıdır. Fakat onun en büyük resmi, kelimelerle çizdiği Necip Fazıl portresidir ki, onu anladığımız gün her şey yerli yerine oturacak.

Necip Fazıl’ın portresini çizmek… Onun mânâsına suret vermek… Kendinde görünen Necip Fazıl’ı açık etmek… Öyle ki, bir yerde “Necip Fazıl’daki Necip Fazıl’ı da Necip Fazıl’a göstermek”… Resim yapmak… İBDA külliyatını takip edenlerin hatırlayacağı bir bahis vardır. Mirzabeyoğlu’na bir rüyada kendisini gösteren incelik, hikmet: “Resim Redd Kökündendir” diye bir bahis… Bu aynı zamanda resim sanatına dair yazdığı Elif isimli kitabın alt başlığıdır. Orada buna dair nefis bir münşeat vardır.

Münşeat, takip edenlerin bildiği gibi Mirzabeyoğlu’nun zaman zaman kullandığı ve patenti kendisine ait, manzum bir usulle fikri ifade ediş tarzlarından birisidir. İşte, o münşeatta resim demek olan “reddin” iştikak, yani kelimelerin kök âleminde doğrudan Büyük Doğu – İBDA müşterekliğine çıkan onlarca ilgisi görülür. Sıkıcı olmamak için fazla üstünde durmayacağım; “bir şeyin karşılığını icra etmekten” tutun, “savunma ve himaye”, “tekâmül”, “tohumlar meydana getirip muhafaza ve hıfzetme” anlamına kadar, her biri Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a olan nispetini dile getirici bir lügat harmonisi…

Bütün bunların, kelimelerin kök dünyasının bize fısıldadığı hakikat şu: Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’ın mânâda ressamıdır. Tam burada Üstad Necip Fazıl’ın iki mısraı üstünde durmak lazım:

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam?
Geçip de aynaya soran olmaz mı?

“Ölüm Odası B 7” tefrikasını takip edenler Mirzabeyoğlu’nun son dönemlerde sık sık Allah’ın Musavvir ismi üstünde durulduğuna dikkat etmiştir. Rasim vasfı etrafındaki mânâlandırmalar… Mutlak anlamda tek sanatkâr ve tabii esas ressam Allah… Musavvir… İnsan ise Allah’ın yeryüzündeki halifesi olaraktan, nasibince O’ndan, O’nun bazı vasıflarından pay alan ve bununla imtihan edilen… İş ve eser mükellefiyeti… Eserinle imtihan edilmek… Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesini hatırlamadan geçmek mümkün mü?

Matbu bir yayının kapağına Üstad’ın o son zamanına ait kırmızı hırkalı ve uzun sakallı fotoğrafını koysalar (ki en sevdiğim Necip Fazıl fotoğrafıdır) ve onu ifade etmeye dair benden bir cümle isteselerdi,  “KİM bu yüzü çizen sanatkâr ressam?” diye yazmalarını isterdim. Yaşamayı Deneme adlı bir romanı vardır Salih Mirzabeyoğlu’nun. Orada, kendi gençlik yıllarını anlatır. Roman kahramanının adı “Kim”dir ve “Kim” diyerek kastettiği kendisi, kendi hikâyesidir. Ve tabii hatırlayacağınız üzere KİM’in kimliği açık olsun diye bu kelimeyi büyük harflerle yazar…

“KİM bu yüzü çizen sanatkâr ressam?” İşte, mânâda o yüzü çizen ressamın, yani Mirzabeyoğlu’nun kelimeleriyle Necip Fazıl… Onun gördüğü, onun çizdiği ve bize gösterdiği Necip Fazıl:

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam… Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâmı eşya ve hadiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam…”

Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a dair çizdiği sembol şahıs portresi budur ve bunun “niçin” böyle olduğu 60 ciltlik bir külliyat hâlinde, her rengin, her çizginin ayrı ayrı izahı yapılarak gösterilmiştir. Bütün bir Necip Fazıl destanı, iş ve eser bütünlüğü, hepsi bu tablonun içinde bir yerde…

Bu konferans vesilesiyle “Rasim” Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a  dair çizdiği portre üstünde çalışırken Albert Camus’ün bir ifadesini hatırladım. Üstad’ın çağdaşlarından ve geride bıraktığımız yüz yılın mühim yazarlarındandır. İkinci Dünya Harbinde onların varlığı Batı’nın kendi iç buhranını ifadede çok mühim bir rol oynamıştır ve bir çeşit kendi medeniyetlerinin nefs muhasebesidir o ve etrafındaki bazı isimler… Sartre filan… İşte bu adamın, Albert Camus’ün Nobel ödül töreninde yaptığı konuşma senelerce evvel dilimize çevrilip kitap hâlinde basılmış… Orada, almış olduğu Nobel ödülüne dair yaptığı o teşekkür konuşmasında kullandığı bir ifadenin doğrudan Mirzabeyoğlu portresine çıkan bir istikameti var. Sanatçı, “vazgeçemediği güzellikle kopamadığı toplum arasındaki yolun ortasında yetişir” diyor.

Mirzabeyoğlu’nun portresinin ilk çizgilerini hatırlayın: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzahta kıvrılan insanoğlunun oluş ıstırabı…” İdeal… Aramak… Toprak… Bağlanmak… Berzah… Kıvrılmak… İnsan… Oluş… Istırap… Bu portrede yer alan her kelime, her renk, inanın abartısız söylüyorum, tek başına ayrı bir sohbet konusu ve çalışma alanı… Ama şu an öyle bir lüksümüz yok.

Ciltler dolusu Büyük Doğu-İBDA külliyatının bize öğrettiği inceliklerden birisi, büyük velilerin “terk, terk ve nihayet terki de terk” makamına erdikleridir. Onlar bu tekâmül sürecinde ilahi hikmet okyanusundan derledikleri incilerin ışığı ile yeryüzünü aydınlatmanın  misâlini gösterir; toprak seviyeli meselelere de işaret levhası çizer. Bu sebeple Büyük Doğu – İBDA düşüncesi Allah dostlarının söz ve davranışlarına hikmet gözüyle bakmanın; insan ve toplum meselelerini onların projektörüyle aydınlatmanın destanlık örneğidir.

Camüs’ün ifadesine dönelim: “Vazgeçilemeyen güzellikle kopulamayan toplum…” İdeali aramak: Vazgeçilemeyen güzellik… Toprağa bağlanmak: Kopulamayan toplum… Tam bu noktada Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar – Veliler Ordusundan kitabında yer alan bir veli menkıbesini hatırlamamak mümkün değil. Kısaca: “Filan kimse havada uçarmış, sinekler ve kargalar da uçar. Filan kimse bir nefeste bir şehirden bir şehire varırmış. Şeytan da bir nefeste güneşin doğduğu yerden battığı yere varır. Böyle işler fazla kıymetli değildir” dedikten sonra bize doğrudan Büyük Doğu – İbda düşüncesinin yeri ve değerini hatırlatıcı şu ölçüyü koyuyor ki, aynen okuyorum: “Allah ehli halk içinde otursun, halka karışsın, alış veriş etsin, ve bir nefes Haktan gafil olmasın.

Bu velinin adı Ebu Said’dir. Tilki Günlüğü okuyucuları Said kelimesi etrafındaki tabloyu hatırlayacaktır.  Çünkü ilk cildin ilk tablolarından birisi… Tablo demişken, bu da özelde resim ve Rasim sırrına dair bir kelime… Bilindiği gibi, Mirzabeyoğlu’nun Üstad’la olan ruhî macerası etrafında giriştiği kâinat muhasebesinin haritasını çıkardığı eser olan Tilki Günlüğü’nün dört ana sütunundan birisi de tablolardır. Bakın, Said’in tablo karşılığı bizi nereye götürecek? Tablonun bütün karşılıklarını tek tek okumayacağım, ancak çok önemli bulduğum birkaç mânâ var: “Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pak toprak… Yeryüzü… Sad harfi…

Temiz toprak’ın “yukarıda” gösterilmesi ve yeryüzü ile arka arkaya gelmesi bize insanoğlunun oluş ıstırabı çektiği, imtihan edildiği yeri hatırlattı: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzah…

Berzah demişken… “Sad” üzrinden gidelim… Salih Mirzabeyoğlu, B 7 adlı eserinin özellikle son dönem tefrikalarında Sad harfine sıkça vurgu yapıyor. Mesela 292 nolu tefrikada: “Sad harfi, Allah’ın “Mümit-Ölümü Yaratan” ismi, Toprak mertebesi” diye bir bilgi vermiş. Devamında ise; “Varlığın, madde ve mânâsıyla insanda yekûnleştiğine” dair bir izah…

Onun cezaevinde ve ağır işkence şartlarında yazdığı kitaplardan birisinin adı Berzah… Bu, aynı zamanda Muhiddin Arabi hazretlerinin de çok fazla üstünde durduğu bir bahistir. Allah Adem’in yaratılışında onu şereflendirmek için iki elini birleştirerek yaratır ve daha sonra secde etmekten sakınan İblis’e Sad suresinin 75. ayetinde mealen şöyle der,: “İki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan nedir?

Füsus ül Hikem’de Adem kelimesindeki ilahlık hikmetine dair bir bahis var. Ki Muhiddin Arabi hazretlerinin Fütuhat’la birlikte en meşhur iki eserinden birisidir ve bunlar, Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA düşüncesini üzerine bina ettiği ana kaynaklardandır. Necip Fazıl, İmam Rabbani Hazretlerinin müessirde, Muhiddin Arabi Hazretlerinin eserde derinleştiğini yazar. Yani birisi Allah’ın Zât sırrında, diğeri ise O’nun eserinde; yaratılan, halk edilen varlık aleminde… Müessir… Eser… O ve O’ndan olan… Mirzabeyoğlu, Üstad’ın başucu eserinin İmam-ı Rabbani Hazretlerine ait Mektubat olduğunu belirtir ve onun Rabbani mizacına dikkat çeker. Kendisini ise Muhiddin Arabi Hazretleri etrafında ve Füsus-ül Hikem’le beraber…

Bu işi açsak, açsak, nihayeti ideolocya ve ihtilal bahsine çıkar… Ki İbda’nın niçin bir zorunluluk olduğu ve Büyük Doğu’nun niçin “İbda budundan görülmesinin” olmazsa olmaz şart olduğunun temel girizgâhı burasıdır. Ben yanlış bir şey söylememek için bizzat Mirzabeyoğlu’nun satırlarını okumak istiyorum: “Biz, İslâmı eşya ve hadiselere tatbik için ‘’eşya ve hadiseleri teshir’’ bakımından ‘’eser’’ yönelir ve bu hususta ipuçlarını Muhiddin-i Arabî’den devşirirken, lâfzın kışrında kalıp onun bâtıl benzerine dönmemek bakımından ‘’müessir’’e nisbeti muhafaza borcundayız…’’ (Büyük Muztaribler, Cilt: 1, S:195)

Kısacası, İbda’sız Büyük Doğu ve Büyük Doğu’suz İbda olmaz sırrı buradadır.

Muhiddin Arabi’yi Rabbani mizaçla okumaktan bahseden yine Mirzabeyoğlu’dur. Bütün sahtelikler buradan hareketle enselensin…

Muhiddin Arabî  Hazretleri, “İki el ile yaratılmış olmak, Adem’in iki sureti –âlemin suretini ve Hakk’ın suretini- kendisinde toplamasıdır” der. Özetlersek: Çünkü Adem (insan)  Allah’ın halifesidir ve kendisini halife yapanın suretine göre var olmasaydı Halife olamazdı. İbn-ül Arabi bundan hareketle insanı “berzah varlık” olarak niteler ve bu kavrama çok özel bir yer ayırır. Bütün Füsus adeta berzah kelimesi üzerine kuruludur. Bu karşıtlık (âlemin suretini taşıyarak cemiyet ve Hakk’ın suretini taşıyarak ilahi – halife vasfımız)  “iki el” diye ifade edilir.

Niçin bunun üzerinde duruyorum. İki el: Büyük Doğu – İBDA.

Berzah iki ayrı şeyin kesiştiği ara bölge veya varlıktır. Bu ara bölge her iki şeyin özelliğini kendinde toplar ve onların birbiriyle irtibatını sağlar.” Füsûs şerhi yazanlardan birisi böyle tarif etmiş. Bundan hareketle olmalı ki, Büyük Doğu – İbda düşüncesi insanı “derinliğine fert ve genişliğine toplum” diye formüle eder. Aklıma bunları söylerken Mirzabeyoğlu’nun bir mısraı geldi:

Tedirgin bekleyişler berzah sırrında hapis”.

Tasavvuf ehlinden bazıları da berzahı kabir olarak tarif etmiştir. İnsanda “ben” şuuru… “Ben kimim diye sormak ölüm nedir diye sormakla birdir” diyor Salih Mirzabeyoğlu.

Necip Fazıl portresinde dile getirilen “ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabı…” “Derinliğine fert ve genişliğine toplum…” Aynı anda hem fert, hem toplumuz. Şu anda siz bana göre toplumsunuz ve ben kendimi karşınızda tek başıma hissediyorum. Ama şurada oturan arkadaşa göre de, onun ferdiyetine nispet aynı anda toplumum. Onun ferdiyetinin karşısında yer bulan toplumun bir parçasıyım.

Şimdi aklıma saçma sapan bir tartışma geliyor: Sanat sanat için mi, toplum için mi filan… Çok duymuşsunuzdur. Necip Fazıl “sanat Allah’ı aramaktır” diyor. Bunun niçin böyle olduğunu da bütün yukarıdaki bahisler etrafında bize Salih Mirzabeyoğlu anlatıyor. Salih Mirzabeyoğlu olmasa, bu “sanat Allah’ı aramaktır” sözünü berzah sırrında seyredip zevkine varmak yerine, onda bir slogandan fazlasını göremeyeceğiz. İşte, sadece bu örnek etrafında bile söyleyebiliriz ki, Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’ın “niçin” suretidir. Necip Fazıl’da Salih Mirzabeyoğlu’nun “nasıl” sureti…

“İki el” ile yaratılan varlık ve Büyük Doğu – İBDA’da “insan” sırrı… Birisini diğerinden kaçırmak, açık söylüyorum, birisini diğerinden kaçırmak, İBDA’yı Büyük Doğu’dan, Büyük Doğu’yu İBDA’dan, Necip Fazıl’ı Salih Mirzabeyoğlu’ndan, Salih Mirzabeyoğlu’nu Necip Fazıl’dan kaçırmak ve saklamak varlığa ihanettir, insana ihanettir “iki elle yaratılma” sırrına ihanettir. İbda’sız Büyük Doğu’culuk olmaz.

Albert Camüs “vazgeçilemeyen güzellik ve kopulamayan toplum arasında” diye tarif ediyordu sanatçınının yetiştiği yeri. Çok değil, birkaç hafta önce de Lamartine’in Balzac hakkında bir yazısını okurken benzer kapıya çıkan bir ifade dikkatimi çekti. Tarihçi var mı bilmiyorum aranızda. Biz ülkemizde Lamartine’i genellikle tarihçi olarak biliriz. Onun Türkiye Tarihi vardır Osmanlı’ya dair yazdığı… Ki batılılar yazınca biz bir şeye çok fazla değer atfederiz ya… Osmanlı’ya dair yazdığı tarih dilimize pek çok defa tercüme edilmiştir. Hammer tarihiyle birlikte ülkemizde en çok okunan –yabancılara ait- iki tarihten birisidir. Oysa onu Fransa’da ünlü yapan esas özelliği şairliği ve romancılığıdır. Ama mesela birkaç şiiri dışında bunlar yok denecek kadar az çevrilmiştir dilimize. Lamartine, devrinin önemli edebiyatçılarındandır.

İşte bu adam, ki kendisi edebiyatın romantik cephesinde yer almasına karşın, onların tam karşısında duran Balzac hakkında dikkate değer şeyler yazmış. Batılı böyle işte. Zıddı bile olsa onu takdir etmekten vazgeçmiyor, geri durmuyor. Biz Müslümanlar olarak böyle olmamız gerekirken ne hâlde olduğumuzu siz takdir edersiniz. Mirzabeyoğlu etrafında olan suskunluğa bakarsanız zaten ne demek istediğimi anlarsınız.

Balzac biraz şişman olduğu için aslında orta boylu olmasına rağmen ilk bakışta olduğundan kısa görünürmüş. Lamartine bundan bahsediyor. Çok güzel bir ifade kullanmış orada, çok hoşuma gitti. Şöyle diyor: “Boyu da düşünceleri gibi dalgalıydı” diyor ve ekliyor: “Bazen düşünce toplamak istiyormuş gibi eğiliyor, bazen de düşüncesinin uçuşunu sonsuzluğa kadar kovalamak istiyormuş gibi ayaklarının ucuna basarak yükseliyordu.”

Halk ile Hak, yer ile gök arasında varoluş hakikatini arayan insanın tasviri gibi geldi bana bu satırlar. Necip Fazıl’ın bir şiirinde “Göklerin bir sırrı var / Onu arıyor yollar” demesi gibi… “Derinliğine doğru fert ve genişliğine doğu toplum” davası… Şeriat ve tasavvuf da diyebilirsiniz.

Şuurun biri ferde, biri topluma dönük iki ritmi olduğunu ve bu iki ritim arasında hâlden hâle geçtiğimizi bize Mirzabeyoğlu öğretti ve bu sayede sanatın gayesinin gerçekte ne olması gerektiğinden bir işaret sezebildik. Fert ve toplumun sanatı uçuran iki kanat olduğunu, vasıta olduğunu ve vasıtanın gayeleştirilemeyeceğini, o kanatlarla ancak gayeye doğru yol alınabileceğini payımızca anladık, anlamaya çalıştık.

Sadece sanatçı değil, her fert ayrı ayrı kendi imtihanını yaşıyor berzah sırrında. Bu noktada yine Necip Fazıl’ı hatırlamadan geçmek mümkün mü:

Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.

İşte, onun sanatkârlığı budur: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştirmek…” Bunun, bu işin “nasıl” görünüşüdür Necip Fazıl. Mirzabeyoğlu ise “niçin” yüzü… Aslında çizdiği o portre kendi aynasıdır.

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam / Geçip de aynaya soran olmaz mı?” Aynaya sormak? Ayna’yı Tilki Günlüğü ve son zamanlarda B 7 ekseninde okuduğumuz zaman Salih Mirzabeyoğlu ve Necip Fazıl ayniyetine uzanan bir görüntü birlikteliğinin yolu açılacak. Buna muhakkak temas etmek gerekiyor.
Mirzabeyoğlu, B 7’nin iki ay kadar önce yayınlanan (302 no’lu) tefrikasında, Kökler isimli kitabında da altını çizdiği bir veli sözünü iktibas etmiş ki, bizi aynaya götürecek: (Dedi ki: Biri, “Bana bir sır söyle!” demiş… Cevab: Ben sana bir sır söylemem. Ben sırı öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğimde değil, kendimi onun benliğinde göreyim… Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum!)

Diyeceksiniz ki, ayna bunun neresinde? Dikkat edin: Kendini onun benliğinde görmek… Ayna budur. Yani sana baktığımda pürüzsüz bir şekilde kendimi görüyorsam, sırrım sende açığa çıkar ve görülür.

Füsus ul Hikem’de de ayna bahsi çok önemli bir yer tutar. Arabi hazretleri bir fasılda âlemi ve insanı Hakk’ın bir aynası olarak tarif ederken, bir başka fasılda Hakk’ı âlem ve insan için bir ayna olarak gösterir. Şu söz de galiba Mevlana hazretlerine aitti: “İnsan gözden ibarettir. Geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görendir.

Fuzuli’yi Üstad Necip Fazıl çok sever. Mirzabeyoğlu’da aynı şekilde… Hatta Büyük Muztaribler isimli dört ciltlik düşünce tarihinde dair yazdığı eserin divan edebiyatına ayırdığı son cildinde “Fuzuli bizim en sevdiğimiz” ifadesini kullanır. Düşünce tarihi demiyorum, düşünce tarihine dair diyorum. Bizzat Mirzabeyoğlu tarihçi ile mütefekkirin farkına işaret eder. Mütefekkir yorumlar. Mirzabeyoğlu tarihi “BEN şuuru” hâlinde, bütün insan ve toplum verimlerini kendi “ben”inde toplayarak çağın izahını yapar ve kendi teklifini ortaya sunar. Kronolojik bir tarih değildir.

Fuzuli ve elbette onun SU kasidesi şiirini… Allah Resûlüne aşkını anlatan bu muazzam kasidenin bir beyitinde gök kubbeyi ve gözünü aynılaştırmış. Hatta gözünden akan yaşlarla yağmurun ilgisini kurduktan sonra tabiat ve insan arasındaki ayna vazifesini muazzam tasvir etmiş.

B 7’nin yine birkaç ay önceki sayılarından birisinde de Necip Fazıl’ın SUYA dair bir beyiti üzerinde durulmuştu ki, ilk mısra şu: “Su duadır, yakarış, AYNA, berraklık, saffet.” Bu noktada Necip Fazıl’ın gençlik şiirlerinden birisine de dikkat çekmek istiyorum:

Siz benim yüzümsünüz
Eğilip aynaya baksam
Görünür mü yüzünüz?”

Yine Necip Fazıl, bir başka şiirinde, Abdülhakim Arvasi hazretlerine seslendiği şiirinde:

Sordum aynaya
Hani ya kendim
Benim efendim

Diyordu. Tilki Günlüğü’nü biraz karıştırdığımızda da ayna’nın lisâna, yani ifadeye ve insana çıkan karşılıklarını da buluruz ki, hangisine el atsak sayfalar sürer.

İşin özü şudur: Mirzabeyoğlu’nun çizdiği Necip Fazıl portresi aslında kendi resmidir. O aynada, dostun varlığında kendisini görmüş, kendisini mânâlandırmıştır. Nasıl ki Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu’na “beş yüz yıldır beklenen mütefekkir namzedi” derken, kendisinin “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” vasfını da onda görüyordu. Mirzabeyoğlu’da çizdiği Necip Fazıl portresinde aslında kendi mânâ ve misyonun “niçin” cephesini ifade etmiştir. Karşılıklı aynalar…

Hani Halkadan Pırıltılar’da geçiyordu. Veli’ye tevhidi soruyorlar: “İki ayna bir elma” diyor. Yani tam eşit açıyla karşılıklı birbirine bakan iki aynada tek varlık ve onun sonsuz yansıması… Tevhid bu… Mirzabeyoğlu’da bu menkıbeden mülhem bir şiir yazmıştı. Bakın, yine aynı yere döndük. Gök ve toprak… Şiir şöyle:

Toprak diyor ki kalma
Benden göğe hicret et
İki ayna bir elma
Gurbette bitmez gurbet

Bundan 20 sene kadar evvel, Mirzabeyoğlu’nun eserleriyle ilk tanıştığımız yıllarda Harun Yüksel ağabey Tilki Günlüğü’ne pencere açmak için bir broşür yayınlamıştı. Orada harika bir tespiti vardı. Tilki Günlüğü’nün ilk ciltlerinde Ufuk başlığı ile konuşan Necip Fazıl’ın sureti iken, zaman devrettikçe Ufuk olarak Mirzabeyoğlu konuşmaya başlıyordu. Son ciltlere dikkat edin.

Burada kısaca bir intibamı anlatacağım: 2000 Ocak ayından sonra sayın Mirzabeyoğlu’bu dünya gözüyle ilk defa 2012 Ekim ayında Bakırköy adliyesindeki duruşmasında görebildim. Şöyle ayak üstü bir bakış… O an iliklerime kadar titredim ve Harun ağabeyin seneler evvel yazdığı geldi aklıma. Bildiğin Üstad’ı görmüş gibi oldum. Uzamış bembeyaz sakalları ve alındaki kırış kırış fikir çizgileriyle… Demek ki, mânâdaki bu bütünleşme ve yer değiştirme, surette de tecelli ediyor, zaman döne döne son noktaya akıyordu.

Sizi bütün bunların arasından, bir başka yere, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm tasavvufu karşısında hesaba çektikleri batı fikir ve sanat hayatından bir figüre götürmek istiyorum. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi isimli romanına… Gerçi bu roman başarılı bir roman değildir. Wilde’ın hikayeci tarafı ve parlak zekası, ilginç ve epikürcü aforizmaları onu hala canlı tutuyor olsa da, özellikle yarıdan sonrası roman adına tam bir tembel işi olaraktan geçiştirilmiş, türlü kusurlar ve boşluklarla doludur. Hikayeci Wilde’ın mükemmeliyetini bulamazsınız onda. Kızın intihar ettiği günün ertesinde tablonun çürümeye başladığını fark ettiği anda, yani tam ortasında roman değil de uzun bir hikaye olarak bırakaydı; veya devamını da aynı canlılıkla, boşluk bırakmadan getireydi… Neyse, şimdi konumuz bu değil.  Romanı okuyanlar hatırlayacaktır, orada bir sahneye dikkat çekmek istiyorum. Romanın başında, Dorian Gray’in Portresi’ni yapan ressamla, romanın iki ana kahramanından birisi olan ve Wilde’ı temsil ettiğini düşündüğüm Epikürcü Lord’un bir konuşması vardı. Lord portreyi beğenir ve sergilenmesini ister. Ressam bir anda paniğe kapılır ve onu sergileme fikrine itiraz eder. Gerekçesi özetle şudur: “Bu portrede ruhumdaki sır var, ben varım ve onun açığa çıkmasını istemiyorum.” Sırrın şeytani ise elbette onun açığa çıkmasını istemezsin. Ayna söz konusu olunca herkes kendi dengini bulur. Çünkü kendini bulur.

Laf Oscar Wilde’dan açıldı ya… Ne tevafuktur ki, geçtiğimiz ay hem de adı Necip Fazıl’la karşı karşıya getirilerek Türkiye gündemine girdi. Meclis’te bir partinin milletvekillerinden birisi ondan bir alıntı yapınca, bir başka partinin vekilleri tepki gösterdi ve bazıları “kim o” diye sorarken, bunlardan bir kısmı da “niye yabancılardan alıntı yapıyorsun, Necip Fazıl’dan alıntı yapsana” diye bağırıştılar ve doğrusu hiç şık bir görüntü olmadı. Kimin hangi partiden olduğunun derdinde değiliz, sadece bir anlayış problemine dikkat çekmek istiyoruz. Kişilere bakıp toptancı bir mahkûm ediş derdimiz yok. Şunu demek istiyorum: Yahu Necip Fazıl senin cahilliğinin maskesi mi? Bunun kim olduğu mühim değil, ben sen fark etmez, kimse Necip Fazıl’ı cehaletine maske olarak kullanmasın lütfen. Sen Necip Fazıl’ı okumuş olsaydın, zaten onun kitaplarında Wilde’ın adının defalarca geçtiğini, ona izafeten bizzat Necip Fazıl’ın yazdıklarını da görürdün. Hatta daha lise yıllarında İngilizce kanalıyla Garp edebiyatı ile temas kurup, Wilde’ı o yıllarda okumaya başladığını da… O ve Ben’de yazıyor bunu. Wilde’ı eleştir, söv; hatta eleştirmek için çok gerekçe de bulacaksın; ama önce kime, niçin karşı çıkacağını bil. “Benim babam senin babanı döver” meselesi değil ki bu. Aklıma Mirzabeyoğlu’nun sık sık vurguladığı muhallebi örneği geliyor.

Büyük Doğu batıya karşı madde ve mânâda bir FETİH hareketidir. Bu çerçevede bütün batı tefekkürü bizim fetih sahamızdır. Sen fikirde Oscar Wilde’ı fethedemediğin, onu İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekip dize getiremediğin içindir ki, Wilde’ın torunları oradan gelip senin Bağdat’ını işgal etti, Fuzuli’nin, İmam ı Azam’ın mezarını çiğnedi. Bu ve benzer örneklerdir ki, Büyük Doğu’ya İBDA penceresinden bakmayınca onun adına, bizzat onun gayesine ters neler yapılıp söylenebileceğini her defasında gösteriyor.

Gelelim yeniden Necip Fazıl “Mirzabeyoğlu” portresine… Portrenin merkezinde “İslama muhatap anlayışın dünya görüşünü örgüleştiren adam” diye bir ifade var. İşte Necip Fazıl’ı anlamanın anahtarı! İslâm’a Muhatap Anlayış davasını başa almadan Necip Fazıl hakkında çizilecek her portre eksik ve yarım kalacaktır. Nedir bu?

Mukaddes ölçüler ortada… Ama onlara bakacak göz nerede, hangi ölçü ve zaman idraki lazım? İslâm’a Muhatap Anlayış davasının bir mecburiyet, hava ve sudan daha elzem bir zorunluluk olarak karşımıza çıktığı nokta burasıdır.

İslâm, zaman ve mekan üstüdür; o hiçbir içtimaî realiteye göre eğilip bükülemez; hiçbir kavmin, hiçbir insanın keyfine ve hiçbir “asrın idarakine” göre değiştirilemez. Bilakis, içtimaî realiteler, kavim ve şahıslar ona göre şekillenecek, kendilerini ona nisbet değiştireceklerdir. MUTLAK HAKİKAT olan İslâm, bütün insan ve toplum meselelerinin kendisine nisbet çözüme ve izaha kavuşacağı biricik “kurtuluş yolu”dur. İslâm pazarlık kabul etmez. Bir müslümana düşen mükellefiyet, İslâm’ın hakikatı neyse ona imân etmektir. Tam bu noktada, Necip Fazıl’ın adını koyduğu dava: “İslâm’ın saffet ve asliyetinden zerre feda etmeksizin onu yeni zaman ve mekânlarda eşya ve hadiselere tatbik edebilmek…”

Büyük Doğu – İBDA, Anadolu’nun tarihî, siyasî ve içtimaî şartlarında ortaya çıkmış, -burada Anadolu vurgusu özellikle çok önemli arkadaşlar- tarih muhasebesini bu noktadan yapmış, doğu ve batıyı bu merkezden hesaba çekmiş ve bunu yaparken “İslâm’ın saffet ve asliyetinden” zerre feda etmemiş, bilakis ne yaptıysa “İslâm’ın saffet ve asliyeti” için yapmış biricik dünya görüşüdür. İddiamız bu ve bunun ispatçısı olmakla mükellefiz. Her müslüman buna mükellef.

(Konuşmacı Hakan Yaman, tam bu noktada, düzenlenen konferans vesilesiyle Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun Baki Aytemiz tarafından açılış konuşmasında okunan mesajına atıf yaparak şunları söyledi:

Anadolu vurgusu derken, başta, Baki arkadaşımız, Sayın Salih Mirzabeyoğu’nun mesajını okudu. Orada, Başkanlık Sistemi vesilesiyle farklılıklara dikkat çekiyordu. Fransa’ya göre mi başkanlık sistemi kuralık, Amerika’ya göre mi başkanlık sistemi kuralım tartışmaları bile her ülkenin kendi şartlarına göre ayrı bir Başkanlık Sistemi olduğunu gösteriyor. Bu göndermelere gerek yok. Anadolu’nun şartlarında kurulacak olan Başkanlık Sistemi Başyücelik olmalıdır. Bu gayeye nisbetle şekillendirilmelidir, anlamında. Buradaki –metni göstererek- Anadolu vurgusuna gelince aklıma geldi. O anlamda birşeyler vardı. Anadolu vurgusu çok önemlidir arkadaşlar! Biz, Adımlar Dergisi’nin ilk sayılarında “Anadoluculuk”, “Anadolu” ve “Türk” kavramlarını öne çıkartmaya çalışmıştık.)

İslâm “zaman ve mekan üstü biricik rejimdir.” Hani Necip Fazıl bir şiirinde “Her fikir, her inanış, tek mevsimlik, vesselam; / Zaman ve mekân üstü biricik rejim İslâm!” diyor ya… Zaman ve mekân üstünün yeni zaman ve mekânlarda tecellisi… Suyun büründüğü kabın şeklini rengini alması gibi… Lakin önemli olan suyun “saffet ve asliyetine” zerrece zarar gelmesin…
Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun bütün yazdıklarını, söylediklerini, mücadelelerini, hayatlarını özetlesek, özetlesek, özetinin  de özetini çıkarsak ve sonunda üç kelimede ifade edecek olsak, bizce şudur: İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ.

Başımıza ne geldiyse bu olmadığı, eşya ve hadiselerin üzerine gözümüzü “en keskin bir projektör gibi” müslümanca çeviremediğimiz, bütün olan ve bitenleri müslümanca sorgulayamadığımız için geldi. Bir kişinin bütün ayet ve hadisleri ezbere bilmesi, bütün fetva kitaplarını yutması dahi eşya ve hadiseleri doğru muhakeme etmesine yetmez. Bu apayrı bir nasip ve diyalektik işidir. Fikir işidir. Dünya görüşü dediğimiz şeyin de esası burada yatar.

Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî hazretlerinden aldığı ilhamla insan ve toplum meselelerine sarkmış, cemiyet meydanında Allah ve Resûlü’nün muradına uygun, müslümanca bakışı misâllendirmiştir.

O’nun “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekmek, tarihi sahte kahramanlardan temizlemek”, – ki bu sahte kahraman tabiri çok mühimdir ve sadece zıtlarımız arasından çıkmaz ; esas tehlikeli sahte kahraman bizden olduğu vehmini uyandıranlardır – kaba softa ve ham yobaz tasallutunu kırmak, reformcu şarlatanların maskesini düşürmek, reformcu şarlatanlar derken mezhepsizliğin de reformculuğa açılan bir kapı olduğunun şuuruyla bu ifadeyi kullanıyorum, küfre “dur” demek, iman mihrakına nisbetle doğuyu ve batıyı mânâlandırmak, köklü bir tarih muhasebesine girişmek, “bütün saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açmak” gibi kaderin omuzlarına yüklediği sorumlulukları vardı.

Necip Fazıl’ı İslama Muhatap Anlayış davası merkezinde ele alan ve diğer bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden kişi ise Mirzabeyoğlu’ndan başkası değildir. Tekrar vurgulamak istiyorum: Diğer bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden kişi… Şairliğinden tiyatro muharrirliğine ve gazeteciliğinden aksiyon icra eden politik Necip Fazıl’a kadar aklınıza gelecek bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden ve bunun etrafında değerlendiren…

İBDA külliyatı, bir bakıma, Necip Fazıl gibi “misyon” sahibi bir “Allah dostunun” hayatındaki bütün girinti ve çıkıntılara hikmet penceresinden ibret gözüyle bakabilmenin ve bu “haşmetli azabın”  fikrî temellerini kurabilmenin destanlık verimidir.

Salih Mirzabeyoğlu, Üstadın sadece siyasî ve sosyal duruşundan değil, günlük hayattaki en basit bir söz, eda ve davranışından bile fikir damıtmış ve bu emeğinin karşılığını başta Tilki Günlüğü olmak üzere kocaman bir külliyat hâlinde almıştır.

Düşünce bir “hesaplaşma”nın eseridir. Hiçbir fikir “bozkırda çekirdek” gibi kendi başına doğup, gelişip, serpilmez. Onu yaşatacak hava ve kökünü besleyecek bir tahassüs iklimi şarttır. Bu çerçevede Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni tanıması Türk tefekkür tarihinde 500 yıllık tersine gidişe “dur” denilen ilk noktadır. Sonrası malûm: Efendi Hazretleri’nin üflediği hava ve İslâm Tasavvufu’nun beslediği “fikir”, batı tefekkürüyle dünya çapında bir hesaplaşmaya girişiyor. Büyük Doğu – İBDA bu hesaplaşmanın eseridir.

Necip Fazıl’ın hayatındaki ikinci büyük buluşma ise bizzat kendi el yazısı ile “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi” diye selamladığı Salih Mirzabeyoğlu ile karşılaşmasıdır. Rapor’da yayınladığı Işık ve Müjdelerin Müjdesi isimli yazılar bu buluşma ve tanışmanın niçin bu kadar mühim ve tarihî olduğunun Necip Fazıl tarafından ifadesidir.

Necip Fazıl’ın külliyatına kronolojik olarak baktığımızda, peşinden gideceğini ilan ettiği üç isimle karşılaşıyoruz ki, bunlar nihayetinde aynı mânâ seyrinde bütünleşiyor. Yine Çile’deki bir şiirde: “Yollar ki Allah’a çıkar, bendedir” diye işaretlediği bütünleşme… Henüz 20 yaşında bile değildi, Yunus Emre’yi bulmuştu. 1920’li yılların henüz başı:

Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan
Geleyim izine doğru arkandan
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan

Diye seslenmişti bu mübarek dervişe. Ne arıyordu, neyi bulacaktı? Yıllar geçti, Yunus’un hırkasından gelen o mübarek koku, onu aradığı adrese, Büyük Kapı dediği yere getirdi onu. (Ki O ve Ben kitabının ilk ismi de Büyük Kapı’dır. ) Abdûlhakim Arvasi hazretlerini tanıdı 30 yaşında. Bu büyük kapı ona sonsuzluk kervanının yolunu açmıştı. “Bir kırıntı yeter kereminizden / Sonsuzluk kervanı peşinizde ben” demişti. Ve nihayet 1979 senesi ve Müjdelerin Müjdesi yazısı… “Hiç beklemediği bir zamanda ve hiç beklemediği bir mekândan fışkıran” Mirzabeyoğlu için bu yazısında Necip Fazıl “benim ardımdan gelmeyecek, ben onun ardından koşacağım” diye ilan etti.

Üstad’ın Muhasebe şiiri meşhurdur. 1947 yılında yazılmıştır. O şiirinde “Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprü başı” diyordu. Şimdi burada bir başka şiire dikkat çekmek istiyorum. Çile kitabında 1982 tarihinde yazılmış, Anneme başlıklı bir şiir… 1982 senesi aynı zamanda Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Başbaşa adlı eserinin de ilk yayın tarihidir ve bu eser Üstad tarafından “hakkımda yazılmış tek harika kitap” ifadesiyle karşılanmıştır. Necip Fazıl okuyucuları hatırlayacaktır bu şiiri:

Anne girdin düşüme
Yorganın olsun duam
Mezarında üşüme

Anlamam, anlatamam;
Düşen düştü peşime
Artık vadeler tamam

Burada, Necip Fazıl’ın 1982 tarihli bu şiirinde, 35 yıl önce “Ben bir genç arıyorum gençlikte köprübaşı” diye hasretini dile getirdiği ve bulduktan sonra “500 senedir beklenen mütefekkir namzedi” olarak selâmladığı o genci, Mirzabeyoğlu’nu bulmuş olmanın büyük huzurunu sizde  hissediyor musunuz?

Evet, onun Kafa Kâğıdı’nı okunması gerektiği gibi okumaya çalışanlar için, kısacası Tilki Günlüğü takipçileri için murat açıktır: Salih Mirzabeyoğlu’nu bulmuş olmanın saadetidir bu…

Anlamam, anlatamam
Düşen düştü peşime
Artık vadeler tamam

Vade… Hesap… Muhasebe… Muhasebe şiirinde hasreti dillendirilen, arandığı ifade edilen “tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden” daha keskin ellerle sahip ve gençliğe köprü başı olacak bir genç…

Yıl 1982 dedik. “Artık vadeler tamam” diyor. Aynı sene, 28 Şubat 1982 tarihinde kendi el yazısıyla “fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu” diye yazmıştı. Muhasebe sona ermiş, hesap netice vermiş ve vade tamam olmuştu. Bu noktada Mirzabeyoğlu’nun KÖPRÜ BAŞI adını verdiği şiirini de hatırlamak gerek:

Tam üç nesli kalburdan
Eledi beni seçti
Dünya gözüyle gördü
Perde ardına geçti

Diyor, Üstad’la olan birlikteliğini ifade için.

Arkadaşlar! Necip Fazıl’ın perde ardına geçeli 33 sene oldu. O perde ardına geçtiğinde Mirzabeyoğlu 33 yaşındaydı. Tespihin ikinci 33’ü de bu sene tamam oluyor. Artık son düzlükteyiz. İnşallah tespihatın bu son zikrinde “yeryüzü ve gökyüzü helalleşecek” ve “nur kaçtığı yerden toprağa inecek”. İmanımız bunadır ve aksiyonumuz buna dair olmalıdır.

Evet, Necip Fazıl 33 sene evvel maddesiyle perde ardına geçti. Ama hâlâ dipdiri ve taptaze olaraktan tartışılmaya devam ediyor. Demek ki, vefatının üzerinden 33 yıl geçen Büyük Doğu Mimarı’nın mânâda dipdiri olarak hâlâ İslâmi dünya görüşünün merkezindeki şahsiyet olduğunun farkındalar. Bir adım daha atalım: Büyük Doğu’nun İBDA, Necip Fazıl’ın ise Salih Mirzabeyoğlu sûretinde yaşadığını  dost ve düşman apaçık biliyor. Bazen övgü, bazen sövgü yoluyla saldırılan, tartışılan, istismar edilen ve hep gündemde kalan kişi aslına bakarsanız Necip Fazıl’ın şahsında Mirzabeyoğlu’ndan başkası değildir. Mirzabeyoğlu’nun çizdiği ve sergilediği, her dem daha taze, daha genç olan Necip Fazıl portresi etrafındadır gürültü; bu sebeptendir ki Mirzabeyoğlu etrafındadır. Övgü yoluyla saldırılan dedim. Bu yerine göre en tehlikeli saldırı çeşididir.

Ölmüş bir adam niçin tartışılır? Sen bir aksiyon hamlesi üzerindesindir ve o kişinin devri zamanındaki duruşu ve ifadesi, tezgâhlamak istediğin toplum projesi ile aranda bir engel teşkil ediyor, senin hedef kitlenin kafasını bulandırıyordur. Bu sebeple davanın selâmeti adına o kişiyi hesaba çeker, mânâsını yerli yerine oturtursun. Yani dinde reformculuğun moda olduğu yerde Mehmet Âkif’i, İslâm sosyalizminin zihinleri bulandırdığı noktada Nurettin Topçu’yu yargılamak bir aksiyon adamının en tabii hakkıdır. Burada söz konusu olan “ölmüş kişi” değil, davadır. Söyleyeceğini söyler, hükmünü koyar ve geçersin. Onunla yatıp kalkılmaz.

Tabii bu diğerleri içinde böyle… Mezhepsiz bir hedef kitlesi istersin mesela… Veya suya sabuna dokunmayacak muvazaacı bir nesil istersin… Türk’e ve vatana, Anadolu’ya husumetin vardır. Necip Fazıl’ın durduğu yer senin hedef kitlenin kafasını bulandırıyordur. Böyleleri arada sırada tutar ve Üstad’a sataşıp geçer. Mezhepsiz tayfası onun din âlimi olmadığı jargonuyla, muvazaacılar övgü ve iltifat kılıkları arasında “mizacındaki taşkınlıklara” vurgu yaparak… Bazıları Anadolu ve Türk vurgusuna olan rahatsızlığını dile getirir… Bazıları klasik “gerici” “faşist” ithamıyla…

Fakat o kişi her daim tartışmanın merkezindeyse, bütün hesaplaşma onun etrafında dönüyorsa… O halen yaşamaya devam ediyordur, yaşayan ve yürüyen bir sureti vardır. Öyle ya, vefatının üzerinden bilmem kaç yıl geçen bir fikir ve sanat adamı hâlâ tartışılıyor ve istismara maruz kalıyorsa, düşünceleri yürüyen bir hareketin yakıtı olduğundandır. Bu düşünce hangisi ve onun adına yürüyen kim?

Bu noktada son birkaç senedir öyle büyük bir entrika karşısındayız ki, inanın, Necip Fazıl bu devirde olduğu kadar hiçbir devirde saldırı altında olmamıştır. Bu defa saldırının merkezinde olanlar bizzat onun yolunda olma ve onun adıyla, ona yakınlık propagandasıyla sahnededir. Adres istemeyin benden? Kimler diye sormayın. Kaldırın başınızı ve Necip Fazıl’ı anma etkinlikleri bahanesiyle işlenen cinayetlere bakın!

Shakespeare’i bilmeyen yoktur. Üstad’ın da çok beğendiği bir isimdir. “Yaralı kafa” der onun için. Hani bu “yaralı kafanın” eserini tek bir kelimeyle özetlemek gibi bir işe mecbur kalsaydım, “entrika” der ve geçerdim. Her eserinin kurgusunun merkezinde entrika vardır.

Entrika şeytanın sanatıdır. Şeytan, Allah’a giden dosdoğru yolun saptırıcısı olmak misyonuyla, bazen en keskin hak sûretine bile bürünmekten kaçınmaz. Entrika bel altından vurur. Genellikle dost görünür. İyi ve faydalı bir oluş süsüyle sokulur. Tatlı sözlerle okşamaya çalışır. İlim derken ilmi, fikir derken fikri, gerçek derken gerçeği dosdoğru yoldan ayırmanın, başka bir gayenin hizmetine vermenin derdindedir. Ve elbette Necip Fazıl derken Necip Fazıl’ı harcama yeltenişi…

Shakespeare dedik… Entrika dedik… Kral Lear onun en ünlü eserlerinden birisidir.  Bu eserin kahramanlarından birisi böyle entrikacı tipler için şunları söylüyordu. Müsaadenizle bunu aynen okuyacağım. Çünkü maalesef hemen her kesimin son dönemde kendi içinde yaşadığı kırılmanın merkezinde aynı kaynaktan yönlendirildiğini düşündüğüm bu tipler vardır. Diyor ki, Shakespeare’in kahramanı:

-“Böyle güleç suratlı herifler, çözülemeyecek kadar sıkı olan kutsal bağları fareler gibi kemirip koparırlar; efendilerinin benliklerinde coşup taşan hırsları tatlı sözlerle körükler, ateşe yağ, soğuğa buz katarlar.”

Kafanızı kaldırın ve bakın. Sağa ve sola, öne ve arda… Hangi kesim içinde bunu görmüyorsunuz? Bu oyunu başlatanlar, bu oyunda başrol alanlar bile bunu yaşıyor. Ve bu işin bize bakan cephesinde de sahte bir Büyük Doğu güzellemesi var ne yazık ki. Bu kırılmayı aşmanın yolu bütün samimiyetimizle Mirzabeyoğlu ile yüzleşmekten geçer. Sadece Türkiye’nin değil, berzahta kıvranan bütün insanlığın… Çünkü ahlâk ete kemiğe bürünmek ister.

Konuşmamıza Fikret’in ilk dönem şiirlerinden birisiyle başlamıştık. Sonunu biliyorsunuz… Dürüstlüğü ile şöhret bulmuş bir adamın geldiği nokta korkunçtur. Şimdi Müslümanlar olarak çuvaldızı kendimize batırma zamanı… Bir ihtilaç anında İstanbul’a lanet okuyan ve onun kalın bir sis perdesi altında bir daha hiç dirilmemek üzere yok olmasını dileyen:

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..”

Çığlığını atan nasipsiz Fikret’in de mazereti, riya ve entrikalarla dolu toplum düzenine, dejenere olmuş ahlâka duyduğu öfkeydi. Ayak oyunlarına ve dalavereye duyduğu o hınç ki, şairi en affedilmez ifratlara sürükledi. Sağa bakıyor, sola bakıyor, pisliğe bulaşmadan yükselmenin yolu yok. Ağızlardan düşmeyen din, iman, mukaddesat kelimeleri sadece günahlarını saklamaya yarayan bir örtü… Ve lanet okuyor: “Örtün ey kanlı toprak, örtün ey zamanın kart fahişesi! Bu sis’in altında boğul. Örtün ve bir daha hiç uyanma!”

Fikret’in lanetini besleyen bu gördükleridir. “Bin kocadan arda kalan el değmemiş bakire” diye alay ediyordu İstanbul’un şahsında o günün çürümüş cemiyetiyle. Bütün bunlar, İslâm ahlâk ve faziletini yitirmiş olmanın hazin neticesiyken; Fikret ise kabahati, özü gidip adı kalmış tertemiz kaynaktan bildi. Bu dalgalı mısralar küfür hesabına değil de, iman ve hak kutbu adına haykırılsaydı, Sis şiirini şahsen duvarlara asardım.

Oysa aynı öfkeyi Necip Fazıl’da duymuş ve “Başkentler haritası yerde sarhoş kusmuğu” demişti.

“Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama
Çatla Sodom, Gomore, patla Bizans ve Roma”

Demişti. Ama bütün bu kötü gidişatının esas sebebini de biliyordu. Hatta “nefesiyle erittiği küfür buzdağından sonra ortalığın çamurdan geçilmediği” tespitini de yapan odur.

Bilmiyorum farkında mısınız; bütün sahteliklere manevi bir kılıf giydirilmeye çalışıldığı için orta halli Türk insanı hiç olmadığı kadar bugün din ve imanından şüphe duyar olmuştur. Dindar ve dürüst Fikret’i nasipsizliğe sürükleyen ve dinsizlere onun dürüstlüğünü bayrak yaptırıp mevzi kazandıran bahaneler bugün o kadar çoğalmıştır ki… Sis altında olan riya ve entrika değil, hakikatin ta kendisidir. Boğulmak üzere olan da… Öyleyse bu Sis’i dağıtmaya mecburuz. Sahte dindarlık, sahte Büyük Doğu’culuk sisini dağıtalım ki, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “nur kaçtığı yerden toprağa gelsin.”

Küfrün de, imanın da bahanesi olamaz. Nasip işidir bu… Yani etrafındaki olumsuz örnekler bir insanın küfrünü meşrulaştırmaz. Nasibi olmayan bir şekilde bahanesini bulur. Nasibi olan da en beklenmedik, en hayale gelmez yerde Allah’ın birliğini ve Resûl’ün hak oluşunu doğrulayıverir. Dolayısıyla şu veya bu dönemin Müslümanlarının içinde bulunduğu maddi ve daha önemlisi manevi çöküntü Fikret’in küfrüne mazeret olamaz. İşin esası budur. Ama öte yandan biz Müslümanlar da aynı zamanda vesile olacaklarımızla imtihan ediliyoruz. Şunu yaparsam senin küfrüne vesile olup, vebale giriyorum; bunu yapınca imana vesile olup, çok büyük bir sevap kazanıyorum. Ben olmasam da o kişi nasibinde ne varsa o olacak. Ama bende sebep olacağım vesile ile imtihan ediliyorum.

İnsanların küfrüne mazeret olmayalım. Bahanesi biz olmayalım. Nef’î’ye dair o muhteşem dörtlüğü yazan insan, nasıl Tarih-i Kadim şiirinde bütün bir geçmişi gömebilir?  Fikret’in döneminde İslâm’a bağlı tezatsız bir dünya görüşünü örgüleştiren ve bütün menfilikleri buna nispet mahkûm eden bir mütefekkir yoktu. Bugün Salih Mirzabeyoğlu vardır. Niçin İslâm’ı filana bakıp değerlendiriyor ve küfrüne mazeret kılıyorsun da; Mirzabeyoğlu’nu ölçü almıyorsun? Bu anlamda Mirzabeyoğlu’nun kendi portresi, “nasıl” cephesini Necip Fazıl’ın şahsında çizdiği kendi portresi, fikir ve fiil bütünlüğünde yaşayan ahlâkın ta kendisidir. Yeni Fikret’ler çıkmasına vesile olmayalım. Bunun için Yaşayan Necip Fazıl’ın etrafında halkalanmak ve ona nispet dünyaya bakmak, ona nispet mesele konuşmak ve yaşamak mükellefiyetindeyiz.

Biraz önce “ideali aramakla toprağa bağlanma arasındaki berzah” mevzuuna giriş yaparken Camus’ün Nobel konuşmasından bahsetmiştim size. Onu dilimize çevirenler önsözüne Jean-Paul Sartre’ın yazısını koymuş ki, belki Camus’den daha büyük bir edebiyatçı değil, bu tartışmaya açık bir şey ama kesinlikle daha mühim bir aydın… Camüs’nün kabul edip konuşmasını yaptığı Nobel’i o birkaç sene sonra kendisine teklif edildiğinde reddetmişti. Üstelik ödülü teklif edenleri aşağılayarak, alaya alarak reddetmişti. Gerçi Camus bunu görmedi. Çünkü aldığı ödülden kısa bir zaman sonra, genç yaşta trafik kazasında öldü. Öldüğünde Sartre ile yolları çoktan ayrılmıştı. Dargındılar. Üstelik Camus yazmaya ara vermiş, bir çeşit küskünleri oynamaya başlamış, kısacası susmuştu. Aldığı Nobel’e rağmen susmuştu.

Nobel demişken… Mirzabeyoğlu der ki: “Necip Fazıl’ın mânâsı ve misyonu anlaşılıyorsa, bir Müslüman için “Nobel Ödülü” bile güneş yanında kibrit alevi kadar sönük kalır…” Necip Fazıl’ın “değer hükmünün” ne mühim bir değer taşıdığına dair Mirzabeyoğlu’nun hükmüdür bu… Hükmü bu kadar değerli olan Necip Fazıl, portresini Mirzabeyoğlu’nun çizdiği Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’a ancak Mirzabeyoğlu’nun gözleriyle “onun buudundan” bakmaya çalıştığımızda bunun süslü bir iltifat değil, 60 ciltle “niçin”i izah edilmiş bir hakikat olduğunu anlayacağız. Hani sanırım Necip Fazıl’la Baş başa kitabında kullandığı bir örnekti: “Sokrates’i yaşarken binlerce göz görüyor ama insanlığa kalan Eflatun’un gözlerine görünen Sokrates…” Değil mi ya? Sokrates’i yargılayıp onun zehirlenmesine hükmedenler de onu görmüş, dinlemişti.

Nobel mevzuuna nereden geldik? Camus ve Sartre diyorduk… Aslında burada Necip Fazıl adına düzenlenen ödül törenlerine de girmek istiyorum ama kısa keseceğim. Burada türlü edepsizlik arasında beni en çok rahatsız eden ödülleri kimin aldığından ziyade birilerinin onun adına kıymet tayin etme liyakatinde görebilmesi… Birisi adına birisini taltif edebilmek için ona bir nispetinin olması gerek. Senin Necip Fazıl’a olan nispetin nedir? Onun sanat görüşüne mi bağlısın ki, onun adına edebiyat ödülü takdir ediyorsun? Şimdi ben çıksam ve Nazım Hikmet Ödül Töreni diye bir şey düzenlesem ve Nazım’ın şiir görüşüne en ters şairlere şiir ödülü versem… Cinayetin farkında mısınız? Siz Necip Fazıl adına nasıl takdir ölçüsü koyabilirsiniz? Şu almış, bu etmiş değil ki mesele… Bakın, muhtevasına girmiyorum bile. Usulen baştan yanlıştır.

Camus genç denilecek yaşta bir trafik kazasına kurban gittiğinde Sartre ile dargındı demiştim. Uzun zaman önce yolları ayrılmıştı. Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali, bu iki Fransız aydınını birbirinden koparmıştı. Fakat Camus’nün ardından en unutulmaz yazıyı yine Sartre yazmış. Bahsettiğim Nobel konuşmasına önsöz olarak koydukları yazı… Okurken, dargınlığı bile bu kadar değerli kılabilmek için nasıl bir samimiyet gerekir diye düşünmeden edemiyor insan?

Burada, tam bu noktada bize lazım olan ve biraz önce bahsettiğim Mirzabeyoğlu ile yüzleşme fikrine götüren bir ifade var. Diyor ki Sartre: “Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün; avucunda sıkı sıkıya sakladığı değerlerle karşı karşıya kalıyorduk. Ya yanından kıvrılıp gitmek, yahut onunla büsbütün savaşmak gerekiyordu.” Demek istiyor ki, onun varlığı ile muhatap olduğun anda düşünceyi düşünce yapan “gerilim” kaçınılmazdı. Onun varlığı senin imtihanın olurdu. Kayıtsız kalamazdın. Ya bir köşeye saklanır, yahut dövüşmeye mecbur kalırdın. Bunu anlatmaya çalışıyor.

Elin batılısı dargın olduğu adama bile bir nefs muhasebesi etrafında bakarken, biz tam aksine, dostuz dediğimizi yok sayma yeltenişindeyiz. Mirzabeyoğlu’nun durumunu anlıyorsunuz değil mi? Oysa niçin karşı olduğunu yahut niye dost olduğunu bir fikir disiplini içinde temellendirmek zorundasın.

Sartre’ın Camus hakkında söylemek istediği sanırım buydu. Oysa dargınlıklarına sebep olan kavgada – ki bu nefsi bir şey değil, haysiyetli aydın tavrının gereği ortaya çıkmıştır- haklı olan kesinlikle Sartre’dır. Cezayir’in işgali öyle arabuluculukla, muvazaacı tavırlarla geçiştirilecek ve başka meselelerin yedeğine atılacak bir konu değil, Fransız aydınının en büyük imtihanıydı ve “vatan haini” etiketi yemek pahasına işgale karşı çıkmaları gerekiyordu. Sartre bu imtihanı geçmiş, Camus sınıfta kalmıştı.

Camus’ün durumu “ona da karşıyım, buna da; tamam, Amerika’nın işgali yanlış ama Saddam’da iyi insan değil; Kaddafi’de böyle” diyen kesimleri hatırlatır. Camus en azından kendi ülkesinin işgal ettiği bir ülke karşısında muvazzacıydı. “Ülkemin işgalci olmasına karşıyım ama Cezayir direnişinin de şiddete başvurmasını tasvip etmiyorum” gibi… Çünkü kendisi Cezayir’de yaşıyordu. Ya İslâm coğrafyasının, kendi toprağının işgaline karşı muvazzacı olan sözüm ona Müslümanlara ne demeli? Dikkat edin: Bunlar Yaşayan Necip Fazıl ve Yaşayan Ahlâk davasından ayrı şeyler değil, bilakis onun niçin zaruret olduğunun en katı görüntüleri…
Batının sonu gelmiştir. Çünkü bugün batının vicdanı kalmamıştır. Aydın çağının vicdanıdır derler. Vicdanı ve şahidi… Bunun üstünde en çok duran batılı Sartre’dır. Aydın kavramına yeni bir yorum katmıştır. Sartre son vicdandı. Ama Filistin – İsrail meselesinde o da intihar etti. 25 sene evvel Cezayir – Fransa meselesinde ayıpladığı ve bağlarını kopardığı dostu Camus gibi kendisi de İsrail mevzuunda muvazaacı, hatta İsrail’i kayırıcı bir tutum takındı. Camus’de ayıpladığı başına geldi. Bugün batının yaşayan ahlâkı yoktur.

Necip Fazıl, Romalı bir tarihçinin Kartaca için verdiği hükmü çok sık tekrar eder: “Kartaca yok oldu. Çünkü şairleri yoktu.” Şairi şuura ve şuuru aydına, aydın vicdanına tercüme ettirecek olursak: “Batı yenilecektir. Çünkü aydını kalmamıştır, vicdanı kalmamıştır” diye haykırabiliriz. Ama buna hakkımızın olabilmesi için, kendi vicdanımızla, “kendi şuurumuzla, beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağın nabzını yakalayan” adamla, Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu ile bütün samimiyetimizle yüzleşebilmeliyiz ki, bunu en üst perdeden haykıralım. Tam burada Necip Fazıl Mirzabeyoğlu merkezinde aydın kavramının muhasebesine girmek isterdim, lakin çok fazla uzasın istemiyorum.

Nazım Hikmet, bir şiirinde “Lenin’i sevmek demek Lenin’i anlamak demek değildir. Lenin’i sevmek inkîlabı Lenin gibi anlamaktır” diyordu. Bu çerçevede bizim de söylememiz gereken şudur: Büyük Doğu’yu anlamak demek Necip Fazıl’ı Salih Mirzabeyoğlu gibi anlamak demektir. Nasıl ki günümüzün gerçek İsevi’leri müslümanlarsa ve Hz. Ali’yi hakikatiyle sevmek ancak ehl-i sünnet dairesinde mümkünse İBDA ve Büyük Doğu’culuk aynı çerçevede değerlendirilmelidir. Bu mananın dışında Necip Fazıl ve Büyük Doğu güzellemeleri ancak hakikate kıymaktır.

Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

 

Hakan YAMAN
21 Mayıs 2016 – Maraş

Not: İlk yayımlandığı tarih: 26 Mayıs 2016

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: