Av. Güven YILMAZ – Av. Ahmet ARSLAN: SALİH MİRZABEYOĞLU, ADIMLAR ÇİZGİSİ, 25 MART SALDIRISI VE ÜNSAL ZOR
Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun gözaltına alınıp tutuklandığı Aralık 98 tarihinden, tahliye olduğu 23 Temmuz 2014 tarihine kadar, TELEGRAM İşkencesi’nin başlangıcıyla birlikte Kumandan’ın yaşadıklarına yakînen şahid olan ve bununla birlikte O’nun esaretten kurtulması için yürütülen “özgürlük” mücadelesine de öncülük eden Avukatları Sayın Güven YILMAZ ve Ahmet ARSLAN’ın 24 Mart 2019 tarihli konuşmaları…
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu’nun genel merkezinde gerçekleştirilen “25 Mart saldırısı ve Ünsal Zor’un şehâdeti Vesilesiyle” başlıklı programa iştirak eden Yılmaz ve Arslan’ın Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Telegram İşkencesi, O’nun avukatları olarak maruz kaldıkları saldırılar, 25 Mart 2015 Saldırısı ve Ünsal Zor’un şehâdetiyle birlikte Adımlar Çizgisi etrafında yaptıkları değerlendirmelerini konu alan konuşmalarının video kaydı ile birlikte metnini alâkalarınıza sunuyoruz.
ADIMLAR
Aydın Alkan: Kumandan’ın şehadeti sonrası hatırlıyorsanız -hatta şehid olduğu ândan başlayarak-, o haftalar da dâhil olmak üzere Adımlar’a türlü saldırılar yapıldı. Onun üzerinden 10,5 ay geçti, 1,5 ay sonra zaten 4 Mayıs, suikastin yıldönümü olacak. Adımlara saldırı olmadan önce, hatta bu, Adımlar’a çok daha öncesinde başlayan, zaten Ergun Bey’in de bahsettiği şekilde türlü biçimlerde saldırılar vardı ama bunun ilk versiyonu Kumandanı, Kumandan’ın sözlerini itibarsızlaştırmaya dönük olarak onun avukatları üzerinden başlatılan bir süreç vardı. Bu avukatlar da Kumanadan’ın cezaevine girdiği ândan itibaren kesiksiz bir şekilde özellikle Telegram sürecinde insanlar geceleri rahat rahat uyurken sabahın dörtlerine, beşlerinde yola çıkıp ve bizim de bilmediğimiz bir gerçeği, hayal gücüne bırakabiliriz bunu, hiçbir hayal gücü de bu mânâda onların yaşadıklarını karşılayacağını da düşünmediğim kişiler var. Ahmet Arslan ve özellikle Güven ağabey, kendilerinden bu süreçle ilgili değerlendirmeler yapmasını. Çünkü merak eden çok insan var, bilinmiyor süreç, tabi sorulacak sorular vardır. Kendilerini rica ediyorum, davet ediyorum, Ahmet Bey’le Güven Bey’i…
Ahmet Arslan: Aklıma birkaç tedai geldi. Buraya geldiğimizde de Kumandan’ın resim üzerine konuşmaları yayınlandı. Ondan da haberim yoktu, ilk defa burada dinliyorum o konuşmaları. Ünsal’ı anmak için geldiğimiz bir günde o konuşma da ayrı bir tevafuk oldu. Kumandan orada resimden, tablolardan bahsediyor. Ben de bu çerçevede, Ünsal Zor’un şehadeti vesilesiyle… Aşağı yukarı, burada bulunanların birçoğunun İbda ile tanışıklığı bir 30 seneyi filan olmuştur, bu çerçevede birkaç değerlendirmede bulunmak istiyorum.
Bildiğiniz gibi Ünsal’ın…
Şunu da belirteyim, Ünsal’la tanışıklığım da bir 30 sene öncesine gidiyor.
Metris Cezaevi’nde, Bayrampaşa’da beraber kalmışlığımız da var.
Demin Aydın’ın da temas ettiği gibi Adımlar saldırısı olmadan önce ve saldırıdan sonra, özellikle Kumandan’ın vefatından da sonra, hem dışarıdan hem de içeriden bir takım ciddi saldırılar oldu. Burada şöyle bir mevzu da var, şimdi birtakım pislikler var hayatın akışı içinde karşımıza çıkan, bunlara göz atmalı mıyız, atmamalı mıyız gibi… Fakat, Kumandan’ın da cezaevindeyken vurguladığı bir husus vardı avukatlar için, hani, tarafsız olunsun, “siz tarafsız bir noktada durun” diye… Şimdi, tarafsızlık, birisi pislik yapıyor, her türlü hainlik yapıyor, onu görmezden gelmek demek de değil tabiî ki… Biz, onunla beraber, bir de çoğu konuda, Kumandan’ın hesaplarını da bozucu olmayalım noktasında bir yaklaşımımız oldu… Şimdi, Kumandan’ın vefatından sonra, Adımlar’a yapılan saldırı da ondan bağımsız bir şey değil… Çok çirkin, bayağı, alçakça davranışlar sergilendi… Bunları isim olarak zikretmeye gerek yok… Mesela bir tanesi demiş ki, “30 senenin hesabını göreceğiz”, Adımlar şeyini kastederek…
Dediğim gibi, Ünsal’la tanışıklığımız, İbda’nın çıkışı aşağı yukarı bir 30 seneye tekabül ediyor. 30 sene bir muhasebe açısından anlamı olan, tedai uyandıran bir dönem. Hani Üstad’ın kendini muhasebe ederken, saatim işlemiş ben durmuşum, selâm bahsi, selâm, Üç Işık… “Üç otuz” şiiri vardı, Topal Şükrü Efendi miydi? Şimdi, 30 senede bir muhasebesini yapalım diye düşünüyorum… Şimdi 30 senede ben muhasebesi yaptığım zaman, bu 30 senenin en başında burada birçoğu şu anda Adımlar kadrosunda olan insanları görüyorum. Ünsal Zor’u görüyoruz, Ali Osman Zor’u görüyoruz, bunlar zaten şeyde kayıtlı, Tilki Günlüğü’nde kayıtlı olarak duruyor…
Burada şunu net olarak görmek lâzım, bu husumet besleyenler, Kumandan’ın vefatı sonrasına bu bayağılığı sergileyenler, Adımlar’a karşı bu sistematik saldırıda bulunanlar ve onlarla beraber müttefik olanlar, Kumandan’la bir hesabının olduğunu görmek lâzım en başta. Düşmanlığının en başta Kumandan’a yönelik olduğunu da tesbit etmek lâzım.
Bunları da biraz şey için söylüyorum. Üzerime biraz da yük oldu, belki bunları yazmak da gerekir… 30 senin sonuna baktığımız zamanda şunu da görüyoruz, Ünsal Zor, İbda’nın, Adımlar kadrosunun son şehidi olarak, Kumandan’ın da takdimiyle beraber tarihe geçmiş oldu ve 30 senelik zaman dilimi de bu şekilde mühürlenmiş ve kayıt altına alınmış oldu. 30 senelik zaman içerisinde karşı tarafın, münafık zihniyetin davet ettiği şekilde kendimi bu şekilde muhasebe yapmaya mecbur hissettim. Bugünün bende uyandırdığı, şu an aklıma gelenler bunlar. Yani tedaisi onu ifade etmek istedim.
Güven Yılmaz: Bence, sen ifade etmek istediklerini çok politik tarzda ifade etmeye çalıştın, milyonda birini ancak söyledin. Seninle, Ahmet’le bu konuda biraz farklı düşünüyoruz. Farklı düşünmekten kastım şu, Ahmet, bunu bizim açıklamamız lâzım, avukatlar olarak kendi insanımızdan çektiğimizi açıklamamız gerektiğini söylüyor, ben de tam tersini söylüyorum. Burada bu konuda çelişiyoruz. Bildiğim için söylüyorum, Ahmet şu ân konuştukları milyonda bir değil, Ahmet’in söyleyecekleri için esasında, mevzuyla alâkalı.
Şimdi ben şuradan başlamak istiyorum. Arkamıza şehidleri almışız, arkamız şehidleri alarak konuşmanın kolay bir tarafı yok. İşin esprisi olsun diye söylüyorum, burası şehidlerle ilgili bir kısım değil mi? Yeni bir şehadet mi bekliyoruz, boş bir çerçeve var orada, onun bir anlamı var mı diye sorayım dedim?
Aydın Alkan: Tabi, her zaman mümkün.
Güven Yılmaz: Her ân bir şehadet bekliyoruz elhamdülillah.
Aydın Alkan: Adayı çok yani.
Güven Yılmaz: Mevlam şehidlik şuurundan ayırmasın inşallah.
Salon: Amin!
Güven Yılmaz: Ayeti Kerime’de var ya, Peygamberlerle şehidlerle, sahabilerle ve salih amel işleyenlerle beraber bizi haşret, haşrolunmak; bu hakikaten önemli bir hadise.
Tabi Ahmet’in söylediği gibi Ünsal’ı ben hem biraz akrabalıktan dolayı, biraz fikrî mevzudan dolayı, aslında eş zamanlı bir tanışıklık… Ben üniversite yıllarında başka bir kanaldan İbda’yla tanıştığımda işte kız kardeşim üzerinden de Ali Osman Zor ailesiyle tanışmış olduk. Güzel bir tevafuk oldu bu. Ben ondan öncesi, bu tanışmadan iki sene öncesinde İbda camiasıyla tanışmıştım, farklı insanlarla. 84, 85’li yıllardan bahsediyorum. Ondan sonrasında bu aileyle tanıştık. Tabi, Ünsal Zor’dan başlayarak söyleyeyim, Ünsal Zor’un zaten doğduğu anda kendisine bir talimat verilmiş. “Ün-sal”, hâ, bu da “zor” demişler… Ün salmak hakkaten kolay bir hadise değil. Ne ile ün salınır? Şehadetle ün salınır. Bundan daha güzel ün salmak mümkün değil. Dolayısıyla o isminin gereğini yerine getirdi, Allah şehadetini kabul etsin. Tabiî ki bir davanın şehidlerinin olması çok önemli… Yani, sataşmalar, şunlar, bunlar deniliyor ya, eğer biri bize sataşmıyorsa, size sataşmıyorsa, sizin söylediklerinizi kale almıyorsa, o zaman yaptıklarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Hani Anadolu tabiri vardır ya, meyve veren ağaç taşlanır. Demek ki doğru yoldasınız, eğer size bir sataşan yoksa, sizi eğer tırnak içinde söylüyorum, sistem içerisinde, sisteme bağlı unsurlar sizi övüyorsa, daha ilerisini söyleyeyim, sizi övmese bile size söz söylemiyorsa, imân tazelemek gerekiyor. Dolayısıyla bu mânâda bakıldığında, yolun doğruluğu noktasında bir problem yok. Bir de ben yine şey taraftarıyım, yani şu şunu yaptı, bu bunu yaptı falan filandan ziyade herkesin kendi işine, yoluna bakması taraftarıyım. Su akar yolunu bulur. Biraz önce Erzurum’dan gelen arkadaşımızın söylediği gibi dışarıdan insanlar zaten kim nedir ne değildir, hakikaten hakikat aşığı insanlar, yaptıkları gözlemlerle, objektif bakış açısıyla zaten mevzuu görürler. O yüzden herkes yoluna bakmalı diye düşünüyorum. Yani, Kumandan’a biz bu konuda hiçbir zaman şikâyetçi olmadık. Yani, şu şunu söylüyor, bu bunu söylüyor, diye şikâyetçi hiçbir zaman olmadık. Kendisini ziyaret edenlerin muhtemelen verdikleri bir takım bilgiler vardı, hep şunu söylerdi, “siz kafanıza takmayın, siz tarafsızsınız!”… İşte Ahmet bir iş yapıyor, örneği de böyleydi; “Ahmet bir iş yapıyor, Güven bakıyor ki, “eyvah, Ahmet parsayı toplayacak, ne yapayım?” Güven şey üretmiyor, o zaman Ahmet’in yaptığı işe pislik atayım!” Bu örneği verirdi hep. Yani, “mevzu budur!” derdi. Birisi bir iş yapıyorsa, diğerinin de elinden bir iş gelmiyorsa, iş yapan kişiye pislik atarak kendi varlığını izah etmek durumunda kalır şeklinde… Şimdi bu noktadan baktığımızda, tabi şöyle ben hep yanlış anlaşılmaktan korkuyorum, sanki hani akrabalık bağı sebebiyle bir takım şeyler söyleniyor gibi, inanın var ya Ali Osman Zor’la en az görüşen insanım. Yani akrabalık bağı var, en az görüşen insan olarak bunu söylüyorum…
Şimdi Ünsal Zor; bir karakter vardır, o karakter çerçevesinde herkes zaten yolunu bulur. Her insanın bir karakteri vardır. Ünsal Zor’un karakteri nedir? İşte arkadaşlar çok güzel şeyler söylediler. Bir: Bir kere samimiyet… Samimiyet… İki: Pazarlıksız olması… Dünyaya ait olarak ne bir nam, şöhret, mal, mülk, zenginlik, bu tür şeylere zaten hesabı, bu tür şeylere hiç temayülü olmayan bir insandı. Ve, sadakat… Yani O’nun Kumandan’a olan sadakatini bilip de imrenmemek, onun gibi sadakat, sadık olmaya çalışmak, ona imrenmemek hakikaten çok zor bir hadiseydi. Çünkü onun samimiyeti de pazarlıksızdı, imânı da pazarlıksızdı, sadakati de pazarlıksızdı. Davada ki yürüyeceği noktada, hani, sonunu düşünen kahraman olamaz diye bir şey vardı ya, evet hiç sonunu düşünmeyen, hakikati olduğu gibi örtmeden bükmeden, dümdüz söyleyen bir insandı. Dolayısıyla bu mânâlarda bakıldığında günümüz şartlarına ender şahsiyetlerden biri olarak örnek nitelendirmek mümkün. Dolayısıyla ben, bu karakteri neticesinde de Cenabı Hakk’ın onu şehadetle makamlandırdığını, şehadet makamına ulaştırdığını düşünüyorum. Tabi ki onun şehadeti, hepimiz için bu mânâda yürüdüğü yoldaki bu tavizsiz tavrına vs. üzerine bakıldığında, bir yol, bir çizgi… Özellikle Kumandan’ın da onunla ilgili iltifatları dikkate alındığında bu, gençlere misal olarak verilmesi gereken bir karakterdi. Bu karaktere bürünen insanlar da zaten bir araya gelirler, diğer tıynette, karakterde olan insanlar da bir araya gelirler. Dolayısıyla bu bütün toplumlarda şekillenen bir hadisedir. Bütün toplumların içerisinde aynı görüşten, aynı ailenin içinden mutlaka biri diğerini çekemeyen insanlar vardır. İnsan bazen kendi nefsi ile bile cebelleşir. Dolayısıyla, biraz önce misafir olan arkadaşlar, Ali Beylerle filan konuştuğumuzda söylemiştik, fitne denen şey her zaman var. Yani bunu işte sizler de çok iyi yaşadınız, biliyorsunuz 2011-2012’li yıllarda Kumandan’a Özgürlük kampanyaları çerçevesinde başlatılan ve özellikle bu kadronun çok destek verdiği, türlü türlü aşamalarda destek verdiği, zaman dilimleri içersinde, hatırlarsınız daha ilk gittiğimizde… 2012 miydi Aydın? İlk gittiğimiz 2011 miydi, 2012 miydi?
Aydın Alkan: 2012.
Güven Yılmaz: 2012’de Şubat ayında sanıyorum…
Aydın Alkan: Pardon, 2011’in Aralık.
Güven Yılmaz: 2011’in Aralık’ıydı, son derece soğuk ve son derece karlı bir havaydı ve biz yanılmıyorsam 250-300 civarında insandık… Burada hedefimiz neydi? Her ay bir bahane ile işte 5 Aralık, 25 Ocak…
Aydın Alkan: Takvim çıkarılmıştı.
Güven Yılmaz: Takvim çıkartmıştık, her ay bir basın açıklaması yapacağız tarzında, hedefimiz buydu. Bir hedef koymuştuk kendimize, bu hedef neydi? Her ay yapılacak basın toplantılarıyla, kaç kişi gittik? 250 kişi gittik. Bir sonraki toplantı 300 olacaktık, bir sonraki toplantı 400 olacaktık, 500 olacaktık, bin olacaktık, 5000 olacaktık, on bin olacaktık… İşin hakikati, kafamızdan geçirdiğimiz hedef buydu. Oraya yığacaktık, insanları yığacaktık ve Kumandan’ı çıkarmak zorunda kalacaklardı. Hedefimiz buydu. Fakat birinci toplantı, ikinci, üçüncü derken, tabi ki düşman uyumaz, nifak tohumları ekildi; bu 250, 300 olacakken, işte şu filanca var, şu filanca var, şu var, bu var, falan filan derken, bu kartopu gibi büyüyerek ilerleyeceğine, maalesef eridi, eridi, eridi, son zamanlarda yanlış hatırlamıyorsam 60-70 kişi civarı geldi. Ama netice itibariyle ben bunu şuna benzetiyorum; Bedir meydanına ininceye kadar Allah’ın yardımı gelmemiştir. Hani biliyorsunuz yola çıkıldığında her köşede, her yerde, münafıklar aradan ayrıldılar, ayrıldılar, ayrıldılar, işte düşman korkusu, bilmem ne korkusu, düşmanın çokluğunu görenler vs. derken sonunda Allah ve Resûlü’ne tam mânâda iman edenler Bedir Meydanı’na indiğinde işte o zaman Allah’ın yardımı geldi. Dolayısıyla oradaki topluluğun, rakamsal anlamda baktığımızda, az gözüküyor olmasının hiçbir önemi yoktu. Çünkü onlar halis, tam iman etmiş insanlardı. Ben olaya bu gözle bakıyorum. Bu gözle baktığımız için de, bu çerçevede o bir anlamda direnişti, bu bir anlamda zulme direnişti, bu bir anlamda Kumandan’a karşı yapılan Telegram’a direnişti. Buradan insanların, Anadolu’dan, çeşitli yerlerden gelmesiyle beraber bu bir direnişti ve bu direniş bir kişi de kalsa devam edecekti. On kişiyle de devam edecekti. 20 kişiyle de devam edecekti. Aslolan, yine Hadis-i Şerif gereği az da olsa sürekli olandı… Bu kadro hiçbir zaman, hani “şahitlik” dedi ya arkadaşlar, biz de artık Allah-u Teâlâ huzurda sorduğunda “evet, biz avukatlar olarak, o kadro basın toplantılarında hiçbir zaman yalnız bırakmadı.” Buna şahitlik ederiz. Dolayısıyla, bunun da semeresi alındı mı arkadaşlar? Alındı! Siz zannetmeyin ki, yukarıdan birileri lütfettiler de… Tabi Allah’ın izniyle, o ayrı bir konu… Yukarıdan birileri lütfettiği için Kumandan çıkmadı. Yani birilerinin aklına geldi de, “yarın çıkaralım, ortada bir hukusuzluk var” diye çıkmadı. Artık vicdanları kanatacak işler yapıldı, olmadı. Şu oldu, bu oldu, olmadı. En sonunda hatta o zaman bile bu nifak çevreleri tarafından eleştiriler olmuştu. Biz şunu demiştik. İşte AKP’ye doğrudan ulaşmak mümkün değil. Bunların etrafını CHP’lilerle, şunlarla, bunlarla sarmak gerekir, hatırlarsınız değil mi? Bir yandan da nostalji yapıyorum, yanlış anlamayın. Çevirmek gerekir dediğimizde, işte o zaman platformlar kuruldu, sivil olarak CHP’ye gidildi, şunlara gidildi, bunlara gidildi, bunlar çerçevesinde hatırlarsanız basın açıklamaları oldu, şu oldu, bu oldu. İşte, CHP’den milletvekili Kumandan’ı ziyaret eder etmez ertesi gün AKP’den geldiler vs. Dolayısıyla o strateji de gereğini buldu. Yani dışarıdan, biz tabiri caizse, ne diyoruz ona, çevreden muhite mi diyoruz,
Aydın Alkan: Muhitten merkeze…
Güven Yılmaz: Tamam muhitten merkeze, çevreden merkeze doğru bir çalışma, kuşatma içine girmek durumunda kaldık. Şimdi elhamdülillah bu mânâda bakıldığında yani özgürlüktür, vesairedir, bu bir kazanımdır. Bir anlamda Kumandan’ın en azından ömrünün son yıllarında içeridekinden çok daha az işkenceye maruz kalıyor olması da bir kazanımdır. Ondan sonra, Allah cümle şehidlerimize rahmet eylesin. Şimdilik, kısaca söyleyeceğim, biraz uzun oldu ama kusura bakmayın, söyleyeceğim bu kadar. Sağolun.
Aydın Alkan: Soru sormak isteyen var mı? Çünkü, avukatlarla böyle bir fırsat ilk defa oluyor belki, birkaç senedir.
Ahmet Arslan: Avukatlar derken, şimdi Mehmet’i de dışarıda bırakmış olmayalım.
Aydın Alkan: Yok yok, ben Mehmet Bey’i de dâhil ederek söyleyeyim. Hatta kendisi de ayrıca söylemek istediği bir şey varsa bu konuyla ilgili seviniriz yani. Siz de ziyaret ediyordunuz, ne bileyim Telegram meselesinde eksik bıraktığımızı düşündüğünüz bir şey olursa…
Ahmet Arslan: Ben şimdi bir iki cümle, unuttum söylemeyi, ilave edeyim, hani bu 30 senelik muhasebeyi yaptığımız zaman, burada işin başından sonuna kadar buradaki ana akımın Adımlar kadrosu olduğunu, Adımlar çizgisi olduğunu diyelim, görmek ve tesbit etmek lâzım. Yani bu Ünsal Zor’un şehadetinin de bunu ayrıca tesbit eden bir mânâsı olduğunu da düşünüyorum. Bu da ayrıca tabi bir sorumluluk, mükellefiyet de yüklüyor. Burada tabi şu var, dışarıdaki pisliklerle meşgul olmak tabiî ki doğru bir şey değil ama şimdi hayatta da hani şimdi elini pisliğe sokmadan da temizlemen mümkün olmuyor. Hayatın böyle bir gerçeği var. Hani Bodler’in dediği gibi, “sen bana çamur verdin, ben ondan altın yaptım” vesair. Şimdi hayatın da bu şekilde bir zorunluluğu var. Neticede o söylenen şey de bizim için bir vesile oldu, otuz senelik şöyle en azından kısa bir muhasebe yapmamıza vesile oldu diye düşünüyorum.
Halis Turan: Ben bir şey sormak istiyorum. Az önce Mehmet Bey kriminal açıdan meseleyi… Hiçbir tepkinin olmadığını; ne adlî anlamda, ne siyasî anlamda, biraz bu tarafı kasten söylüyorum, bir şey olmadığını söyledi. Ne aileye de bir açıklama yapılmadı. Aslında Ünsal’la birlikte, Kumandan’ın mevzusu da aynı şekilde…
Ahmet Arslan: Tabi, aynı esrarengiz bir şekilde kaldı.
Halis Turan: İkisi de bir katil var, bir öldürme şeyi var. Birisi Telegram, birisi de bombalı. Birisi hadi görülmüyor, görmüyoruz; Telegram’ın nasıl yapıldığını gözümüzle göremiyoruz ama biliyoruz, vakayı biliyoruz yani. Bu noktada hukukî olarak, siz avukatlar olarak, ne yapılabilir veya bir şey yapılacak mı, bir adım atıldı mı ya da atılacak mı?
Güven Yılmaz: Ahmet Bey uzak, ben yakınım. Adliye de karşımızda. Yani, Suat mıydı arkadaşımızın adı? Avukat olarak ben utanç verici bir cümle kuracağım ama beni hiç de ilgilendirmiyor, oradaki tetikçi bulundu mu bulunmadı mı? Çünkü hani ben savcılarla çok görüştüm, belli ki ademe mahkumiyet üzerine kurulmuş, faili meçhule gidecek. Hatta basına da hatırlarsanız bir iki tane de kadın yansıdı, “onlar yaptı” falan diye… Yani biz failleri biliyoruz. İlk daha olmazdan, bu hadise gerçekleşmeden önce; hani şurada bir boş çerçeve var ya, o hadise gerçekleşmeden önce biz bir saldırı olacağını biliyorduk. Nasıl, ne şekilde olacağını açıkçası bilmiyorduk. Bunu konuşuyorduk. Topyekûn bir saldırı olacağını… Ben bunu biraz daha şey gibi algılamıştım açıkçası, Adımlar kadrosunu topyekûn içeri alacaklar diye. Yani bir bahaneyle en az 25-30 kişiyi topyekûn içeri alacaklar diye düşünmüştüm. Ama rahmetlinin şeylerini hatırlarsanız daha basiretli… “Düşman çok sert saldırıyor!” demişti. Hani ben, insan biraz da hukukçu falan olunca, şey gibi düşünemiyorsunuz. Daha kötüsü ne olabilir ki? Daha ağırı ne olabilir ki? Bize göre en ağırı, bir hukukçu olarak, insanların böyle, daha önceden olduğu gibi toptan alıp, 35-40 kişiyi pasifize etmek. Ben hep bunun üzerine şey yapardım. Yani, bir şeyi bahane edecekler, bir cümleni, bir şeyi bahane edecekler. Ama hani bu “hakikati söylemeyin” anlamında değil. Hazırlıklı olalım anlamında. Benim düşündüğüm buydu. Tabi o dönemde tablo çizildiği üzere, çok kişinin ayağına basıldı aynı anda. Dolayısıyla, müşterek bir proje, bu şey gibi, hani teşbihte hata olmaz; Mekke’de bütün kâfirler birleşiyorlar ya, Peygamber Efendimiz’e saldırmak üzere, yani burada da böyle belki bir arya gelmesi mümkün olmayan tiplerin bile ortak bir projesi.
Halis Turan: İşlerine geldi yani, o eylem işlerine geldi.
Güven Yılmaz: Ortak bir projeydi bir anlamda, üst akıl diyeyim. Zaten diğerleri de altta böyle Pinokyo’nun kolları gibi… Ama üst aklın ortak projesiydi. Dolayısıyla, yok etmeye yönelik bir hadiseydi. Yani kimse şunu beklemiyordu: “Bu patlamadan sonra tamam, Adımlar bitmiştir.” En azından “Adımlar zihniyeti, Adımlar anlayışı bitmiştir, bitireceğiz!” düşüncesi vardı. Yok, olmadı yani, bununla yok edilmeyeceğini, bunun bir budama olduğunu, budandıktan sonra daha gür çıkacağını aslında hiç kimse hesap etmedi. Dolayısıyla tabi ki burada Ahmet Bey’in söylediği gibi bir takım farklılıklar var. Şöyle geçmişe dönüp baktığınız zaman, ben Adımlar’ı şöyle gördüm. Bir pergel düşünüyorum, pergelin bir ayağı sabit, İBDA fikir hareketinde sabit, oraya sabitlemiş pergeli ve uzanabildiği kadar yani pergeli olabildiği kadar açmış ve uzanabildiği kadar her kesimin samimisine ulaşmaya çalıştı. Yani bence en önemli, bu taraf açısından en önemli hadise, düşmanlar açısından bakıldığında da en kötü, yani olabilecek en kötü şey. Yani siz her kesimin, Sağcısı, Solcusu, Kemalisti, yurt içinden, yurt dışından hiç fark etmez, her kesimin samimisi olan insanlara ulaşıyorsunuz, o insanlarla teşrik-i mesâi içerisine giriyorsunuz ve onlarla gerektiğinde müşterek projelere imza atıyorsunuz. Gerektiğinde bakıyorsunuz ki işin hakikatinde de o her kesimin samimisi dediğiniz insanlarla bir araya geldiğinizde aslında aynı şeyleri söylüyorsunuz. Aslında bakıyorsunuz ki herkesin endişesi, herkesin hedefi hakikate ulaşmak. Hani şair kelimelerle, senin gibi ressamlar da çizgilerle ulaşıyormuş ya hakikate, yani diğer insanlar da o fikirleriyle hakikate ulaşmanın peşindeler. Dolayısıyla o sıçramalara baktığınızda, işte bakın, neyi sayalım meselâ? Hep aykırı cümleler kurmuş; işte Ergenekon döneminde Ergenekoncu(!) olmuş, yani şeyleri bozmuş, ezberleri bozmuş, yani herkes şunu söylerken, Adımlar kadrosu. Son dönemlerde Adımlar kadrosu, önceki dönemlerde Adımlar değildi de sonrası için söylüyorum geriye dönük olarak, yani aynı kadro tabi. Farklı bir şey söylemiş ama o farklı söylediğinin doğruluğu 3-5 sene sonra anlaşılmış. İşte, Ergenekon için söyledikleri sonra anlaşıldı, PKK için söyledikleri sonra anlaşıldı. Yani benim bizzat şahit olduğum Kırgızistan mevzusu vardı daha hâlâ anlaşılamadı. Yani Ali Osman Zor’un hicret ettiği o dönemlerde Kırgızistan üzerinde olması gerekenleri, yani kafamdaki şeyi söylüyorum, eğer o günlerde 2009’larda, 2010’larda insanlar, buralarda söz sahibi olan insanlar, “büyüklerimiz” diyelim hadi, arkadaşlarımız, ağabeylerimiz diyelim yine, yeterince anlamış olsalardı, şu ân İBDA hareketi gerçekten uluslararası bir hüviyeti tam bir şekilde kazanmış olacaktı. Ondan sonra şunun için bakıyorsunuz, bunun için bakıyorsunuz, ve şu kadro işte 90’lı yıllarda Fetullah Gülen ve yandaşları tarafından yapılan operasyonlarda en çok zarar gören kadrodur. Aşağı yukarı yüzde elliniz, yüzde altmışınız cezaevindesiniz değil mi bu kadro. Ve hep onların yapmış oldu tuzaklar sebebiyle. Ama bu kadro öyle hakikatli bir kadro ki, ömürlerinin çok uzun bir zamanını cezaevinde geçirmelerine sebebiyet veren insanlara bile yaklaşırken, Hak ve Adalet duygusuyla yaklaşıyorlar. Yani ben bunu gözlemleyebiliyorum. Yani “intikam hissi” farklı bir şey, hani kuru bir intikam hissinden ziyade, burada bile adaletli bir tavır alıyorlar. Bu bile yanlış anlaşılıyor. Çünkü herkesin söylediği bir şarkı var. Niye? Yukarıda biri bir şarkı söylüyor aslında, herkes o şarkıyı söylüyor. O’nun söylediği şarkı değil ki mevzu, mevzu Hakikati dillendirmek, Hakikati ortaya koymak. Ve ben şöyle bir şey söyleyeyim, Ertuğrul Özkök’ü ziyarete gittiğimizde, Kumandan’ın özgürlük süreci içinden gazetecileri filan dolaşmıştık, dedi ki, “Tamam, sizin farkınız ne?” Merak ediyor. Müslümanlar, şunlar, bunlar, sizin farkınız ne? Daha doğrusu “Salih Mirzabeyoğlu’nun farkı ne?” dedi. Tabi bu hazırlıksız soruya karşı insan çok şey yapamıyor ama biz de dedik ki, “Kumandan Mirzabeyoğlu, kafa konforunu bozan adam. İnsanları rahatsız ediyor.” İnsanların, şey tabi yani nasıl söyleyelim, turnusol kâğıdı vardır ya, şeyi gösterir, yani insanlar onlara baktıklarında “ben mi insanım, bu mu insan?” diyesi geliyor. Dolayısıyla “kafa konforunu bozan bir adam”… Kafa konforunu bozan bir fikir… İşte Adımlar bu mânâda bakıldığında, şu söylediğim 3-5 tane hadise içerisinde, kafa konforunu ve ezberleri bozan tavırlar sergiledi, belki de düşman olmasının sebebi de buydu. Ama bu gidiş şey değil, herkes gider Mersin’e sen gidersin tersine gibi bir tavır değil. Evet, herkes Mersin’e gidiyor ama, o Mersin’e gidiş, birinin yönlendirmesiyle giden bir gidiş. Hâlbuki o tersine diye söylenen şey Hakikat. İşte bunu deklare eden, bunu pazarlıksız bir şekilde dile getiren bir kadro olduğumuz için diyelim -ben de kendimi içine katayım şimdi, Ahmet de yanlış anlamasın-, taşlanıyor olmak, suçlanıyor olmak, saldırılıyor olmak, bunlar tabi şeyledir. Bence olması gerekendir diye düşünüyorum.
Aydın Alkan: Mehmet bey, sizin ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Güven Yılmaz: Yalnız işin formatı değişti, biz buraya şey için gelmedik. Dinlemeye geldik.
Şükrü Keskin: Ben bir soru sorabilir miyim? Şimdi, Kumandan’ın şehadetinden önce bir ses kaydı var. Hepimiz birkaç kere, çok çok dinledik. Orada belli, bir saldırı olacağı ve o yaşadığı süreci de anlatıyor. Yani bunlar ortadayken, avukatları olarak sizin bu tarzda bir başvurunuz oldu mu? Çünkü niye? Belli isimler var, hani bu olaya şahit, o kayıtta geçen insanlar var, bunlar en azından çağrılıp soruldu mu? Konuşuldu mu? Yani bu incelendi mi bu mesele, yoksa sadece hepimiz gibi siz de dinlediniz mi? Ben bunu çok merak ediyorum. Çünkü biz diyoruz ki, Kumandan katledildi. Şehid edildi. Şehid edildiyse bize düşen Allah’ın izniyle, inşallah, günü geldiğinde intikamını almak. Siz de avukatları olarak resmi makamlarda veya adliyede, karakolda, emniyette bunun hesabı soruldu mu veya böyle bir girişim oldu mu?
Güven Yılmaz: Sondan başlayalım. Hukuka göre vekil eden vefat ettiğinde vekâlet ilişkisi sona ermiştir. Bizim Kumandan’la dünyevî anlamda vekâlet ilişkimiz sona ermiştir. Dolayısıyla Kumandan adına, “Salih İzzet Erdiş adına” diyeyim yani teknik tabirle, bir müracaatta bulunmamız, bir şeyde bulunmamız mümkün değil. Mirasçısı değiliz bu anlamda… Herhangi bir vatandaş olarak vurulabilir. Ondan öncesini de söyleyeyim, son, tamam belki sizin duyduğunuz son şeydir hani bir nokta olursa ama Kumandan’dan bu ve buna benzer hadiselere biz Ahmet’le çok şahidiz. Yapılan saldırılar, saldırılar neticesinde, yani “siz buna şahitsiniz!” derdi, yani “ben bu noktadayım, şu olursa siz buna şahitsiniz!” derdi. Buna şahitsiniz!” Bu, şehadete varan noktaya kadar hep böyleydi. Tabi o kendi sesinden bunu duyuyor olmanız bir infiâl yaratmıştır, bu gayet normal. Ne yapılabilirliği, o kısmına hiç girmiyeyim, hani bu öncesinde, madem böyle bir şey var, bir kayıt var, bu kayıt bir şeyler ön görülüp, bu kayıt yayınlanabilir miydi? Öncesi, bir ön alıp yapılabilir miydi? Onu artık tartışmaya gerektirecek bir durum yok. Onun öncesinde de biz bununla ilgili olarak yani bir takım girişimlerde bulunduk. Tabi savcılık şunu yapıyor, savcılık bunu belli mercilere, “var mıdır, yok mudur?” diye soruyor. MİT’e soruyor, bilmem şuraya soruyor, buraya soruyor. Oradan hiçbir netice çıkmaz. Çıkmadı yani, bundan öncesinde, bundan önceki yıllarda, buna benzer şeylerde çıkmadı. Şöyle bir şey söyleyeyim, hatta biz 2001 miydi, ilk basın toplantısını yaptığımızda Ahmet Bey, ben ve rahmetli Harun (Yüksel) Ağabey hakkında dava açılmıştı aleyhimize, Kartal Ağır Ceza Mahkemesi’nde… Bu ilk şeyi ilân ettiğimizde, TELEGRAM’ı ilk ilân ettiğimizde. Yani biz bu yargılama vesilesiyle çok şeyler yapabileceğimizi düşündük. Sevindik de yargılanıyor olmaktan dolayı. Çünkü bir sürü deliller sunduk, atıyorum şimdi Selim Şeker’ler vardı profesörler filan vardı. Onların şahit olarak dinlenmesini istedik, şunu istedik, bunu istedik, işte Genelkurmay kayıtlarında ta 1975’li yıllarda Genelkurmay’ın dergilerinde Telegramvâri bir takım projelerin olduğu bir takım makaleler vardı, onları sunduk. Şunu yaptık, bunu yaptık. Fakat allem ettiler, kalem ettiler, nasıl geçti ben de anlayamadım, 7,5 sene, zaman aşımı diyoruz ya, uzatılmış zaman aşımını geçirdiler ve o davayı zaman aşımından bitirdiler. Bu konuda çok marifetliler. Yani, ne yaptılar ettiler, bir şekilde üzerini örttüler. Orada da bir şey başaramadık. Yani kriminal anlamda Sayın Mehmet Tığlı’nın söylediği gibi, kriminal anlamada bu şekilde ispat etmek mümkün değil. Ama ben hâlâ şeye güveniyorum, Kumandan şunu derdi hep, “Çıkıp bunu anlatacaksın oğlum!” derdi, Telegramcılarla konuşurken. “Çıkıp sen bunu anlatacaksın!” derdi. İnşallah, hukukî ve cezaî anlamda bir şey olmasa bile inşallah bunlarla ilgilenen, bunlara alet olan birileri çıkıp inşallah… Çünkü tersinden bir şeyimiz yok şu ânda. Bunu ispat edebilecek ne teknik alt yapımız var, ne istihbarat ağımız var… Bu konular öyle hassas şeyler ki, kimseye de güvenemeyebilirsiniz. Yani manipüle de ediliyor olabilirsiniz.
Ahmet Arslan: Şöyle bir şey de var aslında. Normalde ispat edilebilir de bir şey. Bunun geçmişte Kartal’dan başlayan işe içine dâhil olan meselâ, bilmemesi mümkün olmayan bir takım isimler var. Fakat bunun, onlar üzerine gidilip tesbit edilmesi, ortaya çıkarılması için de “Devlet iradesi” lâzım. Ama ortada o irade yok! Ve zaten burada her türlü, Siyasî İktidarın sorumluluğu olan, öyle bir şey yapma niyetleri olsa, bu birkaç günde ortaya çıkarılabilecek bir şey. Ama böyle bir iradeleri yok ki. Demek ki bunun ortaya çıkmasını istemiyorlar!
Ali Osman Zor: Ses kaydından sizin haberiniz var mıydı?
Güven Yılmaz: Yok! Bizim de sonradan haberimiz oldu. Böyle bir ses kaydı yapıldığından haberimiz yoktu. Yani olsaydı, tabii ki bize göre ilân edilmesi gerekir diye düşünüyorum. İlân edilmeliydi ve birilerinin bu konuda eğer bir plânı varsa en azından plânı bozuculuk anlamında bir şey yapılabilir miydi? Yapılabilirdi.
Şükrü Keskin: Şimdi misâl, siz de şahit olun diye anlattığında o içeride siz o ziyaretteydiniz.
Güven Yılmaz: Tamam, biz de bunları tabi biz söylüyorduk, anlatıyorduk.
Şükrü Keskin: Siz de dışarı anlatıyordunuz.
Güven Yılmaz: Tabi tabi.
Şükrü keskin: Basın toplantısında, çıkışta da anlatıyordunuz.
Güven Yılmaz: Yani dikkat erseniz bizim basın toplantıları vs. yaptığımız şeylerde, öncelik hiçbir zaman “özgürlük” bile değildi. Tamam genel mânâda “Mirabeyoğlu’na özgürlük” sloganı vardı ama, genel mânâda Telegramcı işkenceciler üzerinde şey yapıyorduk. Çünkü Kumandan şunu söylüyordu, “Tamam ben özgürüm de, özgür bir ortamda benim elleri gırtlağımda vaziyette yaşamam mümkün mü? Önce şu elini bir çek!” diye misâl verirdi. Öncelik her zaman buydu! Biz ne kadar Telegram’a inandık? İbdacılar ne kadar Telegram’a inandı? İnanan İbdacılar ne kadar etrafına bunları biraz daha şey yapabildi? Ben meselâ şunu söyleyebilirim, en şey tepkiyi, Birgün gazetesiydi sanıyorum, oradan şey yaptık, “a, bizim arkadaşlar da cezaevinde buna benzer bir şeyler yaşadılar” falan gibi, aşinâlık diyeyim, o dönem için söylüyorum, aşinâ olan solcu arkadaşların birtakım cümleleri vardı. Onun dışında zaten biliyorsunuz, zaten bizim “İslâmcı camiâ” dediğimiz kesimin bu tür şeylerle hiçbir zaman alâkası yoktu: “Biz her şeyi Allah’a havale ederiz. Dolayısıyla böyle bir kadercilik çizgisi içerisinde gideriz. Çok fazla ne ilmî araştırma yaparız, ne böyle bir ihtiyaç hissederiz. Allah’a havale ederiz.” Genel mânâda bakıldığında şu ânda bile bilmiyorum, ben size tersini sorayım; uzun zamandır ne haber dinleyen birisiyim ne şey, biraz kapalı bir şeye girdim, psikolojik buhrana diyeyim, hiç Telegram üzerine bir şey konuşuluyor mu? Böyle bir saldırı, böyle bir şey konuşuluyor mu? Yok! Aslında bakıldığında Telegram kişiye yapılan bir şey hani bu toplumsal dediğimiz şey aslında toplumsal Telegram yaşamıyor muyuz, aslında şu ân yaşadığımız toplumsal bir şey değil mi? Herkes sustu.
Burhan Halit Koşan: O, “şahsa yapılan” ekstrem durumla toplumsal olanı ayırt edin. Topluma yapılmıyor. Yani onu medyayla, şimdi bilgiyle zehirlenen insanla, ekstrem uygulama farklı bir şey.
Güven Yılmaz: Yok, karıştırmıyoruz zaten, öyle bir şey yok. Zaten onu baştan söyledim ya, kişisel yapılan. Hatta bir diğeri, “bana da yapılıyor” diyenle kıyaslamamız bile mümkün değil. Yani iki kişi aynı, misâl söylüyorum; iki kişi aynı hastalıktan muzdarip olsa bile, her ikisinin ayrı ayrı yaşadığı çile farklıdır. Kumandan’la bir başkası, yani “bana da yapılıyor” diyeni zaten kıyaslamak mümkün değil. Oraya girmiyorum. Öyle bir şeye girmiyorum. Ama şunu söylüyorum, bu Telegram vakası aslında uluslararası bir güvenlik sorunu. Uluslararası güvenlik sorunu olarak da pek çok devlet başkanı gittiği yerlerde bu şey kırıcı dediğimiz şeyleri yanlarında taşıyorlar. Bunları artık herkes biliyor herhâlde.
Aydın Alkan: Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı ağabey?
Ali Osman Zor: Yok, tamam teşekkür ederiz.
Avukatlar: Biz teşekkür ederiz.
Ali Osman Zor: Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için.