PEMBE İNCİLİ KAFTAN
“Hikâye”, Türk Edebiyatı’na batıdan girmiştir. Ömer Seyfettin en mahir hikâyecilerimizdendir. Bir devrin nabzını tutmuş, maziden feyz alarak yaşadığı çağa ışık sunmuştur. Millî ve manevî değerlere sımsıkı bağlı bir nesil arzulayan yazarın, “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini tahlil etmeye çalışacağım.
Kısaca Özeti:
Şah İsmail’e gönderilmek üzere bir elçi aranmaktadır. Gönderilecek elçinin yiğit, cesur ve devletin onurunu koruyacak biri olması gerekmektedir. Şah İsmail çok zalim ve gaddar biridir. Divan toplantısında vezir, Şah İsmail’in kötülüklerinden bahseder. Muhsin Çelebi, vaktini kitap okumakla geçiren devlete çok bağlı zengin biridir. Elçi arandığını öğrenince, sadrazama giderek gönüllü elçi olacağını söyler. Sadrazam, önce, Muhsin Çelebi’yi deli zanneder. Muhsin Çelebi sıra dışı, cesur, pervasız, tam aradıkları bir insandır. Muhsin Çelebi elçiliği tek bir şartla kabul eder. Tüm masrafları kendi cebinden karşılayacaktır. Çiftliğini, mandırasını ipotek eder. Adından çok söz edilen, çok pahalı Pembe İncili Kaftan’ı satın alır. Şah İsmail’in sarayına gider… Şah İsmail, Osmanlı elçisini beklemektedir. Sarayında, tahtının arkasına cellatlar diker… Muhsin Çelebi gelir ve Şah İsmail’in eteğini öpmeden Yavuz Sultan Selim’den getirdiği fermanı uzatır. Şah İsmail onun bu gururlu tavrına çok sinirlenir. Muhsin Çelebi bununla da yetinmez. Kendisini aşağılamak için oturacak yer gösterilmediğini anlayarak üzerindeki muhteşem kaftanı yere serer ve izin almaya gerek duymadan Şah İsmail’in karşısında kaftanın üstüne oturur. Çıkarken de gururlu bir şekilde kaftanı orada bırakır. Şah İsmail sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi, her şeyini uğruna sattığı kaftanı, İran sarayında ülkesi uğruna bırakmıştır. Ülkesine döndüğünde her şeyini kaybetmiş; fakat devletinin şanını yüceltmiş biri olarak hayatına devam eder.
Kısaca Hayatı:
Ömer Seyfettin 1884 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğmuştur. Millî Edebiyatın kurucularından olan yazar, babası gibi askerlik yapmıştır. Balkan Savaşı sırasında Sırp ve Yunan cephelerinde savaşmıştır. Askerliği bırakıp edebiyata yönelen Ömer Seyfettin, Türk kısa hikâyeciliğinin kurucusudur diyebiliriz. Sadece bir hikâyeci değil bir fikrin bayraktarlığını da yapmıştır. Yazar 6 Mart 1920’de hayata gözlerini yummuştur.
Eserlerinde çocukluk anıları, askerlik hayatı, tarihimizin parlak günlerini dile getiren öyküler, gelenekler, tarihsel olaylar, kahramanlıklar, vatan sevgisi, insanlık dramları, içtimai hayat gibi konuları ele almıştır.
Ömer Seyfettin, hikâyelerini Genç Kalemler, Yeni Mecmua ve Türk Yurdu dergilerinde yayımlamıştır. Yazarın bu öyküleri çeşitli adlarla ve çeşitli tarihlerde defalarca basılmıştır. Eserlerinde Türk insanının duygu ve düşüncelerini işleyen sanatçı, hikâyelerini halk yararına ve içtimai fayda için yazmıştır diyebiliriz.
PEMBE İNCİLİ KAFTAN
Pembe İncili Kaftan, Ömer Seyfettin’in ilk kez 1 Kasım 1917’de Yeni Mecmua dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Pembe İncili Kaftan adlı öykü Ömer Seyfettin’in; “Başını Vermeyen Şehit”, “Efruz Bey” ve “Ferman” öyküleri gibi ‘tarih, kahramanlık ve milli şuur’ konulu öykülerindendir.
1.1 Olay ve Olay Örgüsü
Hikâye tasvirle başlar.
Ömer Seyfettin, hikâyenin girişinde siyaset adamlarına ev sahipliği yapan Divandan şöyle tasvirler sunuyor:
“Büyük kubbeli serin Divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.”
Devlet adamlarının düşünceli bir şekilde Şah İsmail’e elçi araması ve yazarın Muhsin Çelebi ile sadrazamı tanıştırma faslına kadar gelen kısım birinci bölümdür. Aynı zamanda giriş kısmıdır.
Hikâyenin giriş kısmı üçüncü tekil anlatıcıdır. Lâkin yazar, yer yer kahraman anlatıcıya başvurur.
Muhsin Çelebi’nin sadrazam ile tanışıp teklifi kabul etmesi ve Tebriz Kalesi’ne gidene kadarki kısım ikinci bölümdür. Birçok olay bu bölümde gelişir. Gelişme bölümüdür. Muhsin Çelebi teklifi kabul ettikten, malını mülkünü satıp devlete hizmet safhası, Toroğlu’ndan Pembe İncili Kaftan’ı satın alması ve yola koyulması bu bölümde işlenmiştir. Ömer Seyfettin bu bölümde, giriş kısmına nazaran kahramanları daha sık konuşturur. Yine de anlatıcı, üçüncü tekil anlatıcıdır.
Üçüncü bölüm şu cümleler ile başlar; “Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi.” Muhsin Çelebi, Şah karşısında vazifesini hakkıyla ifa etmiştir. Üsküdar’a dönmüş ve elindeki son mülkü olan gösterişli atını satarak sebze meyve için küçük bir bahçe almıştır. Pembe İncili Kaftan üzerinden Şah’a verdiği bürokrasi dersini ve vatanı için yaptığı fedakârlığı hiç kimseye anlatmamıştır.
1.2 Anlatıcı ve Bakış Açısı
Hikâyenin giriş kısmı üçüncü tekil anlatıcıdır. Lâkin yazar yer yer kahraman anlatıcıya başvurur.
Hikâyenin gelişme yani ikinci bölümünde; Ömer Seyfettin giriş kısmına nazaran kahramanları daha sık konuşturur. Anlatıcı üçüncü tekil ve kahraman anlatıcıdır.
Hikâyenin üçüncü bölümünde ise neredeyse hiç yoktur kahraman anlatıcı. Fedakârlık yapan Muhsin Çelebi’yi konuşturmaması ne kadar mahir bir kalem olduğunun kanıtı niteliğindedir.
Bu bölümde anlatıcı üçüncü tekil anlatıcıdır.
1.3 Pembe İncili Kaftan Hikâyesi’nde Teknik Tahlil
Ömer Seyfettin bu hikâyede “Leitmotif ve Çerçeve” tekniğinden faydalanmıştır.
Hikâyenin başında endişeli ve düşünceli bir sadrazam var. Şöyle ki, “uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.”
Muhsin Çelebi vazife için sadrazamın huzuruna çıkarken ise yazar tarafından şöyle tasvir ediliyordu:
“Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
– Getirin buraya dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi.”
Sadrazamın gözleri sönük ve karanlık iken Muhsin Çelebi’nin gözleri iri ve parlaktır.
“Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı.”
Şah İsmail sapsarı kesilir ve gözlerinin beyazlığı kaybolurken, Muhsin Çelebi ise al yanakları ve parlayan gözleriyle etrafı gözlemlemektedir.
Yazar yer yer maziden misaller vererek çerçeve tekniğinden faydalanmıştır. (Yavuz’un şehzadelik bahsi ve Gedik Ahmet Paşa’nın hançerlenme mevzu.)
1.4 Zaman ve Mekân
Zaman: Fatih Sultan Mehmed mahdumu, İkinci Bayezid oğlu, Yavuz Sultan Selim devridir.
Mekân: Tek bir mekân yoktur, birçok mekân vardır. Kubbealtı vezirleri ve sadrazamın mekânı Divan’dır. Babıâli hükümet konağı demek mümkün. Ana karakter Muhsin Çelebi’nin evi ise Üsküdar’dadır.
“Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi.” cümlesinden anlıyoruz.
Bir diğer mekân ise hikâyenin sonlarını teşkil eden Safevîlerin Tebriz kalesidir. Hikâyede bu mekâna şöyle yer verilmektedir:
“Sadrazam tam bizim aradığımız adam işte dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
– Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
– Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?”….
Diğer mekân vurgusu ise, “Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi.” cümleleridir.
1.5 Şahıs Kadrosu
Muhsin Çelebi: Hikâyenin ana kahramanıdır. Muhsin Çelebi vatanperver, cesur ve fedakâr bir tiptir.
Safevî Şahı İsmail Anadolu içlerinde yayılmaya çalışmakta, bunun için önce ideolojik olarak Anadolu insanını tesiri altına almak, ardından da Anadolu’yu topraklarına sahip olmak istemektedir.
Osmanlı Devleti, bu hevesinden vazgeçirmek için Şah İsmail’e defalarca elçi göndermiş, ancak tavrında bir değişiklik olmamıştır.
Hatta Osmanlı elçilerini bazen hapsetmiş, bazen de boynunu vurdurmuştur.
İstanbul’dan son bir elçi daha gönderilecektir, ancak sözünü dudaktan, gözünü budaktan sakınmayan dirayetli, cesaretli, ferasetli biri olması lâzımdır…
Mevcut isimler gözden geçirilmiş, bu işe hiç biri uygun bulunmamıştır.
Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar: Arandığı gibi bir baba yiğittir, Muhsin Çelebi aranır, bulunur ve huzura getirilir. Sadrazam karşısında eğilmez bile. Temenna edip durur. O kadar minnetsizdir. Durum anlatılır: Padişah kendisinden büyük bir hizmet beklemektedir. Hikâyenin ana kahramanı olan Muhsin Çelebi fedakârlığı yapıp, gevezelikten ve kibirden sakınacak remz şahsiyettir.
Şah İsmail: Hikâyenin diğer kahramanıdır. Misafir kabulünü dahi bilmeyen zorba bir tiptir.
Yavuz Sultan Selim: Şehzadelik yıllarında dahi cesurluğuyla dikkat çeken biridir. İdeal devlet adamı tipi.
Sadrazam ve Kubbealtı Vezirleri: Yan kahramanlardır. İsimleri dahi belli değildir.
Muhsin Çelebi’nin eşi ve çocukları: Hikâyede bir defa geçer. Tebriz’e gitmeden vedalaşırlar.
Toroğlu: Libas taciridir. Pembe incili muhteşem kaftan ondan satın alınmıştır.
Sonuç:
Ömer Seyfettin bu hikâyede Muhsin Çelebi üzerinden cesur, gösterişten ırak ve fedakâr bir vatandaş portresi çizmiştir. O kadar fedakârdır ki Muhsin Çelebi; “Şah İsmail başımı vuracak dahi olsa elçiliği bir şartla kabul ederim” der. İsteği ise “bütün yol masraflarını kendim temin etmeliyim cümlesi” olmuştur. Bütün malını satıp devrin en pahalı kaftanını almış ve yol arkadaşlarının nafakalarını kendisi temin etmiştir. Şah İsmail’in huzurunda etek öpmediği gibi, oturması için minder verilmeyince herşeyini satıp aldığı o harika Pembe İncili Kaftan’ı altına serer. Sonra da başlar Osmanlı Padişahı’nın mesajını sözlü olarak tekrarlamaya…
Şah, şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırmış, donup kalmıştır.
Muhsin Çelebi sözleri biter bitmez ayağa kalkar, kapıya yürür. Şah’ın bir veziri, Çelebi’nin kaftanını yerden toplayıp arkası sıra koşturur:
– “Buyurun kaftanınızı unutmuşsunuz.”
Çelebi şöyle bir küçümseyerek Şah’ı süzer ve dudaklarını büzerek şöyle konuşur:
– “Saraya gelen büyük bir ülkenin elçisini oturtacak yeriniz yok. Hem biz yere serip üzerine oturduğumuz şeyi, bir daha sırtımıza almayız! Bizden size hediye olsun”
Paha biçilemez kaftanı bırakıp çıkar, ülkesine döner.
İstanbul’da bu hikâyeyi duyan herkes Pembe İncili Kaftan’ın akıbetini merak etmektedir, ama Muhsin Çelebi tek kelime konuşmaz…
MEHMET ŞENTÜRK