ZEKÂ VE EHLİYET

Alâaddin Bâki AYTEMİZ

“İnsanların zekâsı, bu taifenin sözlerini anladıkları kadardır” buyuruyor tasavvuf yolunun büyükleri.

O taifenin sözlerini anlayabilmek de üstün bir anlayışa, mücerret fikir istidadına bağlı.

İnsanları pratik hayatta bir çok şeyi başarırken görebilirsiniz, bu zekâ değil, kurnazlık ve iş bilmekle alâkalıdır. Bunlara pratik zekâ atfedildiği de oluyor… Müsbet zekâ ise bambaşka…

Zekâ bir çok şeyi bilmek demek de değil. Onun adı ilim veya malûmatfuruşluk…

Biz bir insana zekâ atfecedeksek, onun mücerretlere karşı olan kaabiliyetini kastederiz. Her insanın mücerretlere kaabiliyeti olmayabilir. Ama böyle bir keyfiyeti haiz olmayan insana zekâ atfetmek, kendi zekâsının muhtevasını ifşa etmek demek olur.

Bir işi yapan, beceren insan, işini biliyordur, kurnazdır, prtaiktir, organizasyon yeteneği, insanları ikna etme kaabiliyeti vardır, hızlı intikâl melekesini haizdir ve bu sayede pratik problemi ânında tesbit edip ânında çözüm teklifi sunarak -teklif ettiğinin doğru olup olmamasından müstakil olarak- diğerlerine göre daha hızlı tepki vermek suretiyle sivrilebilir, liderlik pozisyonuna da gelebilir ama gerçek mânâda zekî olmayabilir.

Ebleh denecek kadar mücerretlerden anlamaz ama pratik hayatta gayet başarılı o kadar tip var ki…

Zekânın göstergesi prtaik hayataki başarı değildir kısacası.

Kavramları doğru ve yerinde kullanmak gerekir.

Başarmanın da zekâ ile alâkası yok.

Başarı Allah’tandır. Allah dilerse verir, dilemezse vermez.

Bir zengin tanıyorum. Çiller’in 5 Nisan kararından önce ortakları buna baskı yapıyor ve kasadaki nakitleri alıp ortaklıktan ayrılıyorlar. Bu da, “nakit kalmadı ben ne yapacağım, iflâs ederim” diye düşünürken, 5 Nisan kararları sonrası yaşanan devalüasyon ile para pul olurken, buna kalan fabrika ve hammadde ile köşeyi dönüyor.

Çalışmamak değil kastım, bazı şeyler “şans” faktörüne bağlı; olur-olmaz garantisi yok. Bir şey olmuşsa, bu başarı tek başına zekâya delil olmaz demek istiyorum.

Başarılarında hiçbir iradî katkısı olmayanlara bunun gibi bir çok örnek verebilirim.

Buna en güzel misâli Şarlo verir malûm: İşsiz gezen adam, kamyondan düşen flâmayı yerden alıp düşürdüklerini görsünler diye kamyona doğru sallarken, arkadan gelen işçi kalabalığı önde bunu bayrak sallıyor görünce, “lider bu” diye peşine takılır…

Kendi çaplarını aşan şekilde, sırf hırsları ve açgözlülükleri ile lâyık olmadıkları nice makamları işgâl eden “içi boş takım elbise”ler (*) o kadar çok ki… İşin en kötüsü de en adi pohpohçular eliyle bunların zekî filân denilerek pohpohlanarak lâyık olmadıkları makamları işgâle devam etmelerine destek olunması. Tabiî bunların liyâkatsizlikleri elinde dâvâ gümbürtüye gidiyormuş, ne gam.

Emaneti ehline vermek de bu taifenin sözüdür. Zekâ, bunu kendi nefsinde idrak etmektir ve işgâl ettiği makama kendinden daha lâyık biri varsa kendisinin çekilip ona yer vermesidir zekâ; ki bu taifenin sözünü anlamış ve gereğini yapıyor diyebilelim.

Oysa bizim kurnaz zat, o makama gelmek için yıllarca lâyıkları harcamış ve makama geldikten sonra, hem başkalarına “emaneti ehline veriniz” demeyi bırakmaz hem de kendinden daha lâyık olanları görmezlikten gelmeye devam eder.

Böyleleri, eline fırsat geçtiğinde bu fırsatı kendi nefsi için kullanır. En masumları mahallede maç yaparken ortaya çıkanlardır. Zengin çocuğu olmanın imtiyazı ile topu olan çocuk, futboldan anlamasa da takımı kendisinin kurup santraforun da kendisi olacağını dayatarak, “ancak bu şartla topumla oynayabilirsiniz” der… Bu çocuk, takım kurma ve oyunu yönlendirme hakkını çalışarak, kaabiliyeti ile elde edenin karşısına, maddî imkânını şantaj malzemesi yapıp çıkmak suretiyle, takımın başına geçip yenilgilere sebep oluyorsa, gerçekte zekî midir? Bir başarı elde ediliyorsa da onları bundan bilmek doğru mu? Başarılar da diğerlerinden ama takım kendi elinde diye, o başarıları da kendine mal etme gözbağcılığında usta… Normalde takıma giremeyecekken, veya yan rollerde yer alacakken, bu çocuğun himayesinde olup takıma girenlerin, girmeyi hayal edenlerin şakşakçılığı da ayrı bir palyaçoluk.

Zekâ, emanetin ehline verilip verilmediği yerde tecellî eder. Akıllı adam, nefsini yenen, davanın başarısını kendi nefsinden aziz tutan ve Allah’ın kendisine verdiği imkânların -kendi canı ve malı da bu imkânlara dahil olmak üzere- tasarruf hakkını, ehlinin eline teslim edendir.

Ahmak adamsa bu dünyanın hırslarından vaz geçemez ve nefsine ve insanlara zararlara yol açtığı, gerçek ve tam bir oluşa imkân varken yarım ve eksik oluşları kâr zannederek tam oluşun yolunu tıkadığına bakmaksızın, makam ve imkânlarını kendi istediği gibi kullanmayı marifet zanneder.

(*) Tabir, Kumandan Mirzabeyoğlu’na ait.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: