DUYGU DENİZİ
Burhan Halit KOŞAN
MİM
Hürriyetimiz ve kurtuluşumuz için, Allah Resûlü’nün:
– “Ben, üstün ahlâkı tamamlamak için gönderildim!’’ buyruğunu, bizlerin idrak edebilmesi için “bütün güzel duyguların kul plânında “mutlak eksiksizlik” olarak Allah Resûlü’nde hazineleştiğinin delilidir.” (*) tefsiri ile formülleştiren ve imân teslimiyetinin “nasıl” olması gerektiğini ifşa eden Salih MİRZABEYOĞLU’nun bu terkibî hükmü-formülünün şiarı ile seyahat etmeye mecburuz ve mahkûmuz.
ARAF
Masmavi gökyüzü ve toprağın bin bir rengini yansıtan yeryüzü duvarları ile mahpus olduğumuz bu “Dünya” hücresinde, imân-itikadın talep ettiği fedakârlıktan daha büyük bir fedakârlık ve beklediği feragatten daha büyük bir feragat, rüyaların serüveninden daha büyük bir macera, itaat ve teslimiyetten daha büyük bir ibadet, zekâdan daha büyük bir nimet var mıdır?!…
İmân cevheri dediğimiz mevhibenin pahalı fedakârlıklar talebi ile itibarı olan feragatler isteyeceği malûmdur. İmân-itikat cevheri, düşman hududunda nöbet tutan mehmetçik gibi dışarıdan gelen tehlikeleri bertaraf etmek, süflî egolarımızdan gelen iç tehditlere karşı da eli tetikte bekleyen bir muhafız olarak, bünyemizde zuhur edebilecek bütün zehirleri etkisiz kılmanın teorisi, metafizik formülü, ön kabulü ve ön yargılarından müteşekkil bir hükümler demeti, bir bukle cennet çiçeğidir.
Hakikî mümin, kendisine sunulan izafî tomarlara ait her şeyi kabul eden ve her şeyi reddeden bir fikir fahişesi değil, “Mutlak Değerler”e yaslanan, itikadı ile teorisi görkemli, ön kabulleri kavi, önyargıları patırtısız, metafizik formülleri merhametli olandır. Evet, imân cevherinden neşet eden itikat, ön kabulün metafizik formülleri diyebileceğimiz önyargı, Allah’ın terazisinde suç teşkil eden günâhların yasadışılığını ve legâl olan sevabı peşinen kabul etmekten başka nedir ki?
Bilgemin, “Kelime mânâları statik olmaktan çok, hareketlidir.” (**) melodisini dinlediğimde, kelimelerin dinamik olma yargısı organik bir hakikat, cennete bir salıncak iken; yobazların, vicdanı körelmiş tiplerin kaypak ifâdeleri ile statik hâle bürüdüğü ve bayağılaştırdıkları önyargı tarifini benimsemek ise, adilerin, zekâ yoksunu zirzopların ve grameri çürüklerin serptiği saçmalığın daniskasıdır. Renk tonları ara nağmelerdir. Velhasılı kelâm; itikadı, ön yargısı, ön kabulü, metafizik formülleri, teorik reçeteleri ve paradigması olmayanın yeri cennet veya cehennem değil, Araf’tır, Araf!
TARAF OLMAK
Aklı başında her insan cehennem avukatlarının eline düşmemek için kalbini, yüreğini ve ellerini, pirüpak tutması gerektiğini bilir. Her aklı başındaki insan, elini ve kalbini temiz tutabilmenin biricik yolunun da Allah Resûlü’nde varlık bulan cennet kalıntısı ulvi duygulara bürünerek Allah Resûlü’nden temeyyüz eden her olguyu, paradigması, ön kabulü, denklemi, anlayışı, metafizik formülü, örfü ve önyargısı olarak tasdik edip, tarafını belli edendir.
DARBIMESEL
Veliyullahın biri, bir gün: “Ne zaman bir hata etsem, eşeğim anırmaya başlar” diye hâlini beyan eder. Evet, tüm imânlılar tarihi, hayvanların insanlara gâh yoldaşlığı, gâh arkadaşlığı, gâh mürşitlik ettiği ve benzeri misallerle doludur. Aşırıya gidenlerin başına gelebilecek facialara ilişkin endişeleri ve bu endişelerin ifadeleri ile çözüm yolları da uzun veya kısa olarak anlatıldığı malûmunuzdur. Söyle tespihim söyle, hangi güzel taşını anlatayım.
Gencin biri, annesinin de bilgisi dahilinde derûnî düşünebilmek, tefekkür edebilmek ve murakabe de bulunabilmek için bir mağarada itikafa çekilir. Yamalı elbisesi, yırtık ayakkabısı, hırpanî görünüşlü bu delikanlının geçtiği yollarda köpekler havlayarak ona eşlik etmekte ve her gece bir ceylan mağaraya girip yanında uykuya dalmaktadır. Günlerden bir gün, annesi, oğluna olan düşkünlüğünden dolayı elinde avucunda olan birkaç meteliğin hepsini, evladının eski püskü elbisesine diker. Mağarasına varmak için yola düşen delikanlıyı, yoldaki köpek sürüsü hasımca havlayıp, topuklarından ısırmaya çalışır. Mağaraya girdiğinde ceylan kaçarak uzaklaşır. Bu halin başına gelme hikmetini düşünen delikanlı uyuya kalır. Daldığı uykusunda eline değen sert bir cisim sebebiyle uyanan delikanlı, elbisesine bakar ki birkaç metal para. Elbisesini söküp, metal paraları atan delikanlı bir de bakar ki kendisinden kaçan ceylan mağaraya döndü. Sabahın mahmurluğu ile yokuş aşağı inerken, köpekler de yanında yürümektedirler.
Bir gün, sahabeler, Allah Resûlü’ne şunu sordu: “Hayvanlara yapılan iyiliğin sevabı olacak mı?”… Ve Allah Resûlü buyurdu: “Evet, kalp taşıyan her canlıya verilen her damla suyun bir mükafatı olacak!” Kıssadan hisseyi alanlara sözümüz yok. Kıssadan hisseyi almak istemeyen yurttaşım, unutma ki doğa bizim aksesuarımız değil elbisemizdir, lütfen onu lime lime-parça parça etmeyelim.
FERAGAT
Her feragat, bir fedakârlığı gerektirirken, herhangi bir fedakârlığın ise bir feragat ile son bulacağını söylemek safdillik olur. Her ne kadar “bilmek görmektir” deseler de kalbin tasdik etmediğini, görmek neye yarar? Bilmenin, kalbin tasdik ettiğini görmek olduğunu idrak eden ve tarihin masmavi yapraklarına göz kırpanların karşılaşacağı tek fotoğraf, imânlılar tarihinin baştan sona feragat, sondan başa hep kahraman olduğu gerçeğidir. Herhangi bir fedakârlığı, herhangi bir insan sergileyebilir. Feragat etme cesareti ve feragatte bulunma azameti ise sadece ve sadece kahramanlara mahsustur. Zaman ve mekân engelini aşan kahramanların tiksindiği, iğrendiği, midelerinin bulandığı ve kaçındığı hassasiyetler, bazı insanların ibadeti olur. Kısa bir mola, bir paragraf sirke, gülsuyuna devam.
Cehennem kalıntısı tembelliği taşıyanların, bordrolu kürek mahkûmlarının ve halife olmayan insanın “dün, bugün, yarın” diyerek kategorileştirdiği zaman sermayesi, aziz insanlar nezdinde, “dem bu dem, dem bu dem – zamanın evladı, vaktin babası” olma değerinin ifadesiyle karşılık bulmaz. Azizlerin tarifi hakikate, ilk ifade hiçliğe çıkar.
Deniz mahsulleri ve toprağın kustuğu ürünlerle beslenen her bir insan; tendeki canı, arzdaki mülkü, hanımı ve çocuğu, biriktirdiği altınlar, aynı toprakları paylaştığı kavmi başta olmak üzere maliki olduğu telif haklarının hiçbirinden vazgeçmez, vazgeçemez. Zaman perdesini ve mekân sathını aşan “halife insan” – kahraman ise vazgeçilmeyen obje ve garnitür kıymetleri bir tekmede devirip, bir talakta boşar.
Bir kahramanın kinayesi lütufkâr, ünlemi merhamet, uyarısı şefkat, hiddeti sadakat ve af, bakışı bereket, tebessümü rahmettir. “Halife İnsan” olan kahramanların; sancakları, birlikleri, çağları ve toprak sahanlıkları farklılık arz etse de hepsi birbirini tanır ve hepsi birbirlerine karşı nezaketlidir. Aşk ile yürüdüler, ölüme ve şehadete…
Cani cürümlerin moda, adi suçların salgın hastalık ve pas tutan günâhların alkışlandığı dönemlerde topluma hava deliği, nefes borusu olan insanlar çıkar. İşte bu devrelerde ortaya çıkan kahramanların mukadderatı: Gâh darağacında ipe çekilmek, gâh derisi canlı canlı yüzülmek, gâh başı kesilmek veyahut linç etmenin beşinci çocuğu olan tecrit suiistimaliyle tecelli eder. Vakit şehadet, ân kanlı bir şafaktır.
Arzı omuzlarında taşıyan ve balçıktan yaratılan insanı yoğuran kahramanlar olmasa, mürekkep olmaz, kalem yazmaz ve güneş doğmaz. Evet, evet, insanlığın hava deliği, toplumun nefes borusu olan kahramanlar olmasa, varlıklarıyla ona hayat vermeseler, erdemler ölür, değerler çürür, insan çürür, toplum fosilleşir, oksijensiz kalan atmosfer zehirlenir ve değil kıytırık devlet, imparatorluklar yıkılır… Gözüme bak: Kını, mini.
FİHİ-MAFİH / HA VAR-HA YOK
Devlet, sadece can verenlerin kanına değil, aynı zamanda ahalinin ortak hayallerine, müşterek rüyâsına ve değerlerine bağlı olmalıdır. Bugünün çağdaş insanı gibi çağdaş devlet de normal değil, anormaldir. Gerçeklerle bağı kalmayan tımarhanelik zırzır delinin, lâik devletin ve hakikatle bağı olmayan bilim dünyasının ortak paydası, “özür dileme” erdeminden ve “utanma duygusu”ndan mahrum olmalarıdır. Bu üç cenahtan da kesinlikle ve kesinlikle “özür diliyorum” ifadesini işitemez ve utanma duygusunun getirdiği yüz kızarmasını göremezsiniz.
Batı dünyası, kaba softa ve ham yobazların zannettiğinin aksine, lâik olmaktan ziyâde sermayedar, müştereklikten ziyade utiliter -yararcı ve pragmatist- faydacıdır. Hülâsayı kelâm, iki siyahın bir beyaz etmeyeceği gibi “özür dileme” ve “utanma” duygusunun fakirleri de hakikat ölçeğinde mafih / yoktan öteye geçmez.
Evet, ultra lâik ve çağdaş devlet denen uçsuz bucaksız heyulâdan can güvenliği, mal emniyeti, ifade hürriyetinin teminatı ve hele hele şehit bacısının namus muhafızlığını bekleyen insanlar, kemik kıran ayının muhabbetini, göz çıkaran çakalın şakalarını veyahut şehitlerin kız kardeşlerini iğfal ettiren devletin sefahat geceleri ile karşılaşabilir. Hani demem o ki, ultra lâik ve çağdaş devlet kutsal değil, mukaddes değil, sadece ve sadece elektrik ve su idaresi, anlı şanlı kanalizasyon işleri, doğalgaz tahsilatçısı, nevale temin eden sosyal yardımlaşma derneği ve pek pohpohlanan bir nesnedir! Kulağını getir, meclisindeki milletvekillerine “şehitlerin bacısını iğfal edin” emrini veren devletin adını fısıldayayım! Cicim, sözün tamamı cahile söylenir, ahmağa söylenir, eblehe söylenir.
AY IŞIĞI
Mutlağın laçka, örfün cıvık, erdemler ve değerlerin iğfal, katakullinin moda, cerbeze ve cazgırlığın takdir gördüğü bu anormal dünya düzleminde, gelin, kısa bir lâhza da olsa itikafa girelim. Olur ya, belki firuze bir tespihin esans kokusu düşer payımıza, uyanırız gafletten ve utanırız. Evet, korkunun patron, endişenin yoldaş, tedirginliğin arkadaş, şüphenin rehber, kibrin kıble ilân edildiği bu anormal çağda gelin, kısa bir lâhza da olsa itikafa girelim. Olur ya, belki bir rahmet damlası düşer başımıza, uyanırız gafletten ve utanırız…
Utanmak… Günâh çirkefinin getirdiği pişmanlıktan dolayı, dil ile yapılan tövbenin kalpteki karşılığı veyahut kişilere karşı sergilenen hatalar nedeniyle sözle dile getirilen “özür dilerim” ifadesinin duygusal versiyonu diyebiliriz. Çirkef kötülüğün doğasını ve tehdidini yanlış anlamak, kötülük tarafından kör edilme riskini getirir. Evet, çirkef günâhların ve bayağı kötülüklerin getirdiği körlük, geri dönüşü olmayan kusur, hata ve yanlışlar yapmayı istemeyerek de olsa yapmayı veyahut ortak olma ile neticelenir. Bu sürecin sıkıntıları ile yaşanan acılar katlanır ve azap haline gelir, insan kendi kendinin celladı olur. Kendimizin celladı olmamak için, iman cevheri ile süslenmeli ve Ahdi İlâhî’ye rıza gösterenlerden olalım.
Ahdi İlâhî’ye tabi olalım ki hilelerin sele kapıldığı, yalanların ayazla savrulduğu, zulmün tarumar olduğunu görelim. Ahdi İlâhî’ye tabi olalım ki ay ışığı altında başlayıp, adaletin tan vaktinden önce doğduğu bir sabah mahmurluğu ile uyanalım.
* Salih MİRZABEYOĞLU – Kültür Davamız, 3. Baskı, sayfa: 116.
** Salih MİRZABEYOĞLU – Dil ve Anlayış, 3. Baskı, sayfa: 204.