BÜTÜN BİR İNSANLIK YALANA TESLİM
Levent AKINCI (*)
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
….
“Daire, rezidans, apart, yat, karavan, konteyner, ofis, site”… Bunların hiç birisi ve ekser hiç birisindeki yaşam şekli, “hane, ocak, yuva, ev” diye ifade ettiğimiz ve bizim ve evvelki nesillerin doğup büyüdüğü o kadim meskenleri ve oralardaki hayat biçimini tarif etmez, edemez.
Lâikliğin ve modernizmin her bir değeri ifsad ettiği devrimizde, bir köy ahalisi kadar insanın bir koca apartmana, bir kasaba ahalisi miktarı insanın da gökdelen veya siteye sığdırılıp mahremiyetin de ve merhametin de esâmesinin kalmadığı günümüz betonizminde, yaşamaya mecbur tutulduğumuz ucube meskenlerin hiç birisi, çocukken resmini çizdiğimiz ve içinde yaşadığımız o müstakil evlerle ve o aşinâ komşularla dolu mahalle ile kıyaslanamaz.
Artık sokak ve caddeler hep numaralı olmaya başladı. Köksüz, kültürsüz, sömürgeci Amerika’daki gibi. Oysa bizde eskiden sokak, mahalle ve cadde isimleri için ahali arasında çekişmeler, kavgalar bile olurdu: “Şu isim verilsin, bu isim verilsin, eskiden beri buranın ismi şudur o devam etsin” gibi. Şimdi rastgele bir arada bulunan “kalabalıklar” var çünkü. O aşinâ “komşular” yok. Kadimden berî “cemaat” hâlinde topluluklar ve “komşular” iken şimdi rastgele ve ruhsuz “kalabalıklar” oluverdik. Din, tarih, kültür, örf, hiç bir müşterek noktası kalmamış “sürüler” gibi bir kısım insanımız.
Evet, bazen bir mahalle, bir köy, bazen de bir kasaba ahalisi kadar insan bir apartmana, gökdelene, veya siteye tıkılmışız, ama o “mahalle” yok! O “köy” veya “kasaba” yok!
Hilâfet devrinin lâik asırda bile devam eden son kalıntıları, kırıntıları olan nice güzel haslet vardı ki, yakın yıllarda artık onlar da silinip gitti.
Kızıl kemalistlerin ve morcu feministlerin, ve onların mahallesine geçmiş mürted, mankurt, morisko yeşil feministlerin sürekli olarak tahkirle “mahalle baskısı”, “mahallenin namusu”, “namus bekçiliği” vs derken bahsettiği ve kastettiği “mahalle” var ya hani, hah, ondan bahsediyorum işte; günümüzde pek kalmadı artık.
Kimse kimseyi tanımıyor, kimse kimseyi umursamıyor, kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor, neşesiyle neşelenmiyor; en fazla zoraki ve riyakâr bir merhabalaşma. Ve hatta çoğu yerde kimsenin kimseye güveni de saygısı da yok. Herkes herkese karşı ya duyarsız, ya lakayt ya da şerli. Kimse kimsenin zulmüne dur demiyor, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyor. Ve bir gün kendisini de sokunca yılanlar, vaveyla edip duruyor. Her şey beşer icadı bir tuğyani hukuka bırakılmış, ahlâka ve insaniyete yer bulunmuyor ve gerek duyulmuyor. Amerika veya Almanya gibi, namı diğer Alman usulü yani.
Ben evin, ailenin bir ferdiyim, aile akrabaların bir parçası, onlar da mahallenin, köyün, kasabanın; o da devletin, ümmetin. Böyle bilir idi eskiler…
Atalarımız “ev alma komşu al” demişler. Ne kadar hikmetli bir söz. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, veya “komşuda pişer bize de düşer”, “tuz hakkı”, “göz hakkı”, “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” gibi alâkalı bir çok daha atasözü ve deyimimiz vardır, uzatmamak için girmiyorum. Keza şeriatımız, fıkhımız gereği bir çok “komşu hakkı, hukuku” vardı eskiden; nice sultan ferman ve kanunnâmesinde, şeyhülislâm fetvası ve kadı hükmünde nice “hukûkî düzenlemeler” vardı. Meselâ, adamın tek katlı bir evi var, yandaki arsayı alıp, “param var istediğimi yapabilirim” deyip de adamın dibinde, tepesine üç dört katlı binayı dikemezdin, yasaktı; o adamın “ışık hakkı” vardı çünkü. İlişikteki şiirimizde “Pencerelerden gökyüzü görünmüyor” derken buna atıf yaptık biraz da.
Nerede o kapıları açık bırakılıp dışarı çıkılan evler, nerede şimdiki çifter kilit, alarm, kamera, yüz tanıma, parmak okutma, kart, özel güvenlik vs tedbir tedbir üstüne olup ama yine de huzur-ı kalb ile yaşanamayan ucube meskenler.
Tarih yüksek lisans tez konum olan 1742-43 senelerine ait Üsküdar Kadı defterinde ve diğer defterlerde sıkça görmüşümdür; mahalle, devlet teşekkülünde adeta yarı resmî bir idari birim olarak karşımıza çıkıyor. Sadaret, Beylerbeyi, Sancakbeyi ve Kadı, Muhtesib, Asesbaşı, Subaşı, derken daha aşağılarda İmam, Müezzin ve mahalleli geliyor.
Bir çok davada başta imam, muezzin, seyyid ve şerifler, mollalar, eşraf ve muteber ahali olmak üzere, mahallelinin şehadetinin davaların seyrine, sonucuna mühim tesiri oluyordu. Çoğu dâvâda, yalan söylemesi ve bir yalanda ittifak etmeleri asla umulmayan ve asla tecrübe edilmemiş bir kısım mahallelinin tanıklığı kadı efendi için çok önemliydi. Kadı Defterleri yani Şeriyye Sicilleri’nde zaman zaman “Aşağıda isimleri yazılı doğru sözlü kimesneler şehadetiyle”, veya “Mahalle ahalisinin haber vermeleriyle.” veya “Cemaat-i muslimînden kesîr kimesnelerin şehadetleriyle sabit olmağın” gibi cümleleri ve altında da mahalleden bazen bir kaç, bazen daha fazla kişinin isimlerin ve vasıflarının yazıldığını görüyoruz.
“Emribilma’ruf ve nehyia’nilmunker” vardı, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yoktu. Anlaşıldığı üzere, birçok zulüm ve haksızlık mahallelinin istihbaratı ve şahitliğe çağrıldığı zaman mertçe ve dürüstçe şahitlik yapması ile, ve bir çok faili meçhul suç yine mahallelinin cesurca şahitlik yapması sonucu tesbit edilmekteydi. Alacak verecek, kavga, zorbalık vs bir çok davada mahallelinin şahitliğine başvurulmaktaydı. Devlette olsun, esnafta ve halkta olsun, bir çok haksızlık ve aksaklık yine mahallelinin “aman bana ne” deyip geçmemesi, adil ve cesurca şahitlik ve ihbarı, şikayet ve talebi neticesinde açığa çıkartılıp çözüm üretilmekteydi. “Her koyun kendi bacağından asılır” yoktu, “her koyun kendi bacağından asılır, asılır ama yedi mahalleye de zarar verir leşin kokusu” derlerdi. Bazı kadı kararlarında mahallede eliyle veya diliyle insanlara zarar veren mikrop tiplerin ikaz ve ihtar edildiğini, bazen mahalleden def edildiğini, sürüldüğünü görebiliyoruz. Günümüzde de nice akrep, müptezel, rezil ve şerli tipler var ki, ne ahali, ne hukuk, ne kolluk kuvvetlerinin hiç bir şey yapamadığını ibretle gözlemliyoruz.
Osmanlı’da umumiyetle mahalle eşrafı yani imam, müezzin, molla, seyyid ve şerif ve hoca ve şeyhler ve beyler ve ağalar başta olmak üzere adaleti ve salahiyeti ile, emanet ve ehliyeti ile tanınmış kimselerin sözüne evveliyatla itibar edilirdi. Çeşitli davalarda çoğu zaman mahkemeye vekil olarak böyle kimseler gönderilirdi. Keza hanımlar mümkün mertebe bizzatihi kadıya gitmez ya kocası veya babası ya da mahallenin eşrafından böyle bir kimseyi vekil tayin eder böylece davalara vekâleten iştirak ederlerdi. Velhasıl mahalleli, bilhassa da e; devletin kadı, muhtesib, subaşı, asesbaşı ve sair memurlarına muvafık ve mutabık olarak gayrı resmî vazifeli gibiydiler. Huzur ve asayiş, adalet ve ahlâk böylece devlet – ümmet el ele olaraktan tesis ve ibka ediliyordu.
Ve fukara, garip, yetim, öksüz, sakat, ve sahipsiz duldan, sokağın kedileri ve köpekleri, damın güvercinleri ve leyleklerine kadar bütün çevreye, bir ailenin parçası gibi bakılıp cümle mahlûkatın hakkı – hukuku gözetiliyordu. Mahallenin delilerinden, mutfaklara – kilerlere musallat kedilerine kadar, her bir zayıf, Allah’ın bir emaneti olarak kabul edilip merhametle muamele görüyor ve idare ediliyordu. Bizim medeniyetimiz gibi bir medeniyet daha tarihte yoktur. Köy veya mahalle odası, imece, bed-i besmele, sadaka taşları, kuş sarayları, su yalakları, vakıflar, askıda ekmek, zimem defterlerinin satın alınması, diş hakkı, tanrı misafiri. vs. Bir çoğumuz bu lâfızların, bu mefhumların ne olduğunu bile bilmez duruma getirildik.
Önce hilâfet bitirildi. Sonra mahalle. Şimdi sırada aile var.
Kemalist matbuat ve sinemanın “Vurun Kahpeye, Yatık Emine, Çalıkuşu, Öğretmen Kemâl” gibi mahsullerinde ve daha nice roman ve filmde sürekli dindar mahalleli hedef alınmıştır. Çünkü ümmette en küçük ve son kale olan hâne-aile ile ümmet-devlet arasında mühim bir birim idi mahalle. Mahalleli, bilhassa dindar eşraf; işgâlde düşmanla işbirliği yapan, hem ırz düşmanı, hem de sürekli ayıp günâh araştıran bir namus bekçisi, gündüz taşlamaya çalıştığı Maria Magdelena’nın geceleri kapısını zorlayan birer sapık ferîsi, fitneci, zalim, linççi, yobaz vs olarak gösterilmiştir. İkna edip zina yapamadığı iffetli dul kadınları cadı diye yaftalayıp diri diri yaktıran ortaçağ papazları gibi gösterilmiştir dindar mahalleli hep. “Köyün/mahallenin namusunu temizleyin” diyen bir imam veya molla, halkı galeyana getirir ve mağdur veya iffetli bir dulun camına ilk taşı atan olurdu hep. Ve mesaj şuydu biraz da: “Asılan hocalar da hep böyleydi bakın”. Ve “mahalleliyi asla umursamayın, hayatınızı yaşayın”. Burada mahalleliden kasıt, temsil ettiği “değerler” tabiî ki. Ah şu Sabetay Mason Yeşilçam ah! Yıkılacak, yıkılacak. Bu namert düzenleri başlarına yıkılacak. İnşaallah!
Neyse, konudan çok kopmayalım… Âyetteki “Mümin erkekler ve hanımlar birbirlerinin velîsidirler” buyruğu ve diğer ayetlerdeki benzer buyruklar, veya “Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” veya “Allah’a ve âhiret gününe imân eden kimse komşusunu rahatsız etmesin. Allah’a ve âhiret gününe imân eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe imân eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” hadislerindeki gibi nice emir ve yasak müslüman atalarımızın düstûru idi. Aile ve akraba hakkı ile ilgili sayısız âyet ve hadis de öyle. Zaten aile akraba bahsine girersek bir kitap konusu olur, hem bizi aşar hem imkân el vermez burada.
Tabiî şimdi artık ekser ne müslüman kaldı ne mahalle ne komşuluk; bırakın komşuluğu akrabalık hatta birilerinde aile bile bitmiş durumda. Şimdi bir kısım sonradan görme ne oldum delisi “metropol köylüleri”nin şirk, zulm ve fısk üzere vehimli hali ve bunun daha bu âlemdeki bir cezası olarak huzursuzluk mutsuzluk hâkim.
Fıtrattan ve vahiyden yüz çevrildi. Ve insan insandan koparıldı, ve insan tabiattan koparıldı. Aile bağları bitik, nice ev denilen “hem sûreten hem sîreten” ucube olan meskenlerde herkes kendi hayatını yaşıyor; akraba ilişkileri bitik; komşuluk, sokak, mahalle semt bitik. Herkes başına buyruk, herkes yalnız, kendi zindanında hayatını yaşıyor. Ama kimse “kendi” değil. Ben bu, sıradan ve sürüden olup da özgün takılanlara “dağınık sürü” veya “uzaktan uzağa sürü” diyorum. Esasen imânın gidip imajın hâkim olduğu, moda ve popülizmin iliklerine kadar işlemiş olduğu bencil ve homoekonomikus insanlar bir çoğu; ama sorsan herkes kemâl, şahsiyet, fark ve tarz sahibi (!). Her şeyleri sanal üzerinden uzaktan uzağa bir “sürü psikolojisi” ile olan bu gürûha, bu, “teknoloji zombileri”ne ben öyle diyorum: “Uzaktan Uzağa Sürü”. Herkes bireyselleşme ve özgünleşme hastalığının dibini yaşıyor, ama kimse muhakkik değil herkes zır mukallid. “taklitçi maymun” gibiler. Kimse kendi değil. Üstelik hakta değil bâtılda mukallidler.
Bir kısım yeni nesiller ellerde akıllı telefon, “teknoloji zombisi” dedirten bir yaşam üzere; ne gerçek dostlukları, ne gerçek ilişkileri, ne gerçek aktiviteleri var, her şey sanal. “Sanala” ve yani “yalana” teslim “muşamba dekor”lu dünya.
O zaman böyle ifade etmiş Üstad; “bütün bir insanlık yalana teslim” derken ne murâd etmiş bilemem ama ben bunu hep “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek. / Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?” dizeleri ile bir düşünüp “laiklik” ve “demokrasi” olarak fehm ettiğim gibi, şimdilerde ayrıca “sanal”ı da o yalana dahil ediyorum.
Elimde akıllı telefonla maalesef bir apartman dairesinde iş bu makaleyi yazıyor olmam da bu hakikati değiştirmez. Bizim sanalı kullanırken yaptığımız, insanların kendi kendini kestiği bir bıçağı gerçek hedefe saplamaktır.
Vaktiyle yazdığım bir şiir, üstada nazire gibi olmuş adeta, onu da son tarafta eklemeden geçemedim.
Bu arada, çarpık kentleşme, dikey mimarî, betonperestlik vs demişken; hatırlayalım, bu ülkede yüz yıldır betonlara tapılıyor. Sadece formu değişiyor, bazen bir büst, bazen inşaat oluyor. Heykel Partisi ile Müteahhit Partisi arasındaki kayıkçı kavgasına da bir atıf yapalım böylece. Biri gelince Süzer Plaza’yı öbürü gelince Zeytinburnu Kulelerini saplıyor tarihin, coğrafyanın, tabiatın bağrına ve zahirde kavga ediyor gözükseler de el ele şehrin silüetini iğfal ediyorlar. Aynı feci akıbet Anadolu şehirleri için de geçerli; Kayseri’nin, Bursa’nın Sivas’ın, Erzurum’un ve diğer şehirlerin bütün tarihî yapıları ve tabiî güzellikleri betona teslim. Aynı feci akıbet kırsal için, ormanlardan ziraata, zeytinliklere, fındığa, buğdaya, hayvancılığa, koyuna keçiye, denizlere ırmaklara çaylara; tüm vatan için geçerli.
Modern ve yeni dünya düzenindeki metropol hayatında bir çok cihetten mahrumiyet yok artık, teknoloji, makinalar ve iletişim ile her şey çok kolay, ama mahremiyet de yok artık. Ve aile, akraba, komşu, dostluk, teavün ve merhamet de yok. Ve modern hayat insana aczini, fakrını unutturup kibre ve gaflete sürüklüyor. Mahrumiyetten mahrum genç nesiller şımarık ve doyumsuz, orta ve yaşlı kuşaklar mutsuz ve uyumsuz, derya bile taş doldurulmuş, sahiller kumsuz, Babil kulesi ve Firavun piramitlerine eş betonlar, metaller dikilmiş tepemize, ruhsuz. Arz’ı kurutup göğe ok atan yecüc mecüc misali bir kısım baldırı çıplak çiftçi ve çobanların yüksek bina yarıştırdığı, yeşili maviyi kurutup her yeri betona boğduğu bir ahir zamandayız. Tarım ve hayvancılık gibi en güzel ve en hayatî mesleklerin de terk edildiği, tabiatın da insanın da, harsın da neslin de ifsad edildiği bir çağdayız.
Ekser insan ölünce, bir kaç gün sonra cesedi çürümeye başlar ve lağımdan bile beter kokar. Demeli, bütün münkirlere gafillere;
Bu mudur? Her şey bundan mı ibaret?
Ölüsü köpek ölüsünden farksız iken dirisini köpeklerden farklı kılan bir şeyler olmalı?
Mutfak, tuvalet ve yatak odası arasından ibaret bir hayat. Yürüyen bir pislik çuvalı, gübre fabrikası, veya damızlık bir hayvanınki gibi bir yaşam.
Ha bir de, bu döngünün devamı için harıl harıl bir iş hayatı. Okul, iş, bilim, teknoloji, üretim, ticaret, alışveriş vs.
Mânâyı kaldır, maddesi bu işte!
Âlimin dediği gibi; “Bütün gayreti karnına giren şeyler için olanın kıymeti de karnından çıkan kadardır”.
Fotoğrafı, selfisi çekilemeyen tek hakiki mutluluk şudur; kalplerin ancak Allah’ın zikriyle mutmain olup huzura ermesi. Geri kalan pozlar, sadece etrafa ‘mutluyuz’ mesajı vermek için bürünülmüş yalandan bir kisvedir.
Hep bir ‘mış’ gibi ile geçer ömür.
Öyle bir yalan ki, kişi kendisini bile inandırır.
….
Domuzlar görüyorum
Ya bir yere gidiyorlar
Ya bir yerden geliyorlar.
Ve pencerelerden
Gökyüzü görünmüyor
Yerin de yüzü makyajlı.
Maskeler ruhlara rabtolmuş
Perde perde değişim var
Sahne aynı sahne.
Maymun suretinde nefisler
Göz göze gelmiyorum
İçlerinden şeytan bakıyor.
Ne develer tellal
Ne de pireler berber
Fakat beşikten alacaklı hepsi.
İyi ki ninem bu devri görmedi
Evelik yedi derde derman
Ama oğul bu sekizinci derdi.
Hayr olan her şeye düşman
Şer olan her şeye hayran
Mîzac maya bozulunca bir kere.
Sinek yine sinektir
Yalnızken de sürüyken de
Ah güle de zulüm peteğe de.
Domuzlar görüyorum
Ya bir yere gidiyorlar
Ya bir yerden geliyorlar.
Ve pencerelerden
Gökyüzü görünmüyor
Yerin de yüzü makyajlı.
(*) Psikolojik Danışman/Tarihçi