BENİ ÖLDÜREN ŞEY…
Ayhan SÖNMEZ
“Yediği kurşunla ŞEHİD olan bir mücahid, İMÂN bakımından yenilmiş midir ki, ne olursa olur”. (Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B7)
Olmayan tefekkür zamanlarında ve büyük sebeblerin olmayan aranmasında, manzara, tüketilecek bir sahip olamadan önce tükenmiş, bitkin bir gençlik…
Pek çok ruh, daha doğamadan, hayrete mucip bir suretle param-parça oldu. Bu küçücük titreşen közler, kolektif gücün zar-zor yanan şenlik ateşinin pek yakında sönmek üzere olduğunu ihtar ediyor.
Varlıkta birlik yok, anlayışta birlik yok, fikirlerde birlik yok… Hâlâ dünyaya nihilist merceklerle bakarken, görünen yegâne birlik, sürekli dağılmaya mukavemet edemeyen kolektif bir zayıflık…
Niçe’nin “beni öldürmeyen şey, beni güçlü kılar” sözü motivasyondu, yeni bir heyecan dalgasıydı bir zamanlar; ama şimdi, bilimin ekseriyetle aldatıcı ağzını bizim yerimize açmasına izin veriyoruz ve, “bizi öldürmeyen şey, onarılamaz travmalara neden oluyor” diye, bilimin kendimize zayıf olduğunu söylemesine, bilimin ruhî metaneti ortadan kaldırmasına ve onun yerine kendine acımayı koymasına izin veriyoruz. Böylece bilim, insanın ota-boka her bir kırılganlığını ele-alıp nev-zuhur cinsler, toplumda ayrılıklar icad ediyor. Bu minvalde işlemek üzere bilgiyi suistimal eden bu ahlâksız ‘bilim insanı’ grubuna, travma geçirmiş gençler, hatta çocuklar için kasden zayıflık hikâyesi oluştururken, niyetlerinin ne olduğunun farkında olmak lâzımdır. Böyle kişilere ‘bilim adamı’ demek küfürden başka bir şey değildir. Bilim ne zamandır zayıflıklara veya başka bir ifadeyle sapmalara hizmet eder oldu? Bilim acımasız, despotik ‘normalleştirme’ ye ne zaman karar verdi? Ve bu bilim niçin “Büyük Sermaye”nin arzusu hilafına değil?.. Bilim şunu empoze ediyor: ‘Sen zaten zayıfsın ve bu sebeble hem-cinslerinin zayıflığını hor görmeyecek ve ona acıyacaksın’…
Niçe’nin meşhur sözünü tekrar ele alalım: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlü kılar”… Niçe’nin düşüncesiyle ilgili faraziyesine karşılık olmak üzere soralım: Ya öldürürse ?.. Evet, beni öldürmeyen şey beni güçlü kılar, ama ‘beni öldüren şey’, beni ‘en güçlü’ kılar !..
Sürekli yaklaşan ölüm karşısındaki bu sıkıntının üstesinden gelmek, bir kez daha öğrenilmesi gerekilen kadîm bilgeliktir. Ölümlü olmanın şuuruyla yaşayan ve bunu ezelî ve ebedî bir güçle sağlamlaştırma kabiliyetine sahip genç bir nüfus hayal edin; en çok korkulan şeye diz çöktüren bir gençlik!..
Kaçınılmaz olandan korkarak yaşamak, utanç verici olmalı, çünkü siz yaşamıyorsunuz, sadece varlığınızı tüketiyorsunuz!..
Maalesef rezervimiz bitkin bir nesil, ölümüne ağlamak ve onu unutmak için varlığını modern dünyanın çeşitliliğinde boğan bir gençlik var. Ama bu ‘var’, bitkin ruhlar şeklindeyse varoluşun amacı nedir?..
Parıldayan, yeni harikalar keşfeden gençlik nerede?..Gençliğin gücü, hakikate susamışlık, dipsomanik bir şehvet demekti ve şimdi, genç nesillerde bu tecrübe, bu iştiyak söndü. Aslında onun bu güç isteği, bazı hareketsiz, ruhsuz nesnelerle karşılaşmaktan ve onların mukavemetinden dolayı kırıldı ve böylece bu güç, dinlenmek ve kendini hiçliğe doğru uyutmak için uzandı… Uykuyu gözlerimizden siler ve yavrularımıza şöyle bir bakarsak, orantısız orantılarda bir umutsuzluk ve istikametlerini tamamen yitirdiklerini görürüz.
Gençlerin alaycı dilinden ve yaşama sahalarından yayılan ve titreşen muazzam bir cesaret eksikliği hissediliyor… Yaşamak korkusu, gelecek korkusu ve hayattan nefret var… Onlar, kendilerini aşan şeyleri incelemekle ilgilenmiyor, çünkü hayatın ne kadar boş olabileceğine dair tehditle karşılaşıyor.
Bu tehdit asılsız değildir; cünkü, kendimizi dikkat dağıtıcı şeylerle boğduk ve tüketime bütün zamankinden daha fazla demirledik. Hayattan uzaklaşmamızı sağlayan tüketimdir; ayrıca bilim, başka tarafa bakmamayı da sağlar.
Psikiyatri hekimleri, terapistler, New Age şarlatanları bize düşüncelerimizi beynimizde bölümlere ayırmamızı ve onları adeta bir dosya dolabındaki dosyalar gibi saklamamızı öğütler… Taksimatın elbette bazı faydaları var, ama meselenin kesin çözümü nedir?.. Bir düşünceyi sadece travma, zevk, fayda, eğilim, yönelim gibi etiketlemenin ve akabinde bir zelzele ile dosya dolabını devirene ve tüm bu tasnif edilmiş klasörleri dökene kadarsa, onu saklamanın ne faydası var?..
Her bir düşüncenin işlenmesinde hiçbir çekince olmamalıdır. Her bir dosya parçalayıcıya konulabilir ve her birinden “hakikî değer” elde edildiği takdirde sonsuza kadar silinebilir. Zihnin içindeki acıdan korkma!.. Aldatıcı bilim, küçük bir acının, fıtrat ve şahsiyeti mahvedecek derecede büyümesine göz yumar ve ona dayanak olur. Halbuki her zihin ve zihinde geçenlerin varış noktası, her bir varlığın ifadesi için başka bir araç olarak fikirlerin, yani hakikî değerlerin takdirinde olmalıdır… Zihin nüfuza açıktır ve bundan korkmamak size, bana, yani kolektif olarak herkese düşer. Sadece fikirlerin bize söylediklerini kabul etmeli ve ruhlarımızın ateşini körüklemeye devam etmek için ondan doğru ve etkili alevleri çıkarmalıyız.
Kısacası, ne akla, ne de akılsızlığa bağımlı olmamalı. Böylelikle fikirler sizi ele geçirecek ve yokluğuna içerleyeceksiniz.
Tüm bunlar, bizim gençliğe nüfuz eden bir meseleyi aydınlatmak içindir: Derimizin altında, hayatı yaşanmaya değer kılan her şeye karşı çoğunlukla müstehzî ve küstah kılıklı bir korku yaşar.
Hayata ve meselelerine yaklaşırken, birçoğumuz, günlük ev, eş, iş, maişet arası yükümlülükler boğuculuğundan basitçe süzülme ve günlerin tekdüzeliğinden kısa bir molayla ve eğlenceyle uzaklaşmayı harmanlayabileceğine dair kanaat taşır. Bunlar anlık rahatlamadır ve gerçek bir ruhanî tedavi değildir. Tatile çıkarsınız, yığınla lâf edilmiştir, gülünmüş, eğlenilmiş, içilmiş, yenilmiş, onca aktivite yapılmış; ama bittiğinde geriye mânâlı diyebileceğiniz bir üsare kalmamıştır, dolayısıyla, aradan şu kadar süre geçince tekrarıyla ilgili bir heyecan da duymayacaksınız, bu da tekdüzeliğe dahil olmuştur… Yaşlandıkça geziler, tatil, yani bütün rahatlama aktiviteleri ne kadar kısaldı değil mi?.. Bu şekilde yaşamak yüzeyde yaşamaktır; ve insanı bu yüzeyin altına inmekten alıkoyan, korkudan başka bir şey değildir.
Kahramanlık zamanlarında basit bir fikir beyanı, artık “cesur bir saldırı” görülüyor, bir zamanlar fazilet ve-veya insanî hasletlerin tabiî bir şekilde yerine getirilmesine, artık “cesurca risk alma” deniyor… Hâlbuki “risk almak” hayatın özü değil mi? Sadece bir gün daha fazla yaşamak için her şeyi riske atmıyor muyuz? Cevap ‘evet’ ise, o zaman tam olarak neyi kutluyor ve tezahüratını yapıyoruz?..
Asgarî olan övülür ve teşvik edilir; aşırı uçlar uhrevî veya ilâhî olarak görülüp hayatın dışına itilir; ama bir gün son derece güçlü erkek ve kadınlardan oluşan bir toplum inşâsına dair ümitlerimizi kaybetmemeliyiz.
Gerçekte insanlar ve hassaten hedef gösterilen çocuklar iddia edildiği ve böyleymiş gibi sunulduğu kadar ‘kırılgan’ değildir. Bu ayartıcı bilimin bir illüzyonudur… İnsanların kahir ekseriyeti hayatının içinde bir veya birden çok travmatik olay yaşar ve yaradılışı gereği çoğu travmatik olayı geride bırakır ve hayatına devam eder. Ayrıca insanlar, güçlü toplum oluşturmaya yeteneklidir. Şeytanın emrine amade bilim, bu yetenekleri köreltmekte, kırılganlıklara pusu kurmada ve tamamen insanı mahvetme peşinde…