RÖPORTAJIN TAM METNİ: YENİ BİR DÜNYA DOĞUYOR / Ali Osman ZOR

ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman ZOR ile, 22 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleştirdiğimiz sohbet-röportajın yazılı metnini kıymetli alâkalarınıza sunuyoruz.

AdımlarTV

KAZANANIN SEVİNEMEYECEĞİ, KAYBEDENİN ÜZÜLMEYECEĞİ BİR SEÇİM

AdımlarTV: 2015 Haziran seçimleri ve hemen ardından düzenlenen 1 Kasım seçimleri etrafında yaptığınız seçim değerlendirmesinde, milletin Erdoğan ve AKP’yi iktidara çivilediğini ifâde etmiştiniz… Türkiye ve dünyada “siyaset”in tıkandığını, bunun en önemli göstergesi olarak Amerika’dan başlayarak dünyanın hiçbir yerinde kitlelerin birlik ve bütünlük içerisinde olmayıp, toplumların karpuz gibi ikiye ayrıldığını vurgulamıştınız, vurgulamaktasınız. Günümüze geldiğimizde 18 Mayıs’ta ilk turu gerçekleşen ve bu hafta sonu 28 Mayıs’ta ikinci turu gerçekleşecek olan seçimleri ve muhtemel sonuçlarını nasıl değerlendirmektesiniz?

Ali Osman ZOR: Aslında bu seçimler hakkında bizim açımızdan söylenecek ilk şey, bugüne kadar olan diğer seçimlerden de ayıran bir özellik olarak; propaganda aşamasından tut da, neticeye kadar oldukça zengin malzeme içermesi. İşi bence buralardan alalım, sonra zaten genel bir değerlendirme içerisinde sorunuzun cevabı da bence verilmiş olacak.

Şimdi seçim propagandasına baktığımızda, insana ister istemez “acaba sandıkta değil de, propaganda aşamasında bir hile mi yapıldı?” veya “kazanmak isteyen, kaybetmek mi istiyordu?”, “kaybeden, kazanmak mı istiyordu?”… Böyle biraz saçma gibi de gelecek sorular içeriyor.         

TARAFLARIN SEÇİM VE PROPAGANDA STRATEJİLERİ

Türkiye‘nin sosyal, ekonomik, hukukî, siyasî durumunu ele alırsak eğer, özellikle ekonomik krizi ve ardından da Şubat ayında meydana gelen, “yüzyılın felâketi” denilen depremi, Büyük Maraş Depremini (Anadolu Depremini) de hesap edersek, aklı selim şunu der; “böyle bir ülkede muhalefet olan her kimse, fazla gayret sarf etmeden, böyle bir iktidarı büyük bir farkla ekarte etmesi lâzım!”… Ama netice öyle olmadı… Neticede, sizin de hatırlattığınız gibi, adeta %50 – %50 gibi bir rakamla ülke ikiye bölünmüşlük görüntüsü arz etti. Şimdi, bunun sebepleri üzerine birkaç husus var, onun altını çizmezsem hem tecrübe açısından biz istifade etmemiş oluruz hem de ortadaki sahtekârlığı da pek göstermemiş oluruz.

Soru şu; iktidar bu seçime hangi strateji ile hazırlandı, muhalefet bu stratejiye nasıl karşılık verdi? Veya “muhalefet bu stratejiyi etkisizleştirip, iktidarın da oy potansiyelinden kendisine oy devşirebildi mi? Bir şey koydu mu ortaya?..

Tabiî ki iktidarın seçim stratejisine baktığımızda hemen anlaşılacağı üzere, akla gelebileceği üzere, “Batı karşısında direnen, Batı’ya karşı çıkan bir lider” profili etrafında bir strateji geliştirildi. İşte arkada İHA’lar, SİHA’lar, gemiler, toplar, tüfekler falan, yani “orducu bir anlayış”la seçim stratejisi ortaya konuldu. Milletin de böyle olduğu ifâde edildi. O “Soğan mı, SİHA mı?” tercihini de zaten, bu strateji kapsamında ortaya koydu iktidar. Ve milletimizin tercihinin SİHA olacağını söylemekten kastı da, aslında bizim milletimizin orducu olduğu ve bir güvenlik tehdidi karşısında, “kuru soğana da talim etse, güvenliği başa alarak, orducu ruhla yoluna devam edeceğini” kitlelerin şuuruna zerk etti.

Bunun karşısında muhalefet ne yaptı?.. Bunun karşısında da muhalefet; işte “kalp işareti” sembolü içerisinde, “baharın geleceği”ni, yani börtü-böcek söylemi içerisinde “sevişeceğiz, güleceğiz, eğleneceğiz” filân muhabbetine gitti. Yani bir tarafa “postal” kondu, bir tarafa da “gül, bülbül, çiçek” filân kondu. Dolayısıyla “postal”ın karşısında bir “gül, bülbül edebiyatı”nın da aslında pek güvenilirliği olmadı.

Şimdi mevzu şu; iktidar, 20 küsür yıllık icraatları neticesinde bir noktaya kadar geldi. O nokta içerisinde zaten tenkitler, eleştiriler, saldırılar veya destekler, açık şekilde görülüyor. Muhalefet ise böyle bir şey yapmadı. Böyle bir şeyi olmadığı için muhalefetin, -yani ben muhalefeti, “Millet İttifakı”nı bir tek bir şeymiş gibi ele alıp söylüyorum bunu – böyle bir şey yapmadığından dolayı, muhalefet “ne olacağı belli olmayan bir şey” ifâde ediyor. Yani bir ittifak ama “ne yapacağı, ne olduğu belli olmayan”… Seçmen nazarından bahsediyorum… Ve bu açıdan bakıldığında da özellikle deprem bölgesinde çok da güven telkin eden bir pozisyonu yok. Bir de 20 yıllık bir iktidarın sonunda kitlelerden değişim beklemek veya kitlelerin değişeceğini düşünmek, ancak ve ancak onu değiştirmeye yönelik çok önemli ruhî ve fikrî atılımlar olmalı ki, bu değişimi bekleyebilelim. Çünkü kitleler belli belirsiz, hayatlarını değiştirecek her türlü değişimden nefret ederler, bunu biliyoruz. Hâliyle de bir ânda bir kitlenin, özellikle AKP’nin başını çektiği, “Cumhur İttifakı” gibi bir blok karşısında hemencecik değişeceğini beklemek, zaten yanlış. Bu yanlışın üzerine bir de seçim propagandasında ortaya konulan stratejiyi ve seçilen lideri de hesap ederseniz, bu da yanlış.

Misâl; Kemal Kılıçdaroğlu‘nun “ben Dersimli Kemal!” demesi, oradaki “Dersim” vurgusu aslında hem tam bağımsızlıkçı Kemalist mantığa da aykırı bir şey. Dolayısıyla orada Kemalistleri de, o Kemalistleri de karşısına alan bir şey. Diğer taraftan da yine buradaki vurgu, özellikle deprem bölgesi içerisindeki Sünnî nüfusu da tedirgin eden bir mevzu. Yani şimdi siz Maraş’tan oy bekliyorsunuz, Antep’ten oy bekliyorsunuz, değil mi?.. Adıyaman’dan, Malatya’dan falan… Yahu buraların üç aşağı, beş yukarı hem kavmî, hem mezhebî durumu belli. Geçmişte de, yakın tarihimizde de yaşanan olaylar belli. Siz şimdi böyle bir adayla, acılar içerisinde kıvranan, bütün ailesini kaybetmiş, malını mülkünü kaybetmiş, böyle bir kitleye, böyle bir adayla gidiyorsunuz. “Gidilmez” demiyorum; ama şu şartlarda, ortaya çıkan netice itibariyle baktığımızda, insanlar bir sürü sebep sıralayabilirler. Yani “yanlış olan neydi?” diye. Bu sebepler içerisinde bu da var yanlış olarak…

Yine diğer taraftan, demin söyledim. Yani daha “Cumhur İttifakı”nın şeyine gelmiyorum da. Postalla veya “Ordu Ruhu”yla, “Ordu Ruhu” etrafında, “postal” etrafında bir seçim stratejisi geliştiren bir şeye karşı, senin ortaya koyduğun basiretsizlik her tarafından akıyor. Seçtiğin marşlardan, -daha doğrusu marş demeyelim biz onlara da şarkı, türkü, bilmem ne karışımı şeylerden- tut da liderlerin giyimine, kıyafetine kadar, konuşma tarzlarına kadar her şeyde bir sakillik var. Ve biz -özellikle bu marşlar bölümünün altını çiziyorum, onun üzerinde çünkü çok duruyorum ve her iki taraf açısından da söylüyorum- seçilen müziklere baktığımızda, mevcut durumu hangi ruhun kuşattığını da anlayabiliyorsun. Yani ortada çürümüşlük mânâsına söylüyorum, geriye düşmüşlük var. Biraz daha açarsam, meselâ; Mehteran Marşını, Mehteran Bölüğü’nün ilk ortaya çıkışından düşünelim, biz kendi tarihimizde: Mehteran Bölüğü’nün tek başına kazandığı savaşlar var, yani ordu müdahale etmeden. Öyle bir aksiyon ruhu ile ortaya çıkıyor ki marşlar, karşı taraf dehşete kapılıp siperlerini, mevzilerini terk ediyor. Savaşı da burası kazanıyor, daha ordunun kendisi harekete geçmeden… Şimdi oradan gelen bir süreci takip edin ve bunu “insan tipi” üzerinden de takip etmeniz lazım. O tip üzerinden geldiğimiz nokta –“tarihin kırılması” diye ifâde ediliyor değil mi bu seçim?!- “tarihimizin en önemli seçimi!”, “ölüm kalım mücadelesi!”, “bekâ sorunu!”, vesaire vesaire. Ne kadar stratejik kavram varsa hepsi kullanılarak bu seçim değerlendiriliyor, ama ortaya çıkan “ruh”a baktığınızda; en “asker” gibi gözüken bile ayağını yere vurmaktan aciz, göğsünü öne çıkarmaktan aciz, başı dik yürümekten aciz! Yani çok affedersiniz, böyle en yiğit gözükenlerin bile efemine davranışları sergilediği bir ortam ve bu ortam içerisinde ortaya çıkan bir “insan tipi”… Hâliyle de bu seçimin gözden çok ırak tutulan ama aslı ele veren teferruatları bence çok fazlaydı. Bunlara da hepimizin dikkat etmesi lâzım.

AKP açısından baktığında oradaki seçim stratejisine; sözde orada böyle “postallı”, “ordu”lu filân şeyler var. Onların da marş diye ortaya koyduklarını şöyle bir dinliyorsun; arabesk tınıları içerisinde, biraz dikkatli dinlemeye kalkarsan, insanı neredeyse ağlatacak pozisyonda türkü, şarkı arası bir şeyler…

Yani bunu şunun için söylüyorum; “insan tipi”nin çürümüşlüğünü veya geriye düşmüşlüğünü her alanda takip edebilirsiniz… Şimdi biz seçimde bu alanda da takip ettik, anlatabildim mi? Ve bu alanda takip ettiğimizde, işin ilk bu propaganda kısmı zaten problemliydi. Yani o ortaya konulan stratejinin başlangıcından itibaren biz, neyin ne olduğunu anlayabildik hemen. Öbür taraftan baktığımızda -en başta söylediğim husus- böyle bir ortamda, böyle bir sosyal şartlarda, ekonomik şartlarda, hukukî şartlarda bir muhalefetin ezici bir çoğunlukla gelmesi gerekirken, niye gelmedi?.. Şimdi bize söyleselerdi eğer, “bir seçim stratejisi yapın” diye, biz onlara hemen derdik ki; “karşınızdaki insanın kuruluşundan itibaren siz bu işe başlayın! Meydanlarda bunu anlatın. Hatta çok konuşmanıza gerek yok, onların kendi ifâdelerinden bunları devam ettirin!.. Nasıl kuruldu bu parti, kimin desteğiyle iktidara geldi, işte BOP Eşbaşkanlığı, Irak, Libya, Suriye, Afganistan, Somali, İsrail ile ilişkileri, vesaire vesaire. Buradan girin, çatır çatır işte buradaki mülteci durumunun hesabını sorarken, Irak’ta bugüne kadar katledilen 10 milyon insanın hesabını sorun!” Hepsine girebilirdiniz!.. Peki bizim bu söylediğimizi onlar bilmiyorlar mı?.. Biliyorlar!.. Peki niye giremediler?.. Çünkü aynı ideolojinin bugüne kadar ki, diyelim ki bu taraf, “Batı karşıtı gibi gözüken” Batılı politikalara uygulayan bir tarafsa; bu taraf, karşıt da gözükmeyen, doğrudan doğruya liberalizmin açık temsilcisi gibi davranıyor!.. Biz bunu Kılıçdaroğlu’nun kendi ifâdelerinden görebildiğimiz gibi, ittifakı oluşturan unsurlardan da görebiliyoruz. İşte “Amerika’yla ilişkiler devam edecek”, “NATO’da bilmem ne yapacağız” falan, arkasından işte Rusya hakkında söyledikleri…

“BİZ ALLAH’A BAĞLIYIZ” DEMEKLE…

Açık tehditler var Rusya’ya karşı…

Yani Rusya hakkında ültimatom verir gibi açıklaması var: “Türk’ün devletine…” Ömürlerinde kaç kere “Türk” demişlerse “Türk’ün devletine…” diye altını çiziyor; “seçim üzerinden iç işlerine sen müdahale edemezsin!”

E, şimdi sormazlar mı sana: Amerika senin 80 seneden beri apış arandan çıkmıyor, niye tek bir cümle Amerika’ya etmiyorsun?!. “Seni iç işlerimize karıştırmayız!” diye… NATO üsleri hakkında hiçbir şey söylemiyorsun?!. Amerikan üssü hakkında niye hiçbir şey söylemiyorsun?!. Dayatılan Amerikan hayat tarzı hakkında niye hiçbir şey söylemiyorsun?!.  Amerika’daki merkezler tarafından toplumumuzu -ben küfür olarak kullanmıyorum, onu söyleyeyim, isterseniz “bip”lersiniz bunu- İbneleştirme gayesi güden LGBT politikalarına karşı bir şey söylemediğin gibi, niye burada açık destek veriyorsun bunlara?!. Halbuki sen, bu politikaların iktidar tarafından zemin oluşturup uygulandığını söyleyerek muhalefet edebilirdin!.. Ama Rusya’ya gösterdiğin şu kızgın tavrı, öfkeli tavrı, niye bir kere NATO’ya Amerika’ya, Avrupa Birliği’ne, Biden hükümetine göstermiyorsun?!. Şimdi bunlar bu şekilde gündeme geldiği zaman, aslında çok bile oy aldı… Çünkü, bu tarafın durumu çok kötü… iktidarın durumu çok kötü olduğundan dolayı, iktidarın bu şekilde toparlanmasına yardım etti…

“Krizin boyutu” açısından bakıldığında ne söylersek söyleyelim, şu söylediğimiz gerçek olduğu gibi duruyor: Bu öyle bir seçim ki kazanan çok mutlu değil, mutlu olmayacak; kaybeden de çok üzülmeyecek… Biz bunu -biliyorsunuz- seçimden önce de defalarca söyledik. Zaten seçim sonuçlarına baktığımız zaman da bunu anlıyoruz: Şimdi kimsenin kimseye böyle “o çaldı, bu çırptı!” falan diye bir iddiası yok, kimseye yüksek sesle söylemiyor. Diğer taraftan da 49,5’te, 50’de iktidarın durduğuna bakarsak, önceki seçimlerde de neler olduğunu şöyle bir hafızamızda canlandırırsak, iktidar açısından 49,5’in 50,1’e getirilmesinin aslında çok büyük problem olmayacağını da anlayabiliriz. Burada şu çıkıyor -benim kanaatim-, parlamento aritmatiği belli olduktan sonra, -zaten önce de var olduğunu düşündüğüm Tayyip Erdoğan açısından söylüyorum- “seçimi kazanmayabiliriz de” düşüncesi vardı… Çünkü sorunlar o kadar devasa, o kadar büyük ki! Bu sorunlardan kurtulması gerekiyor. En azından bir süreliğine.

Erdoğan için?

Erdoğan için söylüyorum… Unutturması gerekiyor. Bu seçim de onun için iyi bir fırsattı! Yani eğer muhalefet seçimi kazanabilseydi birinci turda -ki bence ikinci turda da çok değişen bir şey olmayacak- bir sene, iki sene boyunca bu meclis aritmetiğine güvenerek sorunları muhalefetin sırtına yıkabilirdi…

Büyük bir enkâz var…

Yıkabilirdi… O, yıktıktan sonra da iki yıl boyunca meselâ, sokaklarda gösteri olurdu, “Cuma gösterileri” olurdu, yine “Kahrolsun Amerika”lı, “Kahrolsun İsrail”li şeyler çıkardı meydana… Bunun sorumlusu olarak da hükümeti gösterirlerdi, falan. O karmaşa içerisinde de bir “erken seçim” zorlanırdı… Ama şimdi öyle bir yapı var ki karşımızda, yüzde 25 kemikleşmiş bir yapı -yüzde 25 kemik kitlesi olan bir yapı!- senin istemenle olmuyor bu… Ne diyelim?.. İktidardasın… Senin iktidarını destekleyen, sen iktidarda kalınca reel fayda sağlayan dinamikler var, unsurlar var!.. Yani şöyle bir şey düşünün: Hz İsa’ya atfedilen “çarmıha gerilme” sahnesini düşünün. Kol, ayak, bacak, kafa kımıldayamıyor! Yani buradan bir çivi vurulmuş, meselâ siz bu çiviye “vakıflar” deyin, buradan bir çivi vurulmuş bu çiviye “Sefil Toplum Örgütleri” deyin, şuradan bir çivi vurulmuş bu çiviye troller deyin, falan… Bu çarmıha gerili olanı da Tayyip Erdoğan olarak düşünün… Oradan kurtulmak istese de, şu ân için kendini kurtaracak pozisyonda değil… Yani bu onun adına üzücü bir şey, onu söyleyeyim de. Bizim, o hatırlattığınız 2015 seçimlerindeki sözümüz, tâ o zaman gördüğümüz bir mevzu… Yani o gün anlaşıldı, çünkü o gün de şartlar bugünkü gibi uygundu, ama yine tercih o taraftan yana oldu veya bir şekilde kazanıldı seçim. Şimdi uzamış bir zamanı yaşıyoruz da… O zaman da millet, evet, iktidar koltuğuna bu yapıyı çivilemişti!.. “Gitmeyeceksin!” dedi; “öyle hemen gitmek yok o kadar işi yapıp, o kadar suç gibi gözüken işlerde parmağın olup, bu işleri belirsiz bırakarak gidemezsin!”… Yani “bir şekilde hesabını vererek düzenleyeceksin”... Yani “hesabı vereceksin!”… Yani “onlar Amerika’ya bağlı, biz Allah’a bağlıyız!” diyerek hesabı öbür dünyaya erteleyemezsin”!.. Anlatabildim mi?.. “Allah’ın da bu dünyada kurduğu bir mahkemesi var… Bu mahkeme tecelli edecek, sen bu mahkemede hesap vereceksin!”… Yani bu iktidarın alıştığı ve vaz geçmek istemediği şeylerden birisi bu zaten: “Hesap vermez”lik, “bir denetime tâbi olmama” durumu…

“İTTİFAKLAR SİSTEMİ”NDEN GÜDÜLEN GAYE

Şimdi, bu seçimden sonra ne olur?.. Aslında “seçimin sonucu ne olur?” değil de, “seçimden sonra ne olur?”un üzerine düşünürsek: Hangi ittifak gelirse gelsin… Ki, ittifaka katılanların çok da memnun olacaklarını düşünmüyorum. Her iki ittifakta da bir takım çatlaklar, bir takım tartışmalar illâ ki yaşanacak. O da krizi daha çok tetikleyecek. Son dakika -her iki ittifak içinde de- ittifaka katılan bir takım insanların da “keşke katılmasaydık” diye bir pişmanlık içerisinde olabileceklerini de düşünüyorum. Tam bu noktada biz, kendi durumunuzu da tabiî ki söyleyebiliriz:

Biz, her iki ittifak açısından da herhangi bir ittifaka hareket olarak desteğimiz veya bir dahiliyetimiz söz konusu değil… Bizim eleştirilerimiz, tenkitlerimiz kendi şahsiyetimiz içerisinde, kendi özgürlüğümüz içerisinde “sistem” üzerine eleştirilerdir… Bu eleştirileri yaparken de yine özgürce -çünkü “özgür insan” tenkit hakkını kullanır, tenkit edebilir!- özgürce kendi sistem teklifimizle bunu yapıyoruz!.. Dolayısıyla da, en “günü geçmiş” bile olsa, ideolojik bir hareket mensubu olduğunu iddia eden bir insan, demokratik kurallar içerisine bir “ittifaklar sistemi”ne dahil olduğunda, bunun anlamı “ben ideolojimden vazgeçiyorum!” demektir!.. Çünkü o “ittifaklar sistemi”nin kuruluş ilkeleri var, hedefleri var ve programları var… Şimdi sen buna “ideolojik olarak” dahil olduğunda kendi ilkelerin, kendi programın, kendi prensiplerinle oluyor. Oraya dahil edemediğine göre, onu dışta bırakmış oluyorsun; sen buraya dahil olduğuna göre, aslında ideolojinden soyunmuş oluyorsun… Aksi iddia edilse de, bu böyledir… Zaten dünyada “ittifaklar sistemi”nin en kâmil olduğu yer Amerika’dır… Ki, o da artık kendi içinden çatırdıyor Trump’la birlikte… İttifaklar Sistemi’nden gaye: Sistem dışında olan ideolojik hareketleri, sistem teklifi olan, sistem eleştirisi olan ideolojik hareketleri de bu “sistem” içerisinde eritmektir. İttifak politikasından güdülen gaye budur zaten!.. Anlatabildim mi?.. Dolayısıyla biz Türkiye’de şu ân işin başında sayılırız, bu sistem açısından… Tâ işin başında buna, “bu bekâ sorunudur!”, “şu sorunudur!”, “bu sorunudur!” filân diye dahil olduğun zaman sen, sisteme dair olan bir teklifin varsa, ondan da vazgeçtin demektir…  

Bu noktada; “sosyal medya”yı da süreçte takip ettim… Troller başta olmak üzere -bazı “iyi niyetli insanlar” da diyeyim- İslâmcı mücadelenin nihâî mevziî olarak Erdoğan’ı işaretlemeleri… İşte “eğer kaybedersek seçimi, bundan sonra Cumaları kılmayacağız!” gibi… Bazı argümanlarla seçimlere hazırlık yapmalarını nasıl değerlendirirsiniz?

Bunu bu şekilde görenler, bu şekilde ifâde edenler, muhataplarını böyle gördükleri için ifâde ediyorlar… Demin söylediğim şeyi söylüyorum… İttifak rejimi hakkında söylediklerimle bu aynı… Sen buna dahil olduğun zaman, zaten kendi ideolojini artık reddedip “oraya” dahil olduğundan dolayı, onun liderliğine bakışın da bu şekilde oluyor…  Şimdi bunu İslâm temelli bir mantık içerisinde söylemek de, sanki “Allah’ın vadinin burada bittiğini” de söylemek gibi bir şey, haşâ!.. Hâlbuki mevzu öyle değil!.. Herkes gibi Erdoğan da fâni… Yani bugün hak vâki olsa, böyle söyleyenler ne düşünecek?.. Ne yapacaklar?.. Onunla beraber İslâm da, İslâmcı mücadele de toprağa mı gömülmüş olacak?!. Öyle değil!

TÜRKİYE’NİN ASIL MESELESİ NEDİR?

AHLÂK DAVAMIZ VE DEVLET DÜŞMANLARI

Bu soruyu sorarken, diğer tarafı olduğu gibi küfür-kâfir, münafık diye ifâde etmeleri…

Depremde hatırlarsanız söylemiştik: “Ilımlı İslâm” veya “İktidar İslâmı” -ne derseniz deyin adına- bu bahsettiğiniz, eleştirdiğiniz “İslâm” anlayışı aslında depremde bitti artık!.. Biz uzatmaları yaşıyoruz… Bugün bu oy oranlarının dağılımıyla da bunun çok alâkası yok. Eğer öyle olsaydı %99’u Müslüman olan bir ülkede, %50’si getirip buraya oy vermezdi! Eğer dedikleri gibi olsaydı… Biraz daha zorlasanız; o zaman, Cumhur İttifakı’nın oy oranı %44 olsa -bu mümkün- Müslümanlar bu ülkede azınlık mı olmuş oluyor?!. Böyle bir saçmalığı herhalde kimse kabul etmez… Onlar ne kadar bu şekilde motive etmeye ve motive olmaya çalışırsa çalışsın -ki, benzerleri karşı tarafta da var, onu da söyleyeyim!- olayın aslı bu değil!..

Olayın aslı tamamen ruhî ve o ruha bağlı fikir ve akılla alâkalı… İnsanların artık mevcut akıllara güvenleri de yok, o akıllarla bir yere gidilmeyeceğini de biliyorlar… Ama bunu böyle ifâde edemeyeceğine göre ne yapıyor? İşte “umut”la zorluyor, efendim o “korku”yla zorluyor, herkes farklı sebeplerle elindeki mevcuda sarılmaya çalışıyor!.. Çünkü onu da bıraktığında uzaydaki boşlukta gibi hissedecek kendisini… Dolayısıyla da “Türkiye’nin asıl meselesi nedir?” diye bir soru çıktığında, sadece sen, ortaya çıkmış, “mesele budur” demekle, o, “mesele” olmuş olmaz!.. Ne olması lâzım? Onun, ondan bahsedebilmesi için, onun da “var olma”sı gerekir…  Hâliyle de “Türkiye’nin asıl meselesi nedir?” diye sorulduğunda, o meselenin varlığı bilinmesi lazım… Bugün hangi alanda bakarsanız bakın Türkiye’nin temel meselesi nedir? Ahlâk meselesidir!..  Hangi blok kazanırsa kazansın, önünde bugün problem olarak bunu bulacak!.. Şimdi, mevcut İktidar açısından bakalım:  

Mevcut iktidar artık öyle büyük altyapılar, yollar, köprüler, efendim havaalanları falan yapmayacak. Peki ne yapacak? Seçim boyunca da ortaya çıkan bir birçok -adetâ bir lağım patlamış hissini veren ve o lağım hissi her eve ulaşan- bir ahlâksızlık var… Bugün İktidarın etrafını saran, İktidardan nemalanan; sen “İslam!” de, “milliyetçilik!” de, “uluslararası ilişkiler” de, “bağımsızlık!” de; bu adamı hiç ilgilendirmiyor!..  Bu “adam”ın işi gücü, elde ettiği devlet imkânlarını kendi menfaatine kullanmak!.. Gerçek “devlet düşmanı” bunlar işte!.. Yani devletin imkânlarını kendi menfaati için kim kullanırsa, devlet düşmanı odur!.. Milletin parasını zimmetine geçiren de odur, asıl tasfiye edilmesi ve yargılanması gereken de odur!.. Bu açıdan bakıldığında seçimi kazanmış bir “Cumhur İttifakı”nın önünde duran, kendisini Cumhur İttifakı’na dayatan temel sorun, temel mesele bu ahlâk sorunudur!.. Bu ahlâk sorunu çözülemediğinden dolayı veya karşı tarafın -Batı’nın- teknolojik üstünlüğü, artık bizde kırıntılar hâlinde kalmış olan ahlâkı da bertaraf ettiğinden dolayı biz, nereye gideceğini bilmeyen şaşkın ördekler gibiyiz… Ve bu şaşkınlık içerisinde de her türlü yanlış, her türlü sapkınlık, her türlü yol sapıtma ortaya çıkmakta!..  Çünkü nereye gittiğini bilmiyorsun… Dolayısıyla da burada “Millet İttifakı” da gelse, “Cumhur İttifakı” da gelse, bu problemi hâlletmesi lâzım!.. Bu problem halledilsin ki aile yerli yerine otursun, ordu yerlerini yerli yerine otursun, ekonomi yerli yerine otursun, hukuk yerli yerinde otursun, bağımsızlık yerine oturursun… Neydi?.. “Ahlâk oluşmayınca, müesseseleşme olmuyor”!.. Ahlâk olmayınca fikir olmuyor!..

LGBT SALDIRISI…

GÖKYÜZÜ İHA-SİHA, DENİZLER GEMİLERLE DOLSA NE FAYDA!

“Ahlâk”tan kastınızı biraz açar mısınız?

Ahlâk şudur: Eşya ve hadiseler karşısında insanın, Mutlak Doğru, Mutlak Güzel, Mutlak İyi’ye nisbetle aldığı tavırdır… Eşya ve hadisenin her ân yeniliği içerisinde de insanın bu tavrı her ân yeni olması lazım. Bu da belli bir “ruh”la olur. Belli bir “Ruhî Sistem”le olur… Büyük Doğu – İBDA’nın tezi neydi: İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır!.. Ruh oluştuktan sonra, o “ruh” kendi şeklini bulur… Dolayısıyla biz şu ân bu “ruh”u kaybettik!.. Biz şimdi Hıristiyan ahlâkına göre mi yaşıyoruz? Kemalist ahlâk diye bir ahlâk mı var, ona göre mi yaşıyoruz? Biz Yahudi ahlâkına göre mi yaşıyoruz? Marksist ahlâka göre mi yaşıyoruz?.. Artık bunu, bizim kendimizi tarif etme zamanımız geldi!.. Biz kendimizi neye nisbetle tarif ediyoruz?!. Bu sadece sözle olmaz müesseseler şeklinde; eğitim sisteminden başlayarak, adalet sistemine kadar “biz hangi ahlâka göre müesseselerimizi kuruyoruz, fert ve toplumumuzu inşâ ediyoruz?!.”

Her iki tarafın da geldiği nokta burası… Hâ bunu genişletirsek, aslında dünyanın konuştuğu mevzu bu!.. Şimdi Ukrayna üzerinden Rusya’nın dünyaya açtığı “çok kutupluluk”la tartışılan nedir?..

Bugün her iki taraf da… Düşünün şimdi toplumumuzda ilk önce kadınlar üzerinden başladı, şimdi ise “LGBT” denilen bu sapkınlık üzerinden devam ediyor. İnsan evindedir, tercihleri vardır. Kimse kimsenin evine girip bakmıyor. Ama sen bayrağını çekmişsin!.. Bayrağın var, derneğin var, palazlansan parti kuracaksın. Ve dayatıyorsun bunu!.. Bu artık “insan hakları”, “özgürlük”e filân girmiyor! Bilâkis bunun karşısında erkeksiliği muhafaza etmek, yani “fail olma”yı, “fetih sahibi olma”yı ve neslin koruyucusu olmayı temsil etmek insan hakkına girer… Tek tek de herkes bunu anlayacak!.. Bu mevzu zaten bütün partilerin ve iki ittifakın sorumlu olarak buralara kadar geldi. Şimdi “Ukrayna Savaşı”yla bu mevzuun ne alâkası var? Ama aynı yerde işleniyor mevzu. Rusya’nın direniş gösterdiği en büyük alan bu ahlâk alanı!

Aile…

Tabiî ki “aile” müessesesinden tut da, ordudaki disipline kadar… Buraya geldiğinde… Bir dönem neydi? İşte “her partide %10 kadınlar olsun”… E şimdi birisi de çıkıp “%10 bu tiplerden olsun!” derse, iş oraya gelip de bir “meşruiyet zemini” kazanırsa, senin İslâmî düşüncen nereye gitti?!. Demin o söylediğiniz “İslâm’ın son kalesi” filân mevzuu ne olacak?.. Zaten gitmiş! Ortada İslâm filân kalmamış! Bunu görmüyor musunuz siz?!. Bu tür sapkınlığın topluma dayatılmasının -ki Liberalizmin, Neo-Nazizm’le birleştiği noktadır bu LGBT mevzuu, onu da söyleyeyim! Dayatmadan dolayı- bunun dayatılmasının, onlara soralım: İslâmî olarak bir karşılığı yok mu?!.  İslâm’da nedir bunun cezası?!. Yok mu bunun bir cezası?!. Niye bu açıkça söylenmiyor?!.

Bizim sistemimizde, bizim özlediğimiz bir sistem içinde bunların hepsi -Üstad’ın tabiriyle- “Hayırsız Ada’ya gidecek!”… Orada hayatlarının sonuna kadar, yok olana kadar dursunlar… Çünkü erkeksi toplumlarda buna izin verilemez!.. “Erkeksi” derken ne demek istediğimi herhâlde anlıyorsunuz: “Ruh”a ait bütün direniş unsurlarını kırıyorlar! Zaten ahlâkî ne kadar direniş noktan varsa, hepsi gidiyor!.. “İnanç”a dair neyin varsa… Çünkü kanıksadığın zaman, bir müddet sonra onu kabul ediyorsun… Meşrû görüyorsun onu…  Şimdi dikkat edin; reklâmlardan tutun televizyon dizilerine kadar her tarafa bir şey sıkıştırıyorlar!.. Ve ne gariptir ki(!) -birkaç televizyon dizisinde gördüm- oradaki “en müşfik”, “en adil”, “en akıllı”, “en hak yemez” insan tipi de bu (LGBT tiplemeleri) oluyor!.. Sergilenen erkek tipi de kazma, maganda, kaba saba tipler… Yani “onlardan bir hayır gelmez, ama bundan bir hayır gelir”, “insanlığa faydalı olan tip”… Bugün toplumların hepsinin yaşadığı en büyük tehdittir bu bizim açımızdan! Onu da söyleyeyim…

“Ahlâk davası” derken hepsini bir bütün olarak ele almalı. Yani ahlâkın, “fikrin işine işlemiş, işletici sıfat” olduğunu unutmadan meseleleri değerlendirmemiz lâzım. Yoksa işin bu kısmını bıraktıktan sonra bütün gökyüzü İHA olsa SİHA olsa, bütün denizler gemi olsa neye yarar?.. Ki olan ülkeler var zaten!..

“YENİ BİR DÜNYA” DOĞUYOR!

Bunu da soracaktım; “İHA-SİHA mı, soğan mı?” meselesi… Son 6 ayda soğan fiyatlarının artmasıyla tercih gibi ortaya konuldu… Bunun yakın tarihte, 20. Yüzyılda Almanya’da misâli var Nazi Partisi’nin iktidara gelişiyle; “top mu, tereyağı mı?” şeklinde…

Tabi, daha öncesinde Roma’ya kadar giden bir tarihi var…

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu da bunu misâl vererek gündeme getiriyor eserlerinde…

Evet… Şimdi mesele şu: “Sen”, benim inandığım hakikate göre yaşayıp, beni ona davet ediyorsan; yıllarca, sabah akşam soğan yemeye razıyım ben!.. Yok sen, beni bir hakikate davet edip -oradan da benim inancımı kullanarak!- bunun tersine bir durum sergiliyorsan, o zaman da şu sorunun cevabını vereceksin:

Neden ben, senin durumunda olarak bu hakikate davet etmiyorum da, sen o durumda ve benim bu sefaletim içinde beni davet ediyorsun?!.

Buradaki temel sorun bu… Burada tabiî ki bir istismar var!.. Zaten bunu “Adımlar” olarak biz söylüyoruz: Allah ve Resûlü başta olmak üzere, istismar edilmeyen hiçbir şey kalmamış!..

Yani “sen” buna davet ederken hiçbir denetime tâbi değilsin, ama ben bunu sanki Allah’ın ve Resûlü’nün hükmüymüş gibi kabul etmek zorunda kalıp, açlığımı perişanlığımı -ağzıma fermuar çekerek- örteceğim, söylemeyeceğim!.. Nereye kadar?.. Senin keyfine kadar!

Bu tür tercihler toplumlarda “idare eden” ve “idare edilen”in gözle görülür bir şekilde ortak yaşadığı hayat içerisinden yapılır… Ben bir tas çorba içiyorsam, bileceğim ki, baştaki adam da bir tas çorbadan fazla bir şey içmiyor… Anlatabildim mi?..  Burada “top” nedir? Tabiî ki “orducu” bir milletin “Ordu Ruhu”na en uygun olandır… Ama bunu istismar edip, “soğan yok, yiyemiyoruz!” diyenlere dönüp; “siz hainsiniz!” filân dediğin zaman, başka bir şey çıkıyor orada… Başka bir şey var… Çünkü sen zaten 20 yılın sonunda “top” tercihini yaptırabilecek bir kemmî ve keyfiyete dayalı bir değer de ortaya koyamadın!.. 20 yıl içerisinde meselâ, üretilen bir değer söyle bana?.. Yazar olabilir, müzisyen olabilir… Bir “şey” yani… Bir “şey” olsun…  “Zamanüstü”ne çıkmış bir “şey”, bir “değer”?

“Hangi ideâl, hangi dünya görüşü çerçevesinde “top”u tercih edeyim?”, “neyin mücadelesi?”…

Gibi… Dolayısıyla da bu kandırmacalarla bu iş yürümez… Seçimden sonra göreceğiz zaten… SİHA’yı tercih ettirdin de ne oldu?.. Ne yapacaksın?.. Ne yapacağız şimdi?.. NATO üslerine “git!” mi diyeceğiz?.. “72 saat mühlet veriyoruz! Eğer boşaltmazsanız hepinizi tutuklarız!” mı diyeceğiz?.. Amerika’ya, “bizim artık stratejik müttefikimizi Rusya! Seninle bir işimiz yok!” mu diyeceğiz?.. Hâ burada da mevzu şudur:

Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle, Büyük Doğu’nun tezi hâlinde… Hatırlarsınız Salih Mirzabeyoğlu’nun “İstikbâl İslâmındır” eseri başta olmak üzere, lif lif işlenmiş bir mevzu:

“Yeni bir dünya doğuyor! Bu dünyada fikir malıyla katılmayan milletlere mekânda yer işgâl etme hakkı kalmıyor!”

“SİHA’yla, teknolojiyle” filân demiyor… Çünkü “teknoloji” zaten bir “ideoloji” üzerine gelişir! Senin bir ideolojin yoksa, “başka bir ideoloji üzerine gelişmiş bir teknolojiyi almak” demek, “o ideolojinin bağlı olduğu ahlâkı almak” demektir… Bizim bunu anlamamız lâzım… Dolayısıyla demin o “ahlâk problemi” dediğimiz mevzu, her tarafı saran bir mevzu!.. Ve bütün olarak halledilmesi gereken bir şey… Sen şimdi buradan almışsın bunu… Onun etrafında oluşmuş bir sistem var!.. Meselâ “cep telefonu” alıyorsun. O “cep telefonu” teknolojisinin etrafında oluşmuş bir yapı var; onu da almış oluyorsun!.. Hani 70’lerde 80’lerde çok söylenirdi bu: “Batı’nın teknolojisini alalım, ahlâkını almayalım”Yâhû böyle bir şey mümkün mü?!. Her teknoloji, bir “ahlâk sistemi” üzerine gelişir!..  Hangi “ahlâk sistemi” üzerinde gelişiyorsa bu teknoloji, sen o teknolojiyi alarak, onu da almış oluyorsun… Anlatabildim mi?.. Burada olması gereken nedir?.. Onu kendine mâl edebilecek bir ahlâkî anlayışın, sistemin, ideolojin olması gerekir!.. Bunu mâl edemezsen eğer, onun etrafındaki unsurları da, bir virüs gibi sokmuş olursun bünyene!.. Geldiğimiz noktada da bu oluyor…

Bu açıdan baktığımızda, toplum olarak bizim yaşadığımız dönüşümü, dünyada kimse yaşamadı!.. Yani o, Kumandan’ın, “Filistin ve İşkence” (*) mevzuunda söylediği “acı duyma melekemiz kalmadı”, “ızdırabı kalmadı” diyor ya… Yani bugün dünyada ne oluyorsa; Filistin’de, orada, burada ve hattâ Avrupa’da nasıl bir zulüm oluyorsa, bunun sorumlusu biziz!

Daha 1988 şartlarında diyor bunu…

Tabiî… Yani bir kere bunun şuuru oluşmalı… Bunun şuuru oluşmalı ki, şuurlar üzerinde bir hegemonya nasıl kurulacağına dair bir fikrimiz olsun… Yani “hegemonya” dediğin şey, aslında şuurlar üzerinde kurulandır… Ve “gerçek iktidar”ın tâ kendisidir!..  Yani ideolojik olarak sen şuurlar üzerinde hegemonya kuramadan “iktidar” olmuş sayılmazsın… Şeklî olarak bir takım şeyleri ele geçirebilirsin… Ama “iktidar” değilsin!..

HANGİ “RUH”?.. BUNUN KARARINI VERECEKSİN!

Dünya çapında Neo-Liberal politikaların etkisi altında oluşumuz gibi…

Ve senin şuurun, onun hegemonyası altındayken, ona karşı çıktığını filân zannediyorsun!.. Dolayısıyla her karşı çıkışta -aynı, “zihinlerin iğdiş olma durumu” burada da geçerlidir- yaşatıyorsun onu!.. Dolayısıyla buradaki temel problem, ideolojik problem, fikrî problem ve bütün bunların “ruh”a bağlı olması!.. Biz şimdi “hangi ruh”u seçeceğiz? Ona bakacağız!.. Biz ruhumuzu kaybettik! Millet olarak ruhumuzu kaybettik!.. Ve 24 saat ruhumuzdan hançerleniyoruz hâlâ!..

Önceki konuşmalarımızda, önceki sohbetlerimizde söylediğimiz mevzu da buydu: Demin Üstad’dan aktardığım; “İstikbal İslâmıdır!” hükmü kapsamı ve altında, ilk önce “iç”te bu fikrî hegemonyayı sağlayacaksın… “İç”te sağladıktan sonra toplumsal, içtimâî birliği ve düzeni sağlayacaksın… Bu düzeni kurduktan sonra da, bir teklif olarak “dışarı” sunacaksın… Türkiye’nin misyonu budur!.. Türkiye’den beklenen de budur…

Bugün, “çok kutuplu dünya kurulur mu, kurulmaz mı?”, o ayrı bir tartışma… Ama “tek kutuplu dünya”nın çanına ot tıkandığı kesin!.. Şu ân kendi para birimlerini kullanmaya başladılar, farklı farklı ittifaklar gelişiyor. Hiç bir araya gelmez denilen düşmanlar bir araya geliyor… Bunların hepsi Amerika’ya rağmen oluyor! NATO’ya rağmen oluyor!.. Bu çok kutuplu dünyada -yani Üstad’ın “Yeni bir dünya kuruluyor!” sözünü başa al- ve bu dünyada Türkiye’ye, “fikir” malıyla buraya katılacak… Çünkü bu dünyanın, “yeni kurulacak dünya”nın ihtiyacı bu!..

Şimdi “çok kutuplu dünya”… Nasıl olacak?.. İyi niyetli olarak bunun için mücadele eden, bunun için gayret edenler de daha bu sonuca ulaşmış değiller… Bu, Türkiye’den olmalı… Bugün muhalefet de, iktidar da bu sorunla karşı karşıya kalacak!..  Bu soruna cevap vermeden, bu sorunu çözmeden bir yere ilerleyemeyeceksin!..

Ayrıca, bu sorunun çözümü sahtekârlığı kabul etmez! Bunu da böyle altını kalın çizgilerle çizelim… Çünkü burada “fikir” lâzım!.. Yani “samimi” ile “sahtekâr”ı birbirinden ne ayırıyordu? “Fikir” ayırır, değil mi?.. “Amel usta bir elde taklit edilebilse bil, fikir taklit edilemez!”… Dolayısıyla “buradan ne beklenebilir bundan sonra?”… Eğer bu ihtiyaç yeteri kadar yerine ulaştıysa, AKP tekrar iktidarda olursa; bu sorunun çözümü için “kadro değişikliği”ne gidebileceğini düşünüyorum… Ama gidebilir mi? Sorunu çözebilir mi? Çok zor!.. Bu çok zor bir görev, çok zor bir iş bu!.. Bunun için de ne var elinde? Onlar da biliyorlar; sadece Büyük Doğu var, sadece Üstad var… Ama biz buradan söyleyelim:

Bu saatten sonra, sahtesinden, yapmacığından, mış gibi yaparak ne Büyük Doğu’yu kullanmak, ne İBDA’yı ve rahmetli Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu kullanmak onlara bir fayda getirmez!.. Bilâkis, tepe aşağı gidişlerini hızlandırır… Dolayısıyla bu ihtiyacı o adreste tesbit ettilerse eğer… Bu işin ruhu burasıdır çünkü!.. Demin o “ahlâk”, “ruh” filân dedik ya… Bu işin “ruh”u İBDA’dır ve bunun “kadro çapında” benimsenmesi gerekir!.. Ki, ona nisbetle bir ekonomik sistem nasıl çıkacak, hukukî düzen nasıl çıkacak, eğitim sistemi nasıl olacak, bir ordu nasıl teşekkül edecek, bir millet nasıl inşâ edilecek, fert nasıl inşâ edilecek?.. Buna dair bir şeyler olsun… Ama sadece “şiir okuyarak”, işte “o da bizim değerimizdi” filân diyerek bu iş olmaz!.. Bunu kesinlikle altını çiziyorum!.. Hâ, Kumandan’ın bize söylediği gibi, hatırlarsınız siz de: “Adam, ‘ben Büyük Doğu’yu kuracağım!’ diyor. ‘Kuramazsın’ diyemezsin!” dedi bize, değil mi?.. “Ama bu işin ruhu da burada!” diyerek adres olarak kendi eserini ve kendisini gösterdi!.. Şimdi biz de -O’ndan mülhem- bunu diyoruz… Yani beklediğimiz bir şey olduğu için söylüyorum bunu: Yani Üstat’dan bir-iki şiir okuyarak, Kumandan’dan bir-iki şiir okuyarak, kabrini ziyaret ederek… Güzel şeyler tabiî; okunsun, kabri ziyaret edilsin, unutulmasın… Ama “yapılması gereken” bu değil!.. Veya İbda içinde birkaç kişiye birşeyler verip onları konuşturarak… Hayır!.. Bu da yapılması gereken iş değil… Bizi bir kenara bırak, herkesi bir kenara bırak; İBDA, burada duruyor… Bunun kadro hâlinde benimsemesi gerekiyor!.. İktidarın buna gücü varsa… Veya muhalefetin!.. Çünkü ikisinin ihtiyacı da bu!..

Bunu söylerken de herhâlde anlaşılıyor: Kesin çizgilerle ayrılmış “iki kesim” görmüyoruz biz!.. Burada da milliyetçi var orada milliyetçi var; burada da İslâmcı var orada da İslâmcı var; burada da Kemalist-Atatürkçü diyeceğin insanlar var, orada da var… Buradaki ayırım; memnun değil insanlar buradan, ama güvenecekleri de bir şey yok… O şaşkınlığın tercihi bu!..

Ne yapacağını bilememe…

Evet… Şaşkınlığın tercihi… Bu böyle devam ederse, bu şekilde öndeki ahlâk sorununa inilmezse eğer… Zaten eğiliyorum deyip hakkını vermezsen de karşılaşacağın o: Üçüncü yol mânâsına -bütün dünyada- çünkü Türkiye seçime, bir “Üçüncü Dünya Savaşı” söylemi içerisinde girdi… Değil mi?.. Dünyada “Üçüncü Dünya Savaşı” falan tartışılıyor, “nükleer savaş” tartışılıyor, sen de NATO üyesisin… NATO üslerinde bir sürü nükleer silâhlar var… Vesaire vesaire… Dolayısıyla da bu seçim, sadece “senin seçimin” değil; bu seçimi başkaları da bekliyor… Kendi hamlesinin unsuru olarak da bekleyenler var!.. Aynı 2024’teki Amerikan seçimlerinin beklendiği gibi… Yani güvenilir insanlar olunacak, politikalar güven verici olacak, “ahlâk davası”na, ideoloji-fikir davasına ciddi bir yatırım yapılması gerekiyor…

Hangi blok iktidar olursa olsun… Yoksa “üçüncü yol”a hazırlıklı olmak lâzım… “Üçüncü yol” her iki ittifakın da lehine değil!..

“Üçüncü Yol”u “sokaklar” diye ifâde etmiştiniz…

Tabi!.. Siyaset, şimdi yeniden şekilleniyor… Yani bu iflâs etmiş demektir, artık sen üretemiyorsun demektir… Siyaset saraylarda oluşmadı ki!.. Siyasetin en temel kavramı “devlet” kavramıdır. Yani devletler, böyle, saraylarda falan kurulmadı!.. Sokaklarda bunların kararı alındı, çadırlarda alındı ve saire, vesaire… Ondan sonra alttan üste doğru “iktidar alanı” yükseldi…

Avrupa’da, Amerika’da, Güney Amerika’daki sokak hareketleri…

Her yerde! Tabiî ki, kesinlikle!.. Bütün dünyayı etkileyen bir mesele olarak bunu konuşmamız gerekir zaten. Neydi o: “Yeni Bir Dünya Kuruluyor”… Burada sabitlenelim!.. Yeni bir dünya kurulduğuna göre, herkes pozisyonunu alacak… Senin pozisyonun; biz, Büyük Doğu / İBDA olarak- “fikir”dir… “Fikir malı”… Bunun ruhu İBDA’dır… Eser ortadadır… Ve senin -bunu kim ele almak istiyorsa- onun için çok büyük bir fırsat… Tayyip Erdoğan mı yapmak istiyor? Enerjisi var mı, gücü var mı? Bilmiyorum… Şu ân bu önüne çıkmış bir fırsat… Değerlendirilir mi, değerlendirebilir mi? Bilmiyoruz… Ama “İstikbâl İslâmındır!” hükmü kapsamı içerisinde bunu yapmak zorundasın! Yapmazsan bu hüküm seni zaten dışta bırakacak!..

HANGİ AHLÂKA GÖRE YAŞAYACAĞIZ?.. BUNUN KARARI VERİLMELİ!

İktidarın “tek millet”, muhalefetin “helâlleşme” şeklinde birlik ve bütünleşme etrafında ifâde ettiği söylemler… Hangi taraf iktidara gelirse gelsin, bunu sağlayabilir mi?

Sağlayamaz!..

Daha önce “vahid-i kıyas” ve şimdi de bahsettiğiniz “temel meseleler”in şuurundalar mı? Böyle bir gözleminiz var mı?

Demin o konuştuklarımıza nisbetle, dünyanın geldiği noktayı… Yine altını çizelim; “Yeni Bir Dünya Kuruluyor”… “Eski dünya” gidiyor, yeni bir dünya kuruluyor… Bu nokta üzerinden baktığımızda -seçimde, seçim tartışmalarında da gördük zaten onu- maalesef Türkiye, “çürümüşlük” açısından çok geride… Tartışmalar açısından çok geride… En kısır, en saçma sapan… Yani “düşmanlık”lar da böyle, “dostluklar” da böyle…

Güven telkin etmiyor…

Hâliyle de, bu “toplumsal barış”ı sağlayabilecek unsurların ne olduğu dahi bilinmiyor!.. Sadece söylemle işte “birlik olalım”, işte oradan “helâlleşelim” filân… İşte “birlik” dediğin, yine bu mevcut sisteminin öngördüğü şekilde “ittifaklar sistemi”dir. Sen orada bir masa etrafında oturduğun zaman “bir olmuş” sayılıyorsun, o da burada oturduğu zaman “bir olmuş” sayılıyor… Ondan sonra “ne yapalım?”… “Sistemin devamı hâlinde Şeklî Demokrasi Oyunu’na bu şekilde devam edelim!”

Bizim anlattığımız şey; bu “şeklî demokrasi”nin kurulduğu yerlerde artık, “şekli demokrasiyle işlerin yürütülemeyeceği”ne karar verildi!.. Orada kalkıyor bu!..

Bak, Liberalizmle Neo-Nazizmin birleştiği noktayı söyledik, kendi açımızdan… Yani bu “liberalizm” dediğimiz husus, Neo-Nazizmle işi bitirmiş durumda! Anlatabildim mi?.. Yani buna biz ne diyelim? Adını doğru koymak lâzım:

Neyin sebep olduğu hangi sorunları yaşadık ki, bunu yapalım?.. Ne sebep oldu buna?!. Senin -tarihini istediğin yerden al- Amerikancılaşman ve farklı tonlar içerisinde bugüne kadar Amerikan siyasetine, Amerikan menfaatlerine uygun politikalar yürütmen bu neticeyi ortaya çıkardı!..

Şimdi sen ne diyorsun bana?

– “Helâlleşelim!”

Ee?.. Bu politikalara ne olacak?..

– “Onlar devam etsin”

Yahu, zaten “helâlleşmeye sebep olan şey” bu politikalar!.. Anlatabildim mi?

Sorunları üreten…

Hani “Buhranın Kaynağı, Batı” diyoruz ya… Zaten bir buhran var ve bunun kaynağı Batı!.. E, Batı’ya karşı durumun ne?..

– “Batıyla yolumuza devam edeceğiz!”

E, Batı yoldan çıkmış durumda!.. Senin o “yoluna devam” edeceğin ölçüler orada kalmadı!.. Orası zaten şu ân yıkılma aşamasına geldi… Dolayısıyla sen, burada “helâlleşecek” ve “birlikte olabileceğimiz” şeyi koyman lazım ortaya, o “vahid”i koyman lazım!..

Yani burada toplum kıyas yapamıyor ki!.. Osmanlı‘yı kıyaslayamıyor, Selçuklu‘yu kıyaslamıyor, yakın tarihi kıyaslıyamıyor… Çünkü bizim, meselâ 1950‘den itibaren -asında 1950’de bitti işler de- 1950’lerde bir kamplaşma oldu, şu oldu, bu oldu; ve geldik biz bu neticeyi yaşıyoruz…

Yine diyorum; “biz hangi ahlâka göre yaşıyoruz?!.” Bunun kararını vereceksin!.. Zaten “idare edilen” ve “idare eden” arasında, değerler skalası açısından bir birlik sağlandığı zaman, dediğin şey de olacak… Onun haricinde her şey bu “değerlere göre” yanlış veya doğru kapsamına girer… “Yanlış yapan” gider yine o sistem içerisinde hesabını verir, “doğru yapan” da şerefiyle yoluna devam eder… Hâliyle de böyle olmayınca bu “helâlleşme”, “birlik”, “beraberlik” filân, boş sözler!.. Yani adam, “tamam ben seninle beraber olayım!” diyor… “Senin orada imkânların filân da var. Ben onlardan da istifâde edeceğim”… “Palazlandığım zaman, sana tekmeyi atacağım”!.. (Gülerek) Anlatabildim mi?.. Türkiye’de, Türk siyasetinde yaşanan birliktelikler bundan öte gitmedi!.. Bugün bahsedilen şey de bundan öteye gitmeyecek!

Dolayısıyla da bir “hak” varsa -değil mi? Siyasette bir hak varsa- bu “hak”, senin hesabını vermenle ortaya çıkar… Ondan sonraki o vicdanî helâlleşme bana kalmıştır… Yani bir insan bir insanı öldürse, öbürü de gelip “hakkımı helâl ediyorum” dese; orada dava olmaktan çıkıyor mu?!.  Veya malını gasp etse…

“Kamu davası” diye bir şey var…

Burada -ne diyelim?- hem milleti bu kadar “çocuk” yerine de koymamak l’azım… Sen ne kadar aldatırsan aldat, ne kadar düzenbazlık yaparsan yap; ve bu aldatma, ahlâksızlık ve düzenbazlığı toplumun en alt kesimlerine ne kadar indirirsen indir, “ruh” intikâmını alır!..

“Ruh” kendisini dayatıyor!.. Dolayısıyla da bugün, sen, buna dair ne söylüyorsun? Bu temel problemin aileyi, orduyu, mahkemeyi, pazarı, çarşıyı etkileyen bu “temel problem”i nasıl çözeceksin?!. Ahlâk problemini… Buna karar vereceğiz!.. Yani:

– “Hem Müslüman olup kâfir gibi yaşayalım… Oradan da işimize geldiği zaman dini istismar edelim… Millete Peygamber’in fakirliğini gösterelim… Sonra biz, hiçbir hazcılığın ulaşamayacağı bir hazcılık içerisinde yaşayalım…”

Bunlar bitti!..

Dolayısıyla da bundan sonraki çözülmesi gereken “temel problem” bu… Bu problem içerisinde askerliği konuşacağız, eğitimi konuşacağız, uluslararası ilişkileri konuşacağız… Bu temel problem de “sistem”le alâkalı… Biz de bu, “yeni kurulan dünya”ya, bu pazara “fikir malımızla” katılacağız… Bunu yapamazsan eğer, işte “AKP, Tayyip Erdoğan, İslâmcılığın son kalesi” filân; sen bittin zaten!.. Ne “İslâmcılığı”?!. Senin İslâm’ın filân mı kaldı?!! Ortada İslâm filân kalmadı zaten!.. Bunu yapamazsan eğer, mekânda yer işgâl ettirmeyecekler sana!.. Anlatabildim mi?.. Bunun içtimâî, rûhî, siyasî, hukukî düzenini kuramazsan, sen burada yer işgâl edemeyeceksin! Ettirmeyecekler sana!..

Ukrayna üzerinden ortaya çıkan “hesaplaşma”yı takip etmiyor musunuz?!.

Sen bir “NATO Üssü”sün!.. Onu söylüyorum!

Nereden başlayacaksın bu ahlâk mücâdelesine?!. Açık değil mi?

DÜNYA ÇAPINDA TÜRKİYE’DEN BEKLENEN…

Son olarak Rusya Devlet Başkanı Putin ve Lavrov’un İslâm etrafında yaptıkları çarpıcı açıklamaları sormak istiyorum. Başkan Putin başta olmak üzere Rusya’nın, son yıllarda İslâm ve İslâm coğrafyasıyla müttefiklik ilişkileri kurmak yönündeki açıklamaları malûmunuz. Ki, Putin, daha önce defalarca “Rusya müslümanların da ülkesidir” vurgusunu yapmıştı. En son “Rusya’daki müslüman ve müslüman olmayan nüfusun birlikte Batı’ya karşı savaştıklarını”, “manevî ve ahlâkî değerler etrafında kurulan ortaklık ve birliktelikler”i ifâde eden açıklamalar oldu… Nasıl değerlendirirsiniz?

Yani “çok kutuplu dünya”nın da aslında temelde “iki müttefiki olduğu”nu söylemeye çalıştı… Sizin o bahsettiğiniz “müslüman olmayan Ruslar”ı da Ortodokslar olarak değerlendirirsek eğer; yani o Rusların himayesindeki Ortodokslukla Türklerin himayesindeki İslâm dünyası diye de algılayabiliriz o söylediğini. Ki olması gereken de budur!.. En başta söylediğimiz, yine Büyük Doğu Mimarı’na (Necip Fazıl Kısakürek) atfen: “Dünya nereye gidiyor ve doğmakta olan bu dünyaya biz hangi fikir malımızla katılacağız?” hikmetine binâen yaptığımız bütün değerlendirmeleri, o taraftan doğrular nitelikte bir açıklama bu…

İş dönüp dolaşıp şuraya geliyor, yine ele aldığımız “ahlâk davası” üzerinden gidersek eğer: Parça parça olan müesseseler içerisinde ortak olarak hangi ruh tecelli edecek?.. Temel sorun budur… Ve “hangi ruh tecelli edecek?” diye sorduğumuzda; “Anadolu’nun ruhu nedir?” Buna cevap vereceğiz!.. Yani Anadolu’da şekillenen kavimleri “o şekle getiren ruh” nedir?.. Tabiî ki bu İslâm’dır!.. İslâm Anadolu’nun ruhu mudur sadece?.. Bugün itibariyle baktığımızda işte Çin, efendim İran, Hint filân hepsine baktığımızda görüyoruz ki bunların hiçbirinin bir etkinliği kalmamış, “Doğu”yu temsil eden dinamik unsur olarak İslâm kalmış… Rusya’daki entellektüellerin veya siyasetçilerinin İslâm üzerinde bu kadar yoğun durdukları husus da bu… Bu metin üzerinde açıkça ifâde edilmeyen “alt metin” nedir? Alt metin şudur:

Aslında Rusya, İslâm dünyasını temsilen Türkiye ile stratejik bir müttefiklik öneriyor!..  Orada söylenilen de şu, -dünyaya verdiği mesajdan buranın algılaması gereken-:

Rusya’nın vardığı ve şu ân elinde olan koruma-kollama görevini yerine getirecek silâhlı güç, bütün bölgeye “şemsiye” olarak yeter… Bütün mesele, bu silâhlı gücü mânâlı kılacak fikir nedir?!. Aslında tartışılan şey bu!.. Ordu’da hangi ruh tecelli edecek, eğitimde hangi ruh tecelli edecek, toplumda hangi ruh tecelli edecek? Türkiye buna karar verecek!.. Oradan beklenen, Türkiye’de beklenen bu tecelli edecek ruhun ismi İslâm’dır!.. Ama bu 20 yıl içerisinde bu o kadar çok dejenere edildi ki!.. “Dış”tan bir bakışta bu dejenerasyona dikkat edilmeyip, işin derinliğine, tarihî derinliği üzerinden bu değerlendirme doğru bir şekilde yapılırken; “iç”te ise -doğrudan etkilediği için bu dejenerasyon, bu istismar-, burada Türkiye, sanki İslâm’ı o şekilde kullananlarla buna karşı çıkanlar arasında bölünüyormuş gibi…

MEHMET AĞAR’IN İSLÂM’LA NE ALÂKASI VAR?!

Hâlbuki herkes şuna dikkat etmeli -doğruluk, dürüstlük, namus, şeref bunu gerektirir!- burada bir “İslâm uygulaması” falan olmadı!.. Bir çete veya menfaat grupları, menfaat çeteleri… Mehmet Ağar’ın İslâm’la falan ne alâkası var?!. Ve Mehmet Ağar’ın İslâm’la bir alâkasının olmadığını bilen adam, Mehmet Ağar’ın içinde bulunduğu yapıya “İslâm’ın Son Kalesi” diye nasıl destek verebilir ya?!. Böyle bir saçmalık mı var!..

Farklı farklı değerlendirmeleri yapabilirsin, analizler yapabilirsin… “Şunu yaparsak şunu elde ederiz”… Bunlara amennâ… “İslam’ın Son Kalesi” ne demek?!.

Bugün Moskova, insanlığın son kalesidir!.. Söylemlerine bak, ortaya koydu tavra bak!.. NATO’ya karşı duruşuna bak!.. Liberal çapulculuğun saldırılarına çektiği sete bak!.. Anlatabildim mi?..

Dolayısıyla da buradaki ahlâk mücadelesini saptıracak, ahlâk mücadelesinin üzerini örtecek her türlü değerlendirmeden, her türlü hamleden veya her türlü hareketten uzak durmak lâzım… Bilâkis, orada sahtelikle perdelenen hakikati -seçimde söylediğimiz de buydu!- ortaya çıkarmak, her vatan evladını görevidir!.. Şimdi sen adamı biliyorsun, değil mi?.. Sahte bir şeyle karşı duruyor! Niye o perdeyi çekip onun sahtekârlığını ilân etmiyorsun?!. Sen de aynı rengin başka bir tonusun!.. Burada hikâye nedir: Liberal çapulculuk politikalarının farklı farklı görünümlerinin uygulanmasıdır… Türkiye bundan vazgeçmeli artık!.. Bizim söylediğimiz bu… Bundan vazgeçmenin yolu da; bağlı olduğun ruh ve akıl sisteminin ne olduğunu ilân etmekten geçer… Bunu yaparken de ilk önce bu sistem etrafında içte barışı sağlayacaksın, ondan sonra da dışa bu düzeni teklif edeceksin… Beklenilen şey de budur…

“Büyük bir meclis kurulması lâzım” demiştiniz…

Bunu bir “meclis çatısı” altında yapabilirsin… Bir “Yüksek Ahlâk Kurulu” kurulabilir ilk önce… Öyle bir “yüksek ahlâk kurulu” kurulacak ki, her sınıftan, toplumun en ahlâklı, en dürüst insanları orada olacak… “Bakanlar” seçilirken bile onların onayı gerekecek… Onların, meselâ 100 hasletten bir tânesine, yarım muhalefet ettikleri hiç kimse bakan olamayacak!..  Müdürü, eğitim sistemi, müfredat… Türkiye bunu yapmazsa eğer, Büyük Doğu Mimarı’nın tabiriyle “mekânda yer işgâl etme hakkını kaybediyor”… Çünkü bu “hak” böyle elde tutulabilir!.. Öbür türlü insanlar, dünya, “uluslararası güçler” sana niye hak tanısın, niye yaşamana izin versin?!.

Zaten sen şu ân toplum olarak çürümüşlüğün zirvesini yaşıyorsun!.. Bu çürümüşlük içerisinde, seni kim ne yapsın?!. Adam buradan düğmeye bastığı zaman Washington’u vuracak silâh sistemi var… Dünyada şöyle bir etkisi var… Senden beklenen bu değil zaten!.. Bak altını çizerek söylüyorum: “Bu fikir malı!” diyor… Senin malın “fikir” olacak!.. İhraç malın bu olacak… Teklif ettiğin şey bu olacak… Tabiî ki bu fikir etrafında, ilk önce burada toplumsal barışı sağlayacaksın, güçleneceksin… Büyük Doğu – İBDA’nın söylediği formül açık: İlk önce Türkiye’de, sonra İslâm dünyasında, bunun yapılabildiğini de “dışarı”ya göstereceksin… Yani sen tek başına ne yapacaksın? Bir düzen mi kuracaksın?!. Türkiye, tek başına, şu hâliyle bir “düzen” mi kuracak?!.

Türkiye, “kurulan düzeninin alt yapısı” olacak, “temel”ini atacak!.. Türkiye’den beklenen bu!

Bu noktada da, yapılabilecek her türlü müsbet hareketi biz tabiî ki destekleriz… Yobazca bir karşı çıkış içerisinde olmayız!.. Ama kimse de bizim aklımızla alay eder gibi sahtece şeyleri bizim önümüze koyup, “bak, oluyor işte!” filân gibi… O günler geçti!.. O dönem bitti!.. Bugün artık, idare edilemeyecek bir noktaya geldi Türkiye ve Türkiye’deki aktörler… Herkesin sırtı duvarda!..

Onun için bizim tavsiyemiz, şiddetli tavsiyemiz; sahtekârlıktan vazgeçilmesi…

Eğer ki insanların ideolojik bir tavırları, teklifleri varsa açık açık bunu tartışsınlar… Kimse fikrini, niyetini gizlemesin!.. Faşistse, faşist olsun… Liberalse, liberal olsun…

LİBERAL İDEOLOJİNİN KARŞISINDA, “İNSAN OLMA” MÜCADELESİ

Samimi olunsun, sonuna kadar ifâde etsin davasını…

Tartışılsın bunlar… Bu ayrı, buna bir şey demiyoruz… Ama her tartışmanın bir “ahlâk teklifi” olması lâzım!.. “Hangi ahlâk etrafında biz, bir araya geleceğiz?”… Şimdi ortada İslâm ahlâkı yok, “İslâm var”mış gibi bir takım davranışlar var…

İşte, özgürlük yok; varmış gibi…

Neyin özgürlüğü var?!.

Sen “nefs”e bir özgürlük alanı açtın! Herkes her istediği haltı yiyebiliyor!.. Bu haltlara karşı çıkanların ağzı kapalı… Sonra bu insanlar toplanıyorlar: “Biz özgürüz!”… “Onun için de ortam iyidir!” diyorlar…

İşte sen, Üstad’ın bahsettiği “şen sıpa tipi”nin daha da ötesine geçtin… Bu kimler üzerinden yapıldı?.. Kadınlar üzerinden yapıldı, çocuklar üzerinden oyun oynanıyor, oradan şimdi LGBT’ye geldi filân…

Bunlara karşı ciddî mânâda karşı duruş sergileyenlerin durumu nedir?!.

Çok mu özgürler onlar?!.

Meselâ kadın yalakalığı üzerinden saçma-sapan şeyler sıralıyor bir takım insanlar!.. Ortada ne kadının hakikatine dair bir şey var, ne erkeğin hakikatine dair bir şey var… Ne icrâ etmesi gereken fonksiyona dair bir fikir var… Hiçbir şey yok!.. Sen ona “yahu, dur iki dakika. Bu nedir?” filân dediğin zaman; “Ooo sen şöylesin!” filân… Bu toplum içerisinde çıkan politikalar değil bunlar!.. Bunlar dayatılan politikalar!..

Yaygaracılıkla…

Hâlbuki sorun nedir burada?.. Kadın, kadınlık fonksiyonunu yerine getirmek istemiyor; erkek, erkeklik fonksiyonunu yerine getiremiyor; buradan da istifâde eden bir liberal çapulculuk var… Bir liberal ideoloji var…

Bu liberal ideoloji ne yaptı ilk önce?.. “İdeolojiler çağı bitti!” dedi… Bunu söyleyen Liberalizm!.. Liberalizmin kendisi bir “ideoloji” zaten!.. Ondan sonra ne dedi: “Sadece liberal ideoloji kaldı!” dedi… Hayır!

Liberal ideoloji bugün, son dönemini yaşıyor!.. Son nefesini verirken pisliğini, bütün kötülüğünü de bizim toplumumuza -zaten iyice dibe batmış bir toplum hâlindeyiz şu ân!- kendimizi hiç doğrultamayalım, hafızamız tamamen silinsin, doğruya, iyiye, güzele dair hiçbir şey hatırlamayalım hedefiyle de akıtmaya çalışıyor!..

Bugün biz “özgürlük nedir?”, “şahsiyetçilik nedir?”, efendim “müdahalecilik nedir?”, “devlet nedir?”, “sistem nedir?”, “rejim nedir?”; bunların hepsini yeniden tek tek tartışacağız ve bunun mücadelesini vereceğiz…

Yani hiç kimse bize bir takım sapkın ve sapık dayatmalar içerisinde, öbür dünyamızdan vazgeçmemizi söyleyemez, dayatamaz, kabul de ettiremez!.. Mesele bu kadar açıktır…

Hiçbir “had” yok!.. Değil mi?.. “Şeytanın İmparatorluğu” diyorsun… Yani Şeytan’ın da bir haddi vardı aslında… Şeytan’ın haddi, Allah’ın izin verdiği ölçüde…

“Ben Allah’tan korkarım!” diyor…

Bugün baktığında, sanki -hâşâ, sümme hâşâ!- farz-ı muhâl “Allah yok! Sadece Şeytan var!”…  Ve had tanımıyor, haddi yok!.. Ve bu hadsizlik içerisinde de aslında ne yapacağını da bilmiyor… Bilmediği için de, nefse uygun gelen bütün şeyler ortaya çıkıyor!.. Hâlbuki onun da duracağı bir nokta vardı… Bugün Liberalizm hangi noktada durması gerektiğine dair fikir üretemiyor… Hâliyle de orada bir şey üretilmediğinden dolayı, olması gerekene nispetle insanın aleyhine işliyor, toplumların aleyhine işliyor…

Ve burada karşı durulması gereken noktalar, mücadele edilmesi gereken noktalar, müdafaa hattının çizilmesi gereken noktalar iyi tespit edilmeli!.. Oradan da taarruza nasıl geçileceği iyi hesab edilmeli… Kumandan’ın söylediği sözle bitireyim: Hani, “direne direne mahkûm olmak” diye bir tehlikeden bahseder… Biz bunun da farkındayız!.. Bunun şuurundayız!.. O mânâda da, “direnme” bir süreçtir. Bugün özellikle “Ukrayna müdahalesi” ve hamlesi ile Rusya’nın, o “insan olma mücadelesi” verenlerin direnç dönemi bitmiştir!..

Yani Türkiye’de buna dair hakikate saldıran; “mutlak doğru”, “mutlak iyi”, “mutlak güzel”e karşı yapılması düşünülen saldırılarda da, saldırı sahipleri bunu iyi hesap etmeli!.. İster “hâk suretinde gözükenler” olsun, isterse doğrudan: Yani ister münafık olsun, ister kâfir olsun… Burada münafığın da artık tespit edilebileceği, münafığı tespit edecek gözlerin gelişimini tamamladığını da düşünmeleri lâzım… Anlatabildim mi?!.

Bizim, Büyük Doğu – İBDA’nın yeşerdiği, çıktığı bu topraklarda; hiç kimse bu toprakların suyunu, ekmeğini yiyen insanların ferasetini, basiretini küçümsememeli!..

Dolayısıyla da “direniş hattı” kurulmuştur -bu, bugünün mevzusu değildir!- şimdi bu hat ileriye doğru -karşı taraf zaten gerilemeye başlamıştır- hamlelerini yapacak… Bu hamlelerle ne yapılırsa yapılsın hepsi “ahlâk çerçevesi”nde olacak!

Bizim, iktidarıyla-muhalefetiyle, bugün sistemi yürüten, sisteminin aktörlerini uyardığımız nokta da burasıdır.

Çok teşekkür ederiz!

Ben teşekkür ederim!

Tarih: 22 Mayıs 2023 / AdımlarTv- Aydın Alkan

Dipnot:

(*) Röportaj sırasında sayın Zor’un atıfta bulunduğu, 1988’de düzenlenen Salih Mirzabeyoğlu’na ait “Filistin ve İşkence” Konferansıdan ilgili bölüm:

(…) Bakın bahis nereye geldi bili­yor musunuz?.. Necip Fazıl’ın “tersine mucize” de­diği hâle geldi… Biz adeta toprakta bulunma, mekânda yer işgal etme hakkını kaybetmişiz; yâni bu, fizikî vakıa gibi birşey… Konuşmamın başında, “zaman mekânda yoğunlaşır” dedim… Şimdi öyle bir hâldeyiz ki, yine Üstadım’ın ifâdesiyle söyleyeyim:

— “Mekân büsbütün dürülmüş, zaman top­lanmış olmasın!”

İnsanî hakikat, hakikat aşkı şeklinde ters cephede bile tecelli etmediğine göre, sakın zaman dürülmüş olmasın?.. Böyle bir ân düşünelim… Biz nasıl varız hâlâ?.. Hani “çağ içi, çağ dışı” diyorlar ya… Madde bir: İnsanlık bir okyanusta kaybol­muştur… Eğer bunu tesbit edersek: O ilkçağ tari­hindeki hayvanlar bile, yaratılış hakikatlerine uygun davranıyor olması bakımından bugünkü insanlıktan daha üstündür… O hâle gelmişiz ki, ıstırabı kalmadı işin… Bir insan, bir şeyden mahrum olur, neden mahrum olduğuna dair kendinde bir imaj vardır; meselâ benim karnım aç ve karnım aç olduğuna göre ben neden mahrum olduğumu biliyorum… Ekmekten mahrumum… Fakat ben bugün insanlık olarak öyle bir yere düşmüşüm ki, nereden düştüğümü de bilmiyo­rum… Bu mânâda dikkat edin: Olmamız gereken insan tipine dair doğru dürüst bir imaj bile yok ortada… Hani, “olalım, olduk” filân diyoruz; “ne olmalıyım?” dediğiniz zaman, o, aksiyon mev­zuu… Demin anlattım ya; kimse bilmiyor ne ola­cağını… İşte uyarılması gereken husus bu; dert hâline getirelim birtakım şeyleri… Dert yapalım da… Zaten dert hâline geldikten sonra onun te­davisine dair çırpınışlar kendiliğinden başlar… Şimdi yine Üstadım’ın ürperten bir misâlinden bahsedeyim: Bir İngiliz lordu, şöminenin karşı­sında gazetesini okurken ayağı yarıya kadar yan­mış, farketmiyor… Sonunda dumanlar falan çı­kınca, görüyor… Bu öyle bir hastalık ki, acı duyma melekesi kalmamış.. Sırasında ceza bile Allah’ın rahmetidir; uyarıcıdır, tedib edicidir, ikâz edicidir. Bizim hâlimize gelince -haşa!-, Allah bizi bıraktı; “ne hâliniz varsa görün!”… Bir okyanusta kayıbız… Denizde kaybolan insan ne yapar?.. Açlık, susuzluk, güneşin sıcaklığı, bunun rahatsızlığı derken, bir yer geliyor dayanamayıp deniz suyu içiyor, çıldırıyor… Ne oluyor hâlimiz?.. Artık bu delilikten de öte bir keyfiyet; tam bir hissizlik… Biz artık ağlamayı da unuttuk, düş­tükçe gülüyoruz; bir filozof, gayet haklı olarak, eğlenceyi “insanda ve toplumda ihtiyarlık alâmeti” sayar… Varoluş humması -ibda cehdi- kalmamış, bir leş, bir ruh ihtiyarı, bir hödük, bir moloz… Bunun dehşetini duyduğumuz ândan itibaren, zaten tedavi ihtiyaç olarak kendini empoze eder; tedavi niyeti, tedavi şekillerini de empoze edici olur. (…)

Kaynak: Üç Işık “Sohbet-Konferans”… Salih Mirzabeyoğlu… İBDA Yayınları… 1996.

2 thoughts on “RÖPORTAJIN TAM METNİ: YENİ BİR DÜNYA DOĞUYOR / Ali Osman ZOR

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: