TEKNİK

Ayhan SÖNMEZ


Günümüzün çöküş-çürüyüşüne ve ferdin “tekniğe” mutlak bağımlılığına karşı mücadele azmi, yeni hayat biçiminin bildiklerimize ve yaşadıklarımıza karşı ezici zaferine dair düşünceler ve sorularla sürekli gölgeleniyor. Belki de artık bildiğimizi sandığımız dünyanın sonu gelmiştir. Bazıları bunu karamsarlık addedebilir ama gerçekler mutlak bir vahşete işaret ediyor. 20. Yüzyılın en büyük hukukçularından Carl Schmitt’e göre, “kelimeler ve mânâlarla çalışan ve plâstik bir insanlığı yeniden şekillendiren psikoteknik bir kitle telkin makinesi iş başındadır. Teknik hamleler yeni ve devasa bir kitle hâkimiyetinin aracıdır.” Onun uyardığı tehlike, tekniklerin insanlığı kontrol etme ve yeniden şekillendirme mânâsında anlaşılmamasıdır. Malzeme olarak nitelendirilen insan, bir “yerler mekânı”ndan, bir “akışlar mekânı”na, kontrollü enformasyona, bir örümcek ağı haline gelen ve ücretli seyirciler gibi gerçek referans noktalarından mahrum, milyonlarca insanı kuşatan bir bütün içinde kaydedilen ve birbirine bağlanan bir veri mekânına doğru hareket eder. Basit bir akış, alıcılar ve tüketiciler.

Teknik konusunda, şahsî muhakeme ve deneyden muaf prosedürlerle tek bir dil kullanmaya zorlayan eşitsiz ve zorlayıcı bir ilişki oluşmuştur. Sosyal kontrolü kabul etmemizi sağlamak için bizi soyut bir özgürlükle uyuşturuyorlar. Makineyle melezleştirilmiş bir insanüstü varlık peydah etmeyi amaçlayan devasa bir akıl yürütme savaşına girişen psikoteknik mekanizmanın, her şeyden önce üreme tekniklerini hızlandırmaya zorlaması sebepsiz değil: Çok güçlü bir semboldür insan, doğanın kısıtlamalarından ve sınırlarından kurtulmuş hayatın yaratılışı, teknik-insanın can düşmanı. Ve bu sebeble saldırının merkezinde insan var.

Teknik aslında antropolojik bir özellik olsa da 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir sistem olarak yerleşmiştir. Teknik faaliyetten elde edilen gelişmeler sembolik olanlardan ayrılamaz ve modern teknolojiye tapınma, putperest ilkel insanın ellerinin eserine gizemli ve harikulade karakter atfedip, onun karşısında hissettiği atalardan kalma tapınma duygusunun bir türevidir. Modern teknolojiye karşı bir başka kötümserlik ise, dünün homo-faber’inin ellerinin yerini, doğanın sırlarını anladıktan sonra doğan, inşa edilen, çalıştırılan teknik makinenin gizemli gücü alıyor. Teknoloji, insanların birbirleriyle ve gerçeklikle kurdukları bağı tüketerek, her alanda aşırı uzmanlaşma yoluyla tüm yetersizlikleri, tüm bölünmeleri telafi eden bir tür evrensel dile hayat veriyor. İnsanı geçmişi ve hafızası olmayan bir “dişliye” indirgeyen “sistemler”in aralıksız ilerleyişinin neden olduğu artan yönelim bozukluğuna, düşünce ve ilişki yokluğu da ayrıca dikkat çekicidir.

Şahsî bilgisayar kullanımında kesinlikle hevesli olduğumuz bir dönem vardı: Bilgisayar, kararları rasyonelleştirmemize imkân tanıyordu. Karar verici durumla ilgili her şeyi bilirse doğru karara varabilir ve bilgisayar da her şeyi bilmemizi sağlar. Karar çalışmaları, karar yardımcılarının tamamen güvenilmez olduğunu göstermektedir. Doğru karar vermemizi sağlayan bilgi birikimi değildir. Açıkçası veriler hakkında doğru bilgiye sahip olmak daha iyidir, ancak çok fazla bilgi karar verilmesini engeller. Yani her birimiz her tercihimizde yapay makineye güveniyoruz. Bilgisayarı muhatap olarak görmeye alışan insan, insanlarla ilişki kuramaz hale gelir. Bilgisayara bağlı yalnızlıkları yan yana görüyoruz. Özellikle bilgisayar pedagojisinin (öğretmenin yerini alan bilgisayarın) korkunç psikolojik etkileri vardır.

İktidarın teşvik ettiği büyük hata, “tekniğin organik ve antropolojik tanımı” yahut da tekniğin insanın bir aracı ve faaliyeti olduğu düşüncesidir. Aslında tekniğin özü kesinlikle teknik bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, bir araç değil, bir “sistem”, bir dünya görüşüdür. Teknik bizi doğal dünyanın arka plân olarak göründüğü sürekli bir döngünün önüne yerleştirir. Modern teknolojinin ürünleri, onları kullanılabilir kılan bir ufku, sonuçta tüm dünyayı etkileyecek bir ufku gerektirir ve bunun ana hatlarını çizer. Modern tekniğin özü dayatma, çerçeve (Gestell) kategorisinde yatmaktadır. İnsan artık doğanın manipülasyonunda istekli bir fail değildir; aynı zamanda doğayı, dünyayı iş, dönüşüm ve depolama için bir enerji fonu olarak kullanmaya da çağrılmıştır. Eğer teknik zorlayıcı ise, teknik adam yalnızca kullanımda ortaya çıkanı takip etmeye ve geliştirmeye, ondan tüm önlemleri almaya mahkûmdur. Bu da elbette insanlığı “en yüksek riske” maruz bırakan bir sömürü ilişkisine yol açıyor.

Tehdit tekniğin özünden kaynaklanmaktadır. Büyük Alman şair Hoelderlin’in bir dizesindeki şu alıntı meşhurdur: “Tehlikenin olduğu yerde, bizi kurtaran şey de büyür.” Her şeye gücü yeten tehdit, maruz kaldığımız cehennem mekanizmasını anlamamızı sağlayabilir. Nihai tehlike, kurtuluşla birlikte var olur: Teknolojinin mânâsı ile yüzleşebilen ve onun üzerinde tam olarak düşünebilen kişi, kullanım alanını anlar ve “gerçeğin özü”nün bilinçli koruyucusu olur. Heidegger’e göre bu kurtuluşa ulaşmanın ön-şartı, “teknik şeylerin büyüsüne kapılmak yerine, teknolojide onun varlığını oluşturan şeyi” algılama yeteneğidir. Maalesef içine düştüğümüz labirent bu. Tekniğin her şeyi “çözdüğü” ve bir çözümü olduğu inancı. Kötülük, hastalık, ölüm teknik sorunlara dönüşüyor. Teknik, herkese uyan tek bir araç gibi ideolojiye dönüşen bir zihniyeti teşvik eder. En baştan çıkarıcı tarafı, kendi işinin patronu olana kadar hayatın her alanına çözümler sunması. “Her şeyi çözmek için buraya tıklayın” her zaman çevremizde var olan bu görünmez, baskın “bir şeyi” bize anlatıyor. Bu teknolojik çok amaçlı alet, temel bir retorik soruyu ortaya çıkarıyor: Elimizde bu sihirli düğme varken neden sonuçta yasalara, devletlere, ahlâkî ilkelere güvenmeliyiz?

Teknik, kendisini çevreleyen gizem, bir sorunu çözen yahut da cevap veren tıklama, meydana getirdiği her şeye gücü yetme duygusu nedeniyle insanı büyülüyor. Teknoloji olmadan hiçbir anlamı olmayacak bir ideoloji olan transhümanizmin nihai hedefi ölümü bile yenmektir. Tekniğin her yönde düzenlediği irade, yeryüzünde şiddet oluşturarak onu tükenişe, tefeciliğe ve yapay olanın dönüşümlerine sürükler. İnsanın kendisi insan malzemesi haline gelir. Bir kişi olmaktan çıkıyoruz, bir şeye, bir esere, önceden belirlenmiş plânlara göre manipüle edilecek, dönüştürülecek ve kullanılacak plastik bir ürüne dönüşüyoruz. “Düşünmeyen bir düşünce “… Heidegger’in kendi tanımıdır ve şöyle devam eder: “İster coşkuyla kabul edelim, ister açıkça reddedelim, her zaman tekniğin tutsağıyız ve ona zincirlenmiş durumdayız. Ama onu tarafsız gördüğümüzde daha da ciddi bir şekilde onun otoritesi altında kalıyoruz. Aslında özel bir iltifatla kabul etme eğiliminde olduğumuz bu temsil, bizi, tekniğin özüne karşı tamamen kör ediyor. Maalesef Alman filozof doğruyu söylemektedir. Tehlike, özgürlüklerin işgâli ve yok edilmesi, mahremiyetin giderek ortadan kaldırılması, mahremiyetin, çöküşün, bireysel kişiliklerin ve kolektif algıların yeniden şekillendirilmesi gibi yıkıcı anlamlarıyla tekniklerin anlaşılmaması, açığa çıkarılmaması, anlaşılmamasıdır.

Teknokent aynı anda prognostik, standartlaştırıcı ve önleyicidir. Böyle bir şehir artık her yerde var. İstedikleri şey buydu ve esas olarak güvenlik ve barış gibi basit bir bahaneyle bunu başardılar. Sinema eserleriyle bizi geçmişten hazırlıyorlar. Steven Spielberg’in Azınlık Raporu’nda üç karakter, gizemli duyu dışı yetenekleri sayesinde suçu önlüyor. O kadar ileri gittiler ki: Güç ve “teknik” kontrol, günümüzün insan ve teknoloji arasındaki ilişki… Kahraman, güç iradesinin, şiddetin ve tüm insanî değerlerin küçümsendiği bir dünyayı arzular. Ama görünen o ki, işler yolunda giderse, işte felâket.

One thought on “TEKNİK

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: