Ali Osman ZOR: KUMANDAN’I YÜRÜTMEK VE KUMANDAN’LA YÜRÜMEK

 

Takdim: İBDA Mimarı Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun TELEGRAM saldırısı sonucu suikastle vefâtının ardından, şehâdeti vesilesiyle ADIMLAR Platformu Genel Merkezi’nde 27 Mayıs 2018 tarihinde gerçekleştirilen programda Genel Başkanımız Sayın Ali Osman ZOR’un yaptığı konuşmanın metni.

KUMANDAN’I YÜRÜTMEK VE KUMANDAN’LA YÜRÜMEK

Kumandan perde ardına geçti… Daha güçlü olarak bize nezaret etmeye devam ediyor!

Nasıl başlayacağımı bilmiyorum gerçekten.

İlk önce hepinizi Allah’ın selâmıyla selâmlıyorum.

Kriz durumlarını kimisi topyekûn yok oluş olarak tarif eder. Kimileri de bir yok oluş kesindir der ama, yok oluşun ardından da yeni bir inşâ süreci gelir diye tarif eder.

Şimdi biz hangi tarif içerisine gireceğiz, önümüzdeki günler gösterecek. Ama, şu kesin ki, bir kriz dönemindeyiz. Konuşmama başlarken yorumsuz olarak Üstad’ın Çile isimli şiirinden iki kıtayı okumak istiyorum size:

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; 
Mekânı bir satıh, zamanı vehim. 
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap, 
Bir fikir ki, beyin zarında sülük. 
Selâm, selâm sana haşmetli azap; 
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Biz her şeyi Kumandanımızdan öğrendik. Öğrendiğimiz şeylerin içerisinde de bir kavram var ki, o kavramı kullanarak ölüm kavramını kullanmıyoruz, “Perde gerisi (ardı)”. Eğer ki bu kavramı da öğrenmeseydik şu an Kumandanımız hakkında nasıl bir nitelemede bulunacaktık inanın ki ben kendi adıma bilmiyorum. Ama bu kavramı bize öğretti. Biz de bundan sonra onun hakkında “perde gerisine geçti” ifadesini kullanacağız. Perde gerisinden daha güçlü olarak bize nezaret etmeye devam ediyor.

Bu fotoğrafa iyi bakın…

Şimdi bizim bir fotoğrafımız var biliyorsunuz. Sizden rica ediyorum şu fotoğrafa bir iki dakika bakın, zihninizi hiçbir şeyle meşgul etmeden sadece bu fotoğrafın sizin üzerinizdeki etkisi ve zihninizdeki tedaileri üzerinden düşünün. Bunu niçin söylüyorum? Biliyorsunuz ki geçmişini bilmeyen, geçmişinin muhasebesini yapamayan bugünkü hâlinin izâhını da yapamaz. Bugünün izâhını yapamayan da geleceğe dair bir projeksiyon tutamaz. Bir plan içerisinde olamaz. Bu fotoğrafta Ünsal Zor ve Kumandan Mirzabeyoğlu var. Ünsal Zor’un şehadetini ve Adımlar’a yapılan saldırıyı Kumandan’ın nasıl değerlendirdiğini, nasıl nitelediğini hepimiz hatırlıyor ve biliyoruz.

Yeni imân gençliğine yapılmış bir saldırı” demişti. “Bu saldırının karşılığı da küfür düzeninin yerle bir edilmesiyle verilecektir” diye de eklemişti. Ayrıca Ünsal Zor hakkında, “ahiret komşusu olmayı dilediklerimden” diye de kendi hükmünü beyan etmişti. Şu an, biz inanıyoruz ki ikisi başbuğ şehitler arasında olarak bize eskisinden daha fazla nezaret etmekteler. Ve Kumandan’ın önümüzde bize yaptığı kılavuzluk ben inanıyorum ki bundan sonra daha da güçlü bir şekilde devam edecektir. Kumandanımız bu dünyada iken bize girmemiz gereken bir yol sundu biz de o yola girdik, hepimiz nasibimizce. Bu yolda yürürken önümüzde yürüyordu. Bizde karanlıktan, yolda çıkacak dikenlerden, başımıza gelecek belâlardan onun kılavuzluğunda yürüdüğümüz için gayet emindik. Dolayısıyla da onun bize bıraktığı yol haritasına pek de dikkat etmemiştik açıkçası. Nasıl olsa o yol haritasının sahibi önümüzde yürüyordu.

Birdenbire, sanki gecenin karanlığında önümüzde yürüyen kılavuz aniden önümüzden kayboldu gibi. Kayboldu gibisi fazla aslında, kayboldu. Fakat bize bıraktığı yol haritası hâlâ önümüzde duruyor. Eğer onun gösterdiği o yolda yürümeye devam etmek istiyorsak, böyle bir irademiz varsa, biz bu yol haritasını yeniden keşfetmek zorundayız. Eğer bu keşif harekâtını gerçekleştiremezsek, fetih bizim için sadece bir hayal olur. Onun muradına uygun hareket etmek istiyorsak onun ortaya koyduğu bu yol haritasını, bu mimariyi keşfetmek zorundayız. Ki, yine onun rüyasını gördüğü fethi gerçekleştirelim. Bu cümleden olarak onun eserlerinden “İdeolocya ve İhtilal”de 1979’da Akıncı Güç çıkışıyla birlikte yayınladığı bir deklarasyon vardı. İbda külliyatına aşina olanlar bilirler. Ama aşina olmayanlar için okumak istiyorum size:

“Aramıza katılmamaya sebep gösterilebilecek hiçbir mazerete açık kapı bırakmamak ve her türlü mazereti mahkûm etmek için peşinen bildirelim ki, bizim hiçbir teşekkülle hasis hesaplara dayalı bir sürtüşmemiz yoktur; ve hiçbir teşekküle karşı da intikam hesabımız bulunmamaktadır. Derdimiz sadece davamızı dar ve hasis çevrelerde harcanmaktan kurtarmak ve kızgın bir aşk potasında erimek ve kaynaşmak hasretinde ifâdeli…” (Salih Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilâl, 3. Basım, s: 23, 24)

Bu cümleden mülhem şunu açıkça ifade edelim: Adımlar olarak, Kumandan’ın perde gerisine geçtikten sonra bizim için, tabiî ki faaliyetlerimiz, mücadelemiz açısından değişen bir şey yok, fakat kafalarda bazı soru işaretleri olabilir. Onları gidermek açısından söylüyorum ki, cephe stratejisi,  “Kendinden Zuhur Diyalektiği”nin tabiî bir gereğidir. Ve biz, dün olduğu gibi bundan sonra da buna sıkı sıkıya bağlı kalacağız. Bütün faaliyetlerimizi de bütün mücadelemizi de Kumandan’ın ortaya koyduğu bu stratejik plân çerçevesinde yürütmeye devam edeceğiz.

Dayanışmalı fikir oluşumu prensibince diğer cephe ve gönüldaşlarımızla bir araya gelmekte bir an bile tereddüt etmeyeceğiz!

Bundan sonra hiçbir grupla, hiçbir teşekkülle, hiçbir cepheyle geçmişte sürtüşmemiz olsa dahi, hiçbir hesabımız, hiçbir intikam duygusuna dayalı bir sürtüşmemiz olmayacaktır. Eğer bizden yana bir hak varsa gönüldaşlarımıza, arkadaşlarımıza helâl ediyoruz. Onların kendi durumlarını değerlendirmeleri de onlara ait. Bunun açıkça bilinmesini istiyorum.

“Dayanışmalı fikir oluşumu” prensibince de gönüldaşlarımızla, kendi cephelerimizin hedefini aşan bir üst hedefte, eğer ki bir araya gelmemiz gerekiyorsa, gelmekten de bir an bile tereddüt etmeyeceğiz. En üst hedefimiz de tabiî ki İslâm İhtilâl ve İnkılâbı’dır.  Bu inkılâba giden yolda da temel hareketimizi veya bizim motivasyonumuzu bundan sonra sağlayacak olan şey Kumandanımızın bir suikast ile katledilmesinin intikamını almak olacaktır. Bütün faaliyetlerimiz, bütün örgütlenmemiz veya az önce bahsettiğim diğer cephelerle dirsek temasımız, dayanışmamız, bu üst hedef üzerinde hiçbir riyakârlığa, hiçbir sahtekârlığa kaçmadan bizim tarafımızdan gerçekleştirilecektir. Gerisini, inşallah bizim yaptığımız gibi diğer arkadaşlar da muhasebesini yaparlar.

Hükümet eğer samimiyse…

Kumandanımızın durumuyla ilgili birçok şey söylenebilir. Ama bizim söyleyeceğimiz, kalbimizde hiçbir şüpheye yer bırakmadan, O, bir suikastla şehit edilmiştir. Bildiğiniz üzere, yirmi seneden beri efsanevî bir zihin kontrolü işkencesi altındaydı. Bu işkenceyi yapanlar –ki, bunun en yakın şahitlerinden biri Avukat Güven Bey–, zaman zaman kendisini katledeceklerini zaten söylüyorlardı. Ve bugün de bunu gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra yürütülecek faaliyetler bu katliamın, bu suikastın açığa çıkarılması veya intikamının alınması noktasında yürütülmeyecek ise, bence yürütülmesinin de bir anlamı yok.

Bu noktada tabiî ki bir devlet gücü gerekir bu suikastın açığa çıkarılması için. Biz yazılarımızda, konuşmalarımızda bunu daha sık dile getireceğiz. Hükümet eğer kendisini temize çıkarmak istiyorsa, kendi samimiyetini ispatlamak istiyorsa, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan bu suikast eylemini açığa çıkarmaya davet ediyoruz. Bunu söylerken de hiçbir düşmanlık hissi içerisinde söylemiyorum. Bir eleştiri mantığı içerisinde de söylemiyorum. Burada başkası da olsa, iktidar alanında bir suç işlendiği zaman o suçu açığa çıkarmak, suçun failini yakalamak o iktidarın görevidir. İster İslâm hukukundan bakın, ister pozitif hukuktan bakın bu işin tabiatı budur. Dolayısıyla da bizim Tayyip Erdoğan başta olmak üzere mevcut hükümetten bu suikastın faillerinin açığa çıkarılmasını talep etmek en tabii hakkımızdır. Hükümete karşı bundan sonraki süreçlerde tavrımızı belirleyecek olan da hükümetin bu suikasta karşı aldığı tavra bağlıdır. Bunun da bu şekilde bilinmesinde fayda olduğunu düşünüyorum.

“Bundan sonra ne yapacağız?” sorusunun cevabı, “Biz şimdi ne yapacağız?” sorusunun cevabında gizli…

“Ne yapmalı?” diye sorarsanız bundan sonra, bilmiyorum. “Ne yapacağız?” diye sorarsanız yaptığımız her ne ise geliştirerek onu yapmamız gerektiğine inanıyorum ki, “ne yapmalı” sorusuna dair bir hazırlığımız olsun. Hikmetinden sual olunmaz, başımıza gelen şu hadiselerin illâ ki bir hikmeti olduğuna inanıyorum. Allah’ın bir hesabı olduğuna şüphesiz hepimiz inanıyoruz.  Bizim için bütün mesele,  Allah’ın hesabı tecelli ettiğinde biz orada hazır ve nazır olabilecek miyiz? Eğer hazır ve nazır olmak istiyorsak, şu an her ne yapıyorsak veya bundan bir ay önce Kumandan’ın nezaretinde ne yapıyorsak, bundan sonra da bu şuurla yaptıklarımızı geliştirerek yapmaya devam etmek durumundayız.  Çünkü biz mücadeleyi veya inandığımız değerleri bizden sonraki nesillere aktarmak istiyorsak kendi inandığımız değerlerde kök salmak zorundayız. Kök salabilmenin yolu da derinliğine ve genişliğine inandığımız değerleri hem geliştirmek hem de bu değerlere göre kendi nizâmımızı kendi hayat tarzımızı oluşturmaktan geçiyor. Kaldı ki, bunu yapamadığımız zaman ne bir kültürden, ne bir eğitimden, ne bir nesle devretmekten, ne çocuklarımızı yetiştirmekten, ne çevremizi düzenlemekten bahsedemeyeceğimiz gibi, devlet çapında bir düzen ve iktidardan bahsetmemiz de zaten mümkün olamaz. Dolayısıyla, “bundan sonra ne olacak?” sorusunun cevabı, bence, “biz şimdi ne yapacağız?” sorusunun cevabı içerisinde gizli. Yapacaklarımız, “bundan sonra ne yapmalıyız?” sorusunun cevabını da hazırlayacak diye inanıyorum.

Bu arada yaptığım konuşma bir teselli konuşması değil. Öyle anlaşılmasın. Çünkü teselliye muhtaç bir insan başkasını nasıl teselli etsin? Burada mesele hislerimizle mi, duygularımızla mı hareket edeceğiz, yoksa Kumandan’ın bize kazandırdığı akıl yeteneklerimizle, aklî melekelerimizle mi hareket edeceğiz? Aklımızı onun aklına bağlayarak, duygularımızı da aklımıza bağlayıp hareket etmenin yolunu bulmak zorundayız. Haliyle de, bazen sosyal medyada “arabeske” kaçan ifadeler var. Peşin söyleyeyim bunları yanlış buluyorum. Dış’a karşı elden geldiğince –içinizde acınızı hür bir şekilde yaşayabilirsiniz– halinizden hiçbir iz, alamet, nişane göstermemelisiniz.    

İbda Mimarı’nın en büyük eseri, İbda neslidir…

İç’e ve Dış’a bakışta unutulmaması gereken şey…

Bu suikasta teşebbüs edenlerin istediği tam da buydu. Nedir İbda Mimarı’nın en büyük eseri? İbda neslidir. Bu suikasti yapanların niyeti, bu nesli ilk önce demoralize edip daha sonra pasifleştirip daha sonra da tedricen yok etmektir. Kendisi demiyor mu, “Üstad’dan aldığım cereyan hâlinde yetiştirdiğim bu nesil, benim en büyük eserim” diye; böyle söylüyor Kumandan Mirzabeyoğlu. O zaman düşman açısından bakın, düşmanın saldırdığı nokta neresi olabilir? Bu davayı nesiller boyu devam ettirecek bu yetiştirdiği nesil olabilir. Bizler anlık olarak bazen şaşkınlıklar yaşayabiliriz. Bazen ne yapacağımızı da bilmeyebiliriz. Ama bu çaresiz olduğumuz veya yapılacak hiçbir şey yok mânâsına gelmez.  Bazen sekr hâlini andıran şeyler de olabilir arkadaşlarımızda. Fakat bunları bir şekilde dayanışma içerisinde kendi içimizde halletmek zorundayız. Dışa karşı elden geldiğince halimizden hiçbir şey belli etmemek zorundayız. Bunun yolu da, başka yol bilen varsa teklif edebilir arkadaşlar, şu aşamada oldukça fazla bir araya gelmek, sohbet etmek ve dost sohbetlerinde yaşadığımız ne acı varsa ne düşünüyorsak burada dile getirebiliriz. Onda da bir beis yok.

Her geçiş süreci, bir hazırlık sürecidir de…

Diğer taraftan, söylediklerime bağlı olarak söylüyorum. Dışa karşı kendimizden bir şey belli etmeyelim ama düşmanın hedefleri açısından da, “dış” bizimle alâkalı ne düşünüyor, onu iyi takip edelim. Daha sonraki süreçte, eğer ki, bu düşmanlık devam edecekse, Kumandan ile başlayan –ki, bizim için 40 yıllık bir mücadele,  daha gerisine gidersem 100 yıllık bir mücadele–,  daha doğrusu Adımlar’a yapılan saldırıyla,  Ünsal Zor’un şehit edilmesiyle başlayan süreç ve Kumandan’ın şehit edilmesiyle devam ettirilecek ise, burada bu insanların birtakım plânların içinde olduklarını bilmemiz gerekir. Bunun için de biz dışa karşı kendimizden bir şey göstermeyelim ama, “Dış”ın, medyada orada burada her neyse, ne tür hazırlıklar içerisinde olduğunu iyi takip edelim. Bu sürece de kendi içimizde veya sadece kendi içimizde değil aslında genel bir şey bu,  “geçiş süreci” diyelim.  Bu geçiş süreci de, 3 ay olur 5 ay olur bilmiyoruz, ama her geçiş süreci ayrıca bir hazırlık sürecidir. Geçmişin muhasebesini yapıp bugünkü halimizi izah ettikten sonra geleceğe bir hazırlık içerisinde olmak gerektiğine göre bu süreç de bizim için bir hazırlık sürecidir. Bu hazırlık sürecinde, bence farklı farklı görüşler olabilir hepsine saygı duyuyorum ama, daimi gündemimiz olan “iç oluş”u ilk sıraya yerleştirmemiz lâzım. “İç oluş ağırlıklı dış oluş” diye tabir edebiliriz bunu. Bu noktada ideoloji, inandığımız değerler, inandığımız mânâ, yani İbda adeta yeniden keşfediliyormuş gibi, ilk defa tanışılmış gibi hareket edilmeli ve bu keşfi gerçekleştirebilmek için de geçmiş tecrübemizi de kullanarak etkili bir ‘okuma plânı’ yapılmalı.

Yine bu süreçte, bu hazırlık sürecinde “dayanışmalı fikir oluşumu” prensibi başa alınmalı. Bu prensibe de sıkı sıkıya bağlı kalınmalı. Çünkü bundan sonra bizim zayi edecek en ufak bir gücümüz yoktur. İster beraber olduğumuz arkadaşlar açısından olsun, ister beraber olmadığımız gönüldaşlar açısından.  Dışa karşı bir bütünlük, bir güç olması isteniyorsa kendi içimizden de, dıştan da zayi edilmesine göz yumacağımız en ufak bir gücümüz yoktur. Bundan dolayı da hem dayanışmalı fikir oluşumu, hem dayanışmalı eylem oluşumu prensipleri bizim baş şiarımız olmalı, bu süreç içerisinde.

Bu noktada da kapımız herkese açıktır, bu da böyle bilinsin.

Bu toprakların, bu bölgenin birleştirici ve toparlayıcı tek dili İbda dili, tek anlayışı da İbda anlayışıdır.

Bildiğiniz üzere Adımlar bütünleştirici, birleştirici, toparlayıcı bir dil geliştirmeye çalışan bir cephe. Bundan dolayı da zaman zaman eleştirilere de muhatap olmaktadır. Fakat bu süreçte görüldü ki, aslında 29 Kasım konferansında görülmüştü, Kumandan’ın bize en son bıraktığı, dergide tefrika edilen yazıları saymazsak, genele şamil bıraktığı yazılı metin 29 Kasım konferansıdır. Bu hazırlık sürecinde konferansı tekrar tekrar gözden geçirmek gerekiyor. O konferans da bize tekrardan gösterdi ki, bu toprakların bu bölgenin birleştirici, bütünleştirici, toparlayıcı tek dili İbda dilidir. Ve tek anlayışı İbda anlayışıdır. Bu aslında şu demektir, “Gel vatandaş hadi” demek değil, herkesin hakikatin hakikatine nisbetle kendi hakikatini ifade edebileceği bir anlayış: İbda budur. Hani Hakikat-ı Ferdiyye dediğimizde bütün insanlık inanan ve inanmayanıyla Allah Resulü’nün kadrosudur diyoruz ya, işte bu anlayış içerisinde meseleye bakmamız lazım. İnanmayan adam da İbda’ya nispetle, İbda anlayışı tesirinde inanmadığını izâh edebilir. Dolayısıyla da Adımlar bu süreçte bu dilini geliştirmek için içimizden başlayarak elinden gelen bütün gayreti gösterecek ve yapılması gereken ne varsa hiç çekinmeden bunu yapacaktır.

Yine bu anlayışın bir gereği olarak bütün gruplarla müspetlerimizi öne çıkararak iyiye doğru giden, hedeflerimiz açısından birbirine yakın olan bütün gruplarla da dirsek temasımızı bırakmayacağız, bırakmadığımız gibi ilişkilerimizi de geliştireceğiz.

İyiden kötüye giden, kötüden iyiye gelenden daha kötüdür!

Hepimiz biliyoruz ki “kötüden iyiye doğru giden, iyiden kötüye doğru gidenden daha iyidir”. Dolayısıyla da bizim az önce bahsettiğimiz bütünleştirici faaliyetin temel ilkelerinden birisi de budur. Burada da şuna çok dikkat etmek lâzım, meselâ, adamın biri iyi bir şey söylüyor –yobaz tavrı budur,  buna dikkat edelim– adamın iyi söylediğini örtmek için hemen geçmişte kötü söylediği bir şeyi öne çıkarıyorlar. Adam şu an iyi bir şey söylüyor ve kötüden iyiye doğru gelmiş. Bu şunun gibi, Hz. Ömer Müslüman olmuş gelmiş her fırsatta birileri, “ Sen kız çocuğunu gömmüştün, sen undan helva yapıp yemiştin” filan diye geçmişini hatırlatıyor devamlı. Yobaz tavrı budur. Bizim ideolojimizin baş düşman kutbunu temsil eden tarafın nitelemesidir yobaz. Zamanı kendi nefsinde donduran, zamanla mutabakatı olmayan ve zamanın dışına düşmüş. Meselâ diyelim siyasette, dün birbirine düşman olan, kanlı bıçaklı olanlar ittifaklar yapıyorlar. Hem iktidarda, hem muhalefette; dünya çapında da bu böyledir. Bu demektir ki zaman bir yere doğru akıyor. Bu durum bir zorunluluğun kuşatması neticesinde olan bir şeydir. Yoksa insanlar çokta istemiyorlar aslında. Ortada bir zorunluluk var ve zamanın maksatlılığı ile alâkalı bir durum bu. Bizim açımızdan zamanın geldiği nokta İbda çağı, İbda zamanıydı. Bir İbdacı bunu görmezse, sürecin bu hakikate doğru aktığını görmezse o zaman başkalarına ne diyeceğiz?  O zaman senin zamanla mutabakatın, uygunluluğun yok demek ki. Zaman dışına düşmek budur. Çevremiz de, ailemiz de, dışımız da olabilir; en azından bu hazırlık sürecinde kırmadan uyarmaya devam edelim. Kırmadan kastım, kırmak istemediğimiz mânâsında değil, çünkü yobazca tavır bizim ideolojimiz tarafından mahkûm edilmiştir. Ama ola ki, bu şaşkınlık içerisinde iyi niyetiyle yapıyordur insan. Dolayısıyla bu sosyal medyada olsun, yazarken çizerken olsun, özellikle Adımlar çevresini daha sabırlı olmaya davet ediyorum. İster doğrudan saldırı olsun, ister küfredilsin, konferansta görevli olan arkadaşlar hatırlarlar orada söylemiştim, ağzınızı açmayacaksınız. Çünkü bu konferansın hedefi birlik olmak, birleştirmektir. Dolayısıyla, “her doğru her yerde söylenmez” hikmeti mucibince bazı doğruları da geri almayı bileceğiz. Bu hazırlık sürecinde de, ben bütün gönüldaşlarımızdan, dışımızdakilerden de bunu istiyorum. Bazı şeyleri de görmeyiverin. Kumandan’ın hatırı için görmeyiverin. İçinde yaşadığımız şaşkınlık süreci için görmeyiverin. Tamam, birisi yazmış ki doğruyu da söylemiş. Ama ne oluyor? Cevap vermez isek mevzu biter. Bu hazırlık sürecinin sonunda ısrarlı, sistemli, plânlı bir düşmanlık varsa –bu ister bize olsun, ister başka bir İbda cephesine olsun–, bizim oradan çıkaracağımız netice şudur: Kumandan’ın şahsı üzerinden İbda’ya yapılan saldırı devam ediyor, bu saldırıya uygun zeminlerde şartlar nispetinde karşılık vermek gerekir. Onun kararını da oturur hep beraber veririz.

 

İbda’ya katılmak isteyenleri cesaretlendirmek…

Burada müspet politika tabirini unutmamanızı istiyorum. Bu süreç içerisinde bizim stratejik plânımızın ana unsuru bu müspet politika olmalı. Yani iyiye doğru gelen adımları öne çıkarmak. Geçmişini hatırlatmak değil. Kimin geçmişi hatırlatılır? İyiden kötüye giden adamın geçmişi hatırlatılır. Denir ki, “Bak sen güzel bir adamdın, şöyle iyi tarafların vardı, bugün niye kötü oldun?” diye onun kötü olmasını engellemek için geçmişi hatırlatılır. Ayrıca burada size bu minvalde iki ölçüyü de hatırlatmak istiyorum. “Putlarına sövmeyin” ölçüsü ve diğer taraftan da “Nefret ettirmeyin, sevdirin” ölçüsü. Bu süreçte temel alacağımız iki mutlak ölçü bunlar olmalı. Halid bin Velid Hz. Müslüman olup geldiği zaman onun yeri ordunun başıdır değil mi? Liyakat esasına göre oradaki görevi ne ise Müslüman olup İslâm Milleti içerisine katıldığı zaman da aynı görevini devam ettirir. Dolayısıyla da bizim ne yapacağımızdan ziyade “yaptığımız” dediğimiz husus buydu. Öyle bir duruş sergileyelim ki hepimiz, kıyıda köşede belki de İbda’yı takip eden, İbda’yı eşya ve hadiselere tatbik edebilecek idrak sahibi olan insanlar cesaretlensinler. Nereden katılmak istiyorlarsa, hangi cepheden, hangi unsur üzerinden katılmak istiyorlarsa hareketimize katılsınlar. Çünkü şu an bizim yaşadığımız kriz durumu diye nitelendirelim, bu safhada sağlam duruşlar sergilenirse davalar bu şekilde devam eder. Eğer burada yalpalama olur, ayak sürçmeler olur, tereddütler ve buna benzer şeylerle dışa karşı kendimizi ifade edersek, katılmaya niyeti olan insanın da nasibini kesmiş oluruz. Yine bu safhada bugüne kadar yaşanan tecrübeler, bir alt nesle, yâni bizim gençlerimize, çocuklarımıza duygu ve düşünce alışkanlığı kazandıracak şekilde –ki irfan kültürdür–, bir kültürün temelini oluşturacak şekilde aktarılmalı. Hâliyle gelinen bu safhada gördüğünüz üzere, Kumandan perde ardına geçmeden önceki durumumuzdan iki kat bir sorumluluk sahibiyiz. Geçen toplantıda Hakan Yaman gönüldaşımız Hz. Ebubekir zamanını misâl verdi. “Özellikle iki yıllık dönem İslâm’ın oturduğu dönemdir” dedi. Çünkü İslâm’dan vazgeçenler oldu, “zekât vermiyorum” diyenler oldu, geri adım atanlar oldu ve orada Hz. Ebubekir (r.a.) Peygamberî bir duruş sergilemeseydi Hz. Ömer devlet nizâmını ortaya koyamazdı. O günden bu güne de İslâm bize ulaşamazdı. Dolayısıyla, teşbihte hata olmaz, bizim şu anki durumumuzu öyle bir geçiş dönemine de benzetebiliriz. Bu geçiş döneminde eğer ki biz bugüne kadarki tecrübelerimizi, elde ettiğimiz duygu ve düşünce alışkanlıklarını aktaramazsak bunu aktaracak başka bir nesil yok, uzaklardan bir nesil gelmeyecek. Bunu şu an mevcut İbda bağlıları yapacak.

Hareketin yaygınlaştırılması ve benimsetilmesi…

Özet olarak, İbda Mimarı’nın eşya ve hadiseyi tesir gayesiyle dünya tefekkür yemişlerinden devşirdiği ideolojiyi anlayacak hâle gelmek. Bu süreçte hedefimiz bu olmalı. “Anladık, biz bunu biliyorduk”tan kurtulup hiçbir şey bilmiyormuş gibi yanaşıp, bu davayı anlayacak hale gelmek. Buradaki hedef de nedir? Anlayan anladığını anlatabilir. Bütün arkadaşlar bu sürecin sonunda, tabiî ki iç içe yürüyen bir şey bu, etrafını etkileyebilecek ve örgütleyebilecek doğru zeminleri bulup, kurup, hareketin yaygınlaşması, dışa karşı benimsetilmesi için gerekli hamleyi yapacak duruma gelecekler. Yine bu aşamada benim çok önemsediğim bir şey bu, İBDA’yı Kumandan’ın şahsıyla tanıyıp fikre yönelenlerle, fikirle tanıyıp Kumandan’ın şahsını az tanıyan veya hiç tanımayanların bir şekilde bir araya gelmesini sağlayıcı ortak zeminler oluşturmalıyız. Çünkü bu tür durumlarda şahıstan hareket eden, daha çok “ilk” olanların tepkileriyle, şahsın fikrini tanıyanların tepkileri bir olmuyor. Öbürleri daha soğukkanlı, daha aklî davranabiliyorlar bu süreçlerde. Diğer, meselâ bizim gibi, Kumandan’ın şahsı üzerinden fikre muhatap olanlar biraz daha duygusal davranabiliyorlar. Orada da denge bozulabilir. Bu dengeyi kurmak için topluluk halinde –ki Allah topluluğumuzu dağıtmasın, merhametini üzerimizden eksik etmesin–, bu iki grubu birleştirecek zeminler meydana getirebilirsek eğer çok faydalı olacağına inanıyorum.

İlk insandan bugüne, tarihte seyrini takip ettiğimiz insan soyunun son temsilcisi Salih Mirzabeyoğlu…

Ve beklediği kadro olabilmek…

İlk insandan bugüne tarihte seyrini takip ettiğimiz insan soyunun son temsilcisini tanıdık biz. İsmi, Salih Mirzabeyoğlu. Kafamızdaki imajlar imana, peygambere, kitaba, ahirete, dünyaya dair ne varsa biz hepsini O’ndan aldık, O’ndan öğrendik. Ve bu imaj kanlı canlı olarak hep devam etsin istedik, böyle de düşündük. Ama O ise, hep şunu dedi aslında 40 yıldan beri, “Ben bu imajı oluşturuyorum ama bunun bir de kelâm ve fikir çerçevesi var!”… Mânâlar şahıslarda tecelli eder. Şahısta tecelli eden bir mânâ var. Dün, bir gönüldaşımız söylemiş, ben de katılıyorum, “Biz hep Kumandan’ı bekledik, hâlbuki 40 yıldan beri O bizi beklemişti, her eserde bizi bekledi!”… Çünkü O zaten hep vardı, var. Perde gerisine geçmeden gözümüzün önündeydi. Fakat O’nun misyonu üzerine biz hoyrat davrandık. Üstattan devraldığı ve Üstadın ona verdiği görev ne idi? Bir kadro çapında gözükmekti. İdeolojide de görüyoruz bunu, “fertte toplu topluluk hakikati” diye ifade ettiği. Biz kadro kısmına yanaşmaktansa o kadronun görevlerini de O’nun sırtına yıkmayı tercih ettik zaman zaman. O da hep, “Bunu siz yapacaksınız, ben bekliyorum, eser, hareket bekliyorum.” dedi. Şimdi bugün bunu idrak etmiş olarak, tam olmasa da, en azından bu şuura dair konuşarak Kumandan’ın bu muradına uygun davranabiliriz. Davranmamız gerekir. Eğer ki bu murada uygun bir kadro çapında hareket etmeyeceksek, bu davayı illaki birileri alır götürür, tamam olduktan sonra o dava yaşar. Allah nurunu tamamlayacak, amenna, peki ona nispetle biz nurumuzu tamamlayabilecek miyiz? Bence temel mesele budur.

Kumandan Mirzabeyoğlu’ndan, bundan sonraki süreçte de bizim yolumuzu aydınlatacak olan öğrendiğimiz şeyleri en basit, en yalın şekliyle, herkes söyleyebilir biz de söyleyeceğiz. Bizim söyleyeceğimiz en basit şey, “O, sözünün arkasında duran bir insandı!”… “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” diye söylüyoruz devamlı. Bizim hepimizin anlayacağı ifâde budur. Sözü doğru özü doğruydu. Ağzından çıkan söz neyse yaşadığı da oydu. Birçok lider için birçok şey söylenir ama Kumandan Mirzabeyoğlu için “Aldattı, bizi yarı yolda bıraktı” gibi şeyler söylenemez. Çünkü o, ne söylediyse onu yaptı. Herhalde tasavvuftaki “azamet” tavrı bu olsa gerek. Azim ahlâkın gereği olan da bu tavırdı. Yirmi yıl boyunca bu işkenceyi ona yapanlar, yirmi yıl boyunca ne sözünden, ne tavrından geri adım attıramadı. Bizim örnek alacağımız, hiçbir şey bilmiyorsak bile, husus bu.

Son gün, son hesaplaşma için görevli olduğumuz şuuruyla…

Son olarak, O ölmedi. Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü konuştuğum, karşılaştığım hiçbir arkadaş bunu hissetmiyor. Adeta ilâhî bir teselli gibi veya daha doğru bir tabirle Allah’ın bir mucizesi gibi yaşadığımız bu his, son gün son hesaplaşma için görevli olduğumuzun, onun bize tevdi ettiği görevin ve misyonumuzun da bu olduğunun bir delili gibi geliyor bana. Çünkü eğer ki bu his bizde oluşsaydı şurada şu şekilde toplanamazdık. Toplanabildiğimize göre O ölmedi. Kâzım (Şişmanoğlu), Fatih Camiî’nden O’nun kabrine kadar elini hiç indirmeden geldi. Ben şahidim buna. Kaç kere, “indir” dedim, “indirmeyeyim” dedi. O böyle gidiyorsa O ölmemiş demektir. Kumandan’ın hastane süreci boyunca orada malını-mülkünü tedavisi için satışa çıkaran arkadaşlar vardı. O süreç içerisinde bu tür fedakârlıklar anlaşılmıyor pek. Ama insana ümit veren şeyler bunlar. Ben böyle hissediyorum. Her türlü fedakârlığa hazır gönüldaşları, çocukları vardı. Demek ki ölmedi. Yirmi dört saat işini gücünü bırakıp bizim sadık vefakâr Şişmanoğlu gönüldaşlar, Kemal Şişmanoğlu liderliğinde nöbet tuttular. Ve onlarla beraber bilmediğimiz, tanımadığımız bir sürü genç gönüldaşımız da aynı şekilde. Demek ki ölümü hiç hissedilmemiş…

Yoğun bakımda olan “Kim”?

Bizim açımızdan “öldü” diye bir tabir yok. Ama hem ”yoğun bakımda” olan açısından hem de “kim öldü acaba” veya “kimin üzerine toprak atıldı”, bu açıdan da bir şeyler söylemek gerekir.

Aslında hepimiz yoğun bakımdaydık. Yoğun bakımda olan Kumandan değildi. Birbirini yirmi yıl, otuz yıl boyunca görmemiş insanlar belki orada gördüler, biz İbdacılar O’nun yoğun bakımı altındaydık. Yoğun bir bakıma tabi tutulduk. İnşallah koma durumunu atlatıp çıkmışızdır oradan. Böyle dua ediyorum. Eğer oradan çıkamadıysak, oradan çıkamadığımızı farz edelim, o zaman o ölü toprağı bizim üzerimize atıldı ve o toprağın altına da biz girdik. Böyle değerlendirelim. Şimdi biz o toprağın altından çıkabilecek miyiz? Bizim, o toprağın altıdan çıkıp dirilişimizi, inşamızı yeniden gerçekleştirmemiz zaten Kumandan’ın ölmediğinin en büyük delili olacak. Ve bu Kumandan’ı şehit edenlere de bizim en büyük cevabımız olacak Allah’ın izniyle.

Hanım arkadaşlar, “Biz de nöbetteydik” yazmışlar. Aklımdaydı. Şaka bir yana hanımlar orada çocuklarıyla, torunlarıyla nöbettelerdi. Bizim hanımlarımız, Allah’a hamd olsun, hem geçmişteki zorluklarla baş etmesini bildiler ve imtihanları alınlarının akıyla verdiler, hem de bu süreçte, kriz durumunda nasıl durulacağını da gösterdiler. Bundan sonraki mücadelemizde de –ki ben ona inanıyorum–, her biri önde yürüyen olarak her birimize cesaret verecekler. Hepsinden Allah razı olsun. Teşekkür ediyorum hepsine.

Bugün, ölü toprağını üzerimizden atıp mezardan çıkma günüdür!.. Nasibimizce, kendimizle birlikte remz şahsiyeti diriltme günüdür!.. Kumandan Mirzabeyoğlu’nu çoğaltma günüdür!

Bugün ölü toprağını üzerimizden atıp mezardan çıkma günüdür! Hakikat-i Ferdiyye’de potansiyel olarak var olan topluluğun, her bir ferdinin nasibi nispetince o nuru aksettirerek remz şahsiyeti diriltme günüdür! İbda’nın mânâlarında geçen, “Velüd – çok doğuran kadın” mânâsına uygun Kumandan Mirzabeyoğlu’nu çoğaltma günüdür! Onun bize tevdi ettiği görev, yapmamızı istediği ve bize biçtiği misyon budur. O’na ve O’nun eseri İBDA’ya lâyık olabilmenin madde ve mânâ şartlarına erişmek… Hangimize tutunursa bir insan İbda’ya tutunmuş olacak. Bu şuurla hareket etmek… Bunun düzenini bu ideale nispetle “Yeni İnsan-Yeni Nizâm”; bunun için fedakârlık, bunun için mücadele… Aileden sokağa, sokaktan üniversiteye, üniversite kürsülerine, oradan iktidarın bütün damarlarına O’nu yürüteceğiz, O’nunla yürüyeceğiz.

Bu artık Büyük Doğu ideali için yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’dur.

Biz varsak bu dava vardır; bu dava varsa –ki var–, O yaşıyordur. Hem de öncekinden çok daha fazla bize nezaret ederek yaşıyordur.

“Genç Osman’ı ne yaptınız?”… Hatırlıyorsunuz değil mi bu ifâdeyi?

Üstad’ın yine bir şiirinde, “Genç Osman’ı lif lif yolan o gürûh, / Kahpe devşirmenin piçinden gelir!” diyor. Onlar kahpe devşirmenin piçinden gelirken biz de Genç Osman’ın yolundan gelenler olarak, “Genç Osman’a ne yaptınız?” sorusunu hem soranlar olacağız, hem de Genç Osman’a yapılanların intikamını alanlar olacağız.

Allah büyüklerin himmetini, muhabbetini, merhametini üzerimizden eksik etmesin.  

Allah Kumandan Mirzabeyoğlu’nun nezaretini ve merhamet nazarlarını üzerimizden eksik etmesin. Allah Kumandan Mirzabeyoğlu’na lâyık olabilmenin madde ve mânâ şartlarına her birimizi tek tek eriştirsin.

Allah bütün gönüldaşlarımızın kalplerini birbirine ısındırsın.

Ortak bir dava, ortak bir hedef için “Güç Birliği” yapmayı bizlere nasip etsin!

Hepinizi Kumandan Mirzabeyoğlu’na lâyık olma çilesi çeken İbda erleri olarak selamlıyorum!

Allah’a emanet olun!

Ali Osman ZOR

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d