Röportaj / Ali Osman ZOR: HEDEF; İNİSİYATİF ALAMAYAN, İRADESİZ İNSANLIK
Söylenecek çok şey var ama, görünmez kafesler içinde en az temasla yaşayan insan toplulukları olmama mücadelesidir mücadele.
Söylenecek çok şey var ama, görünmez kafesler içinde en az temasla yaşayan insan toplulukları olmama mücadelesidir mücadele.
Kasım ayını geride bırakırken, bu ayda vuku bulan, unutulmaması, her daim hatırlanması gereken hadiseler:
İBDA Mimarı Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun 29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’nde verdiği ADALET MUTLAK’A başlıklı Tarihî Sohbet-Konferansı’nın 1.
Takdim: İBDA Mimarı Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun TELEGRAM saldırısı sonucu suikastle vefâtının ardından, şehâdeti vesilesiyle ADIMLAR Platformu Genel Merkezi
25 Mart saldırısını nasıl değerlendirmek, nasıl okumak gerekir? Bu saldırı sonucu ÜNSAL ZOR gönüldaşımız şehit olmuş, dört gönüldaşımız yaralanmıştır. Adımlar..
ÇELİK: “MİRZABEYOĞLU HİÇ DEĞİŞMEMİŞ!” Merhaba Tuğrul bey! Öncelikle söyleşi teklifimize sıcak bakıp kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Avrupa’da yaşıyor olmamıza karşın, Sayın Salih Mirzabeyoğlu ve eserleri hakkındaki incelemelerinizi Türk Solu dergisinden yakînen takip ettiğimizi, çok değerli bulduğumuzu belirtmek istiyoruz. Adımlar Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu’nun Türkiye’deki merkezî sitesi gibi, Adımlar Avrupa olarak biz de bu yazıları büyük bir memnuniyetle iktibas ediyoruz ve oldukça da ilgi görüyor, okunuyorlar. Bu vesile ile sizi ve yapmış olduğunuz bu çalışmaları okuyucularımıza daha yakından tanıtmak istiyoruz. 1) Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Kimdir Tuğrul Çelik? – Öncelikle Adımlar Avrupa okurlarına selamlarımı iletmek isterim. Kendimi tanıtacak olursam, 1984 Antalya doğumluyum. 2003 yılında üniversite için İstanbul’a geldim. Mühendislik eğitimi aldım ama mesleğimi yapmadım. Üniversiteye geldiğimden bu yana Türk Solu içindeyim. Türk Solu gazetesinde ve İleri dergisinde yazıyorum. Evliyim. 2) Bir süredir Türk Solu dergisinde İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılar yazıyor, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Ezber bozduğunuzun farkında mısınız? Adına ne denir tam bilmiyorum ama “bizim kesim” diye tabir ettiğimiz siyasi çevre içinde Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılan ilk yazılar bunlar sanıyorum. Türk Solu gazetesi, Başyazarlığını bir yıldır Silivri’de tutuklu olan Gökçe Fırat’ın yaptığı, Atatürkçü, Solcu, Milliyetçi bir gazete ve ben de bu gazetenin bir yazarı olarak kendimi Türk Solcusu olarak tanımlıyorum. Bu anlamda “Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu” yazı dizisi, yazanın siyasi kimliği açısından bakarsak alışılmış bir durum değil. Yani bu anlamda bakarsak, İBDA fikriyatına sahip insanlar dışında hem de Atatürkçü bir gazetede yayımlanan Salih Mirzabeyoğlu eserleriyle ilgili yazılara, ezber bozucu diyebiliriz. 3) Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA Fikriyatını ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıdınız? Onun eserlerini incelemek ve hakkında yazmak düşüncesi nereden doğdu? Veya şöyle sorayım: Sizdeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi nasıl başladı ve nasıl ilerledi? – “Sizdeki Mirzabeyoğlu” dediniz ya, ben de yazıları yazarken bu doğrultuda yazıyorum, hatta bir yazıyı şöyle bitirmiştim: “Bendeki Mirzabeyoğlu’nu anlatmaya devam edeceğim.” Hikâyenin nasıl başladığına gelirsek, önceleri Mirzabeyoğlu’nu sadece ismen tanıyor, siyasî olarak “karşı kutup”ta yer aldığını biliyordum. Hiçbir eserini okumamıştım. Onu hiç okumamış birisi olarak düşüncelerim bunlardı. 2014 yılında “Adalet Mutlak’a” Konferansı oldu. Mirzabeyoğlu çok uzun bir tutukluluk sürecinden sonra ilk kez konuşacaktı. Bu konferansta Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye gidenler arasında Başyazarımız Gökçe Fırat da vardı. Ben konferansı canlı izlemedim ama daha sonra youtube üzerinden tüm konferansın videosunu izledim. 16 yıl tutuklu kalmış Mirzabeyoğlu, 16 yıl sonra dinleyicilerinin karşısına çıktığında, istese hapishane hatıralarını anlatabilirdi ama o bunu yapmadı. Son derece samimi bir dille geleceğe yönelik son derece kapsayıcı açıklamalarda bulundu. Bu çok etkileyiciydi ve aslında asıl ezber bozucu olan buydu. “Üç Işık” kitabı biliyorsunuz Mirzabeyoğlu’nun verdiği konferans metinlerinden oluşuyor. Ama neredeyse 30 yıl önceki konferaslar bunlar. 30 yıl sonra ekranda konuşurken gördüğüm Mirzabeyoğlu, aynı Mirzabeyoğlu’ydu. Değişmemişti. Daha sonra Adımlar dergisiyle tanıştık, Adımlar Dergisi Başyazarı Sayın Ali Osman Zor’la Başyazarımız Gökçe Fırat röportaj yaptı, bu röportaj Türk Solu’nda yayımlandı. Onun eserlerine yönelik ilgim de bundan sonra başladı diyebilirim. Eserlerini okumaya, notlar almaya başladım. Derken bir süre sonra bu yazılar şekillenmeye başladı. “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle de yazı dizisi başladı. Okuduğum eserlerde benim katılmadığım yerler de oluyor elbette ve bunları da, okuyanlar hatırlayacaktır, zaman zaman belirtiyorum. Çünkü bendeki Mirzabeyoğlu’nu yazıyorum. Katılmadığım yerlerin olması İBDA hakkında yazmaya engel değil tabii. Kendine has, orijinal bir fikir İBDA ve üzerinde düşünüp yazmayı fazlasıyla hak ediyor. Bendeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi buraya dayanıyor. Yani Başyazarımız Gökçe Fırat’ın ve Adımlar dergisinin vesilesiyle başladı diyebilirim. 4) Bu işe girişme kararı aldığınızda, yazılarınızın bu kadar ilgi göreceğini tahmin ediyor muydunuz? Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? – Yazılar Türk Solu’nda yayımlandıktan sonra gerek Adımlar’ın merkezî sitesinde gerek Adımlar Avrupa’da iktibas ediliyor. Açıkçası bu kadar ilgi beklemiyordum. Ama gelen yorumlardan anladığımı aktaracak olursam, bu yazılar Mirzabeyoğlu üzerinde var olan ama gözle görülmeyen bir sansürü delmiş oluyordu. Ben bu amaçla yazmaya başlamamış olsam da böyle bir özelliğe de kavuşmuş oldular. Tabii daha önce söylediğim gibi Atatürkçü bir gazetede yayımlanıyor olması, ama özellikle Adımlar tarafından da okuyuculara ulaştırılıyor olması yazıların daha fazla görülür olmasını sağlıyor. Bir de merak uyandırıyor sanıyorum. Böylesine kutuplaşmış bir siyasi atmosferde kimileri şaşırıyor, acaba ne yazdılar diye merak da ediyordur. 5) Salih Mirzabeyoğlu’nu kısaca tarif etmek isteseydiniz… Meselâ bir cümle veya paragrafla şu âna kadar yazdıklarınızı özetleyecek olsaydınız… Ne söylerdiniz? – Zor bir soru, ama aklıma ilk gelen onun devrimci bir fikir adamı olduğu. Yine bir şiirinden şu mısralar da bence onu anlatıyor: “Duyun gönüldaşlarım duyun işitin beni düşmanlarım ipten henüz döndüm ama çok şükür uslanmadım!” 6) Türk düşüncesinin içinde bulunduğu tıkanıklığa ve entellektüel kısırlığa rağmen, Salih Mirzabeyoğlu’nu hâlâ ısrarla görmezden gelen yazı çevrelerinin bu sükûtuna sebep sizce nedir? Onlara özel olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? – “Necip Fazıl’la Başbaşa” eserini okurken şöyle bir kısım vardı ki bence “İBDA Mimarı” hem kendisini hem de İBDA’yı anlatıyordu burada. “Bizim insanları rahatsız edici bir tarafımız var. Sahte dengeleri, çerezlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz. Çoğu bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor, kaçışını mazur göstermek için de, muhalefet edebilmenin mazeretini tedarik gibi hallere düşüyor.” Sanırım bu özelliği bahsettiğiniz sessizliğin asıl nedeni. Yanılmıyorsam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı bir kavramdı: sükût suikastı. Yok saymak, yok gibi davranmak, karşıdakini suskunlukla öldürmek. Yapılan bir sükût suikastı aslında. Bir de şu var, tecrit. Mirzabeyoğlu yıllarca tecrit koşullarında kaldı. Bunun üzerinden yıllar geçti ama bakıyorsunuz bugün tecrit devam ediyor. Her anlamda, yani en yakınımdan örnek vereyim Başyazarımız Gökçe Fırat tamamen alâkasız, uydurma suçlamalarla bir yıldır tutuklu. Sevdiklerinden ne mektup alabiliyor ne de onlara mektup yazabiliyor. Bu da bir tecrit… Mirzabeyoğlu 16 yıl sonra tahliye oldu ama bu sefer de yukarıda bahsettiğiniz sessizlik devam ediyor. Bu da bir tecrit… Ve “tecrit insanlık suçudur!”, isteyerek ya da istemeden tecride sessiz kalmak da bu suça ortak olmaktır bence. 7) Adımlar dergisinin yayın çizgisini nasıl buluyorsunuz? Türk Solu ile Adımlar arasındaki bu karşılıklı samimiyeti oluşturan ana değer sizce nedir? – Adımlar yakından takip ettiğim bir yayın organı. İBDA ve Mirzabeyoğlu üzerine yazarken de yararlandığım bir kaynak. Türk Solu ve Adımlar ile ilgili vereceğim cevap da aslında sorunuzda gizli: samimiyet. Gerek Türk Solu, gerek Adımlar, birbirine ve fikirlere samimiyetle yaklaşan kesimler. Sayın Ali Osman Zor, Türk Solu’ndaki röportajında, Mirzabeyoğlu’nun Adalet Mutlak’a konferansında söylediklerinden hareketle onun bütünleştirici bir dil ortaya koyduğunun, ülkede var olan ayrılıkların aslında suni olduğunun altını çizmişti. Bu gibi ortak fikirler bu samimiyetin kaynağını oluşturuyor bence. 8 ) Türk Solu kadrosunun lideri Gökçe Fırat Bey, bir yılı aşkın süredir, kendisiyle hiç ilgisi olmayan, saçma bir ithamla cezaevinde… Bu süreçte yaşanan ayrı hukuk skandalları da oldu. İşte, yerine getirilmeyen tahliye kararı ve akabinde yaşananlar… Adımlar Avrupa Cephesi olarak süreci yakından takip ediyoruz. Bununla ilgili okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? – Gerek Adımlar gerekse Adımlar Avrupa Başyazarımız Gökçe Fırat’ın davasını yakından takip ediyor. Bunun için bu röportaj vesilesiyle sizlere teşekkür etmek isterim. Söylediğiniz gibi kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan saçma bir ithamla bir yıldır tutuklu. Bu süre zarfında bir de uygulanmayan bir tahliye kararı var. 16 Ağustos’ta Başyazarımız Gökçe Fırat tekrar hâkim karşısına çıktı. Orada yine tarihi bir savunma verdi. Kendisine yönelik iddiaları tek tek çürüttü. Ve sonunda heyete şöyle seslendi: “Sayın Başkan, İnsanlar özgür doğar ama özgür yaşama şansını her zaman bulamaz. Fakat tutsak insan da sonuçta yaşar. Ben de Silivri’de yaşıyorum zaten. Ama insan onursuz yaşayamaz. Ben sizden özgürlüğümü değil onurumu istiyorum. Bu iğrenç iftiradan beni kurtarmanızı istiyorum. Sizden görevinizi yapmanızı istiyorum. Sadece adalet istiyorum.” Gökçe Fırat’ın savunmasını bu sayıda Türk Solu’nda yayımladık. Buradan Adımlar Avrupa okurlarının dikkatlerine sunmak isterim. 9) Sizin şahsınızda Gökçe Fırat Bey ve Türk solundaki dostlara selamlarımızı iletirken, son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir? – Hem bu röportaj için hem de “Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu” yazı dizisine olan alâkaları için Adımlar Avrupa’ya teşekkür ederim. Yayın hayatınızda başarılar dilerim. Ayrıca buradan Adımlar okurlarının Kurban Bayramını kutlarım. Adımlar namına bende bu güzel söyleşi için teşekkür eder, sizin, ailenizin, Türk Solu camiası ve okuyucularının mübârek Kurban Bayramını tebrik ederim. Nihan Öztürk – ADIMLAR Avrupa – 30.08.2017
İster inanın, ister anlayın, hazır olmanız gereken nokta şudur: Bundan sonra iktidar Salih Mirzabeyoğlu’nundur!
“Yeni Dünya Düzeni buradan başlasın” demekle, hesaplaşmanın taraflarını ortaya koymak bizce aynı mânâya gelir. Bu Büyük Hesaplaşma, tüketmekte sınır tanımayan, dünya kaynaklarının %80’ini yiyip bitiren Batı ile, kaynakların %20’sine mahkûm edilmiş %80 arasındadır. Bu %80’in merkezî coğrafyası da Anadolu. Dünya nüfûsunun %20’sine sahip Batı, Amerikan gücü liderliğinde coğrafyamıza saldırırken, bu saldırıya cebhe cebhe direnen %80, henüz bir liderliğe kavuşabilmiş değil. Batı saldırganlığının bir hedefi de zaten %80’in birlik ve beraberliğini bozarak güçlü bir liderliğe kavuşmasını engellemektir. Büyük Hesaplaşma, özellikle 2003 Saldırısı’ndan bu yana bölgemizde yoğunlaşmış, şu ânda da, içinde bu Büyük Hesaplaşmanın ideolojik ve siyasî muhtevasını barındırır şekilde “Bölge Savaşı” olarak sınırımıza dayanmıştır. Bölgemiz açısından bakıldığında bu savaş, uluslararası güçler ve o güçlerin Taşeron Örgütler’iyle, bunlara direnen Millî Güçler arasındadır. Direnişin temelinde ise İslâm var. 22 Temmuz 2014 tarihi, bizim için 99’da başlayan Devrim Süreci’ne ait yeni bir safhanın habercisi niteliğindeydi. 29 Kasım’a ise bu safhanın başlangıç tarihi diyebiliriz. “Adalet Mutlak’a” çıkışıyla başlayan bu safha, “Adalet” kavramının mânâsı açısından muhakkak ki içinde “hesaplaşma”yı da barındırmakta. Makbul olan adalet, hızlı tecellî eden olduğuna göre, hesaplar da seri görülecek demektir. Büyük Hesaplaşma içinde, her kesimin ve herkesin gireceği bir hesaplaşmanın neticesi, “af” veya “cezalandırma” olabileceği gibi, “iade-i itibar” veya tersi de olabilir. Bu safhada tarihin biriktirdiği problemler serî bir şekilde ve Mutlak Adalet’e nisbetle çözüleceği bizce bir bedahet. 29 Kasım Konferansı’nın bize ihtar ettiği bir hakikat olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu hesaplaşmanın neticesinde zihinler Batıcı ideolojik ve siyasî kirlilikten arınmış olarak herkes hakkına düşeni, vicdanı mutmain olmuş bir şekilde alacaktır. Adalet, hükümranlığın en temel vasfı olduğuna göre, devrimin bu safhası Mutlak Hükümler’in uygulanacağı ve İslâm’a nisbetle hükümranlığın tesis edileceği bir safha olacaktır. Bizim inancımız bu yöndedir. Şu ân zihinler, öyle veya böyle, Batı propagandası tarafından kirletilmiş durumda olduğundan dolayı Millet adına söz söyleme konumunda bulunan insanlardan, hem ülkemiz hem de bölgemiz adına pek bir fayda gelmeyeceği gayet açık. Bu insanlar ister orduda, ister siyasette olsun. 29 Kasım’da, söz söyleme ve icrâ konumunda bulunanların “reel politik”ten dolayı “yapılması gereken”i yapamayabilecekleri tesbit edilmiş, “lider – toplum” ilişkisi içinde de “yapılması gerekenler”i yapabileceklere, bu konumda bulunanların müdahil olmamaları gerektiği ihtâr edilmiştir. Demek ki, bugüne kadar yaşanan problemlerin çözümsüz bırakılmasının en önemli sebebi, toplumun önünde Lider konumunda bulunan insanların içinde bulundukları şartlarla birlikte, onların topluma, olması gerekene nisbetle, herhangi bir ideolojik ve siyasî şuur verememeleri olarak da karşımıza çıkmakta. Anlaşılıyor ki, işin korkaklığı da aşan bir tarafı var. O da, bu önderlerin, isteseler de topluma verebilecek herhangi bir şeyleri olmaması. Korkaklığı da içine alan şekilde, şu tesbitleri yapmamızda fayda var; Bir Millet, bir takım şeylerden korkuyor ve kaçıyorsa, bunun sorumlusu, daha çok liderlerdir. Tarihte de bu duruma bir çok misâl bulabiliriz. Önderlik etme durumunda olan insanlar umutsuzluklarını, korkularını ve bezginliklerini dışa aksettiriyorlarsa eğer, bu durumda Milleti suçlamak, sadece yapamadığını perdelemek anlamına gelir. Konuşmalarında ve yazılarında önderler bu durumlarını dışa aksettirdiklerinde, yapılacak iş suçu topluma atmak değil, hedef göstermekten, hareketi hedeflendirmekten ve ruhî bir motivasyon sağlamaktan aciz bu önderleri bir şekilde etkisizleştirmektir. Millete suç atanlar, aslına bakılırsa çoğu zaman ne yapacağını bilmez kendi durumlarına, korkaklığına ve risk alamayan karakterlerine kızıyorlar. Diyebiliriz ki, üç aşağı beş yukarı her millet aynıdır; başındaki adam kendisine birşey verebilecek durumda olmaz ve cesaretle doğru hedef göstermezse, yürümez, yerinden bile kımıldamaz. Bilme ve yönlendirme konumunda olan insanların doğru hedef gösterememesi ve ruhî olarak toplumu hazırlayamaması, her meselede kafa karışıklığının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu durumda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz, işler karmaşık bir hâle geldiğinde bu karakterdeki liderlere kesinlikle güvenilmez. 29 Kasım Konferansı’ndan bizim anladığımız hususların başında yukarıda altını çizmeye çalıştığımız bu liderlik mevzuu gelmektedir. Diğer taraftan ise, bir idarenin veya rejimin meşruiyetinin bizim açımızdan kaynağının ne olduğudur. İBDA Mimarı, eserlerinde derinliğine izâh ettiği bu durumu 29 Kasım’da şöyle ortaya koydu; “Beni idare ederken neye dayanıyorsun? Bana birşey söyle ki, ikimiz arasındaki ortak birşey olsun o. O ortak birşey, müslüman için -ister idare et, ister idare edil- Allah ve Resûlü’nün Hükümleridir. Hiçbir düşünce, kendi “mutlak”ını getiremediği için, kendi de beşer ürünü bir “eser” olduğu için, orada, başa geçtiği ânda da, gene idare etme hakkında değil aslında!” Bu ifâdelerden anlıyoruz ki, mesele, iktidarda bulunan şahıstan ziyâde, o şahsın hangi hükümlere nisbetle hükmettiğidir. İslâm’ın Tatbik Sistemi demek olan İslâma Muhatap Anlayışın, yani Büyük Doğu – İBDA’nın dışında hiçbir hâkimiyeti kabul etmememiz gerektiği gibi, hiçbir idareye de insanların nazarında meşruiyet kazandırıcı hâl ve hareketler içinde bulunmamamız gerektiği gayet açık. Verilebilecek meşruiyet ise, ister liderlik bazında, isterse hükümet bazında olsun, sadece ve sadece “reel politik” çerçevesinde gösterilecek bir “anlayış”tan ibarettir. Yani, içinde bulunduğu durumu anladığını söylemek… Adaletin tesis edileceği ve bunun için de bütün defterlerin açılıp hesapların görüleceği bu safhada, zihnimizi kirlenmişlikten arındırabilmek için bu hususları net bir şekilde ortaya koymamız gerekir. “Reel politik”ten dolayı “eli kolu bağlı bir hükümet”in arkasında “anti emperyalist” olarak bulunamayacağımız gibi, havada uçuşan “Batı karşıtlığı”na dair lâfların peşinden gitmeyeceğimiz de gayet açık. Bizim açımızdan böylesi bir “Batı karşıtlığı” ya bir çadır tiyatrosudur yada korkudan veya “reel politik”ten söylediğini yapamıyordur. Bunun, “verilen bir kredi” mânâsına “reel politik”ten kaynaklandığı, anlayış gösterilerek tesbit edilmiş. Bundan daha öte bir beklenti içine girmek, bizim için zaten mümkün değil. “Yeni Dünya Düzeni buradan başlayacak” dedikten sonra, artık kurtuluşun ciddiyeti ve devrimin dostları ve düşmanları bu mânâya yakınlıkları ve uzaklıklarıyla ölçülür. Mevcut düzenin sahibi Batı, bütün unsurlarıyla hâlen saldırılarına devam ederken, Yeni Dünya Düzeninin dostları da bu saldırıya karşı çıkanlar olurken, düşmanları da bu saldırının işbirlikçileri olarak kendilerini göstermekte. Bu noktadan baktığımızda; “Bütün dünyaya, bütün insanlığa sunulabilir bir ideolocyan yoksa; bir de tek tek her ferde sunulabilir nitelikte bir ideolocyan yoksa, senin fikrinin “fikir haysiyeti” yoktur.” (Salih Mirzabeyoğlu, 29 Kasım Konferansı) Böyle bir ideolocyanın siyasetteki tabiî görünümünün de bütünleşmeyi hedefleyici ve sağlayıcı olması gerekir. “Yeni Dünya Düzeni buradan başlayacak” demekle, “Anadolu Birliği bu anlayışta sağlanacak” demek arasında da bir fark yoktur. Hâliyle de kendinde bütünleşme iddiasında bulunan bu sesin, Adaleti bir hesaplaşmadan sonra tesis edeceği tartışılmaz. Dolayısıyla da bu anlayış dışında herhangi bir yere ümit ve korku bağlamak bizim için yapılabilecek en büyük yanlışlıktır. Bunu bu şekilde tesbit ettikten sonra, Yürüyen Büyük Doğu’nun nitelikleri kullanılarak bugüne kadar sahtelerinin kesimlerin ümit ve korkularına hitâb ederek iktidarda kaldıklarını da söylememiz gerekir. Kesimlerin ümit ve korkularına hitâb edebilen ve böylece Batı yararına iktidarlarını bugüne kadar devam ettiren insanların kurdukları bu Çadır Tiyatrosu’nu yerle bir etmenin yolu, bu sahteliği bütün çıplaklığıyla açığa çıkartacak, “asıl”ı göz plânına dikmekle mümkün. Söz konusu aslın, tanıtıcı vasfı da, her kesimden insanların tek tek kendilerini ifâde edebilecekleri ve böylece bütünleşmeye doğru adım atacakları bir “bünye” ifâde etmesi. Bu da bir hesaplaşmayı beraberinde davet etmekte. Böyle bir hesaplaşmaya, her kesimi ve tek tek her insanı zorlamak, -29 Kasım’da olduğu gibi-, bu Çadır Tiyatrosu’nu yerle bir etme sürecinde her kesiminin verimini de bu bütünleşmeye dahil etme isteğindendir. Bu da samimiyetin bir göstergesidir. Samimi olarak bu davete icabet edildiğinde ise, bu bünyeye varlığınla katılmak söz konusudur ki, bu, bünyeye uymayan tarafını da dışarıda bırakmakla gerçekleşir. “Teknoloji, sahte ruhçuluğu ortadan kaldırmış, böylece gerçek ruhçuluğa yol açıldı” İBDA Mimarı’nın 29 Kasım’da söylediği bu söze nisbetle şunu söyleyebiliriz; 2002’den beri “stratejik ortaklık” çerçevesinde yaşanan iç ve dış siyasî gelişmeler, sahte kurtuluşçuların foyasını meydana çıkartmış, böylece gerçek kurtuluşçuluğa yol açılmıştır. 29 Kasım Konferansı’nın bizim için ifâde ettiği diğer önemli mânâ da budur. Bugüne kadar, ismi ne olursa olsun, sahte kurtuluşçu anlayışlar bünyesinde birilerinin yararına olarak oluşturulmak istenen bütünleşme sağlanamamış, şimdi, 29 Kasım’la gerçek bütünleşmenin sağlanacağı asıl kurtuluşçuluğa yol açılmıştır. Tabiî ki bu da hesaplaşmayı davet etmekte. Belki de, bugüne kadar bütünleşme ihtiyâcından dolayı mevcut durum her kesim tarafından desteklendi. Herkesimi içine alacak şekilde ümit-korku, pazarlık ve beklenti ortamı oluşturuldu ve bu ortam yüzünden de dağılmadık, çözülmedik kesim kalmadı. Peki bu işin sırrı nedir? Bu işin sırrı, her kesim için kendilerini Ehven-i şer pozisyonunda tutmayı başarabilmeleridir. “Tamam, bu adamlar yaramaz ama bu adamlar giderse falâncalar gelir” hissi, istisnasız her kesimde mevcuttu! Beklenen ve oyunu bozabilecek ise; “gelirse gelsin!” diyebilecek güçlü bir ses idi. 29 Kasım’da bu ses Haliç’ten duyuldu. Bu sesten en çok rahatsız olan ise, “filânca gelir” diye, oyunculara baskı uygulamaya çalışan bütün kesimlerin seyircileriydi. İnandığını iddia ettiği değerlere nisbetle bugüne kadar işlenen suçları şeytani teselliler ile örtmeye çalışan ve bu suçların cezasız kalması için hak suretinde onun bunun peşinde hareket eden muvazaacı tipler… Bu Çadır Tiyatrosu’nu bugüne kadar devam ettirenler de aynı kişilerdi. Çünkü, yaşadığımız bu dönem insanların koparmak istemediği, hatta bir çoğunun daha yeni yeni tadına vardığı menfaat ilişkileriyle dolu. Bu menfaat ilişkilerinde din, ideoloji, siyaset, hepsi bir araç. Böyle olduğundan dolayı “sözün bittiği yer” denildiği hâlde söz hiç bitmiyor, “cici demokrasi” onun için bir din gibi algılanıyor. Çadır Tiyatrosu’na bu açıdan baktığımızda oldukça verimli bir toprak diyebiliriz. Bugüne kadar Güneydoğu, Irak’ın Kuzeyi ve Suriye gibi ve Amerika’nın taşeron örgütler üzerinden Anadolu’ya saldırısı gibi esas meseleler, hep, bu Çadır Tiyatrosu üzerinden örtüldü. Bu esas meseleler ortaya çıkmasın diye kavga ediyor görüntüsü altında didişmeler körüklendi. İş kavgaya geldiğinde ise, didişen taraflar sırra kadem bastı. Didişmeyi körükleyen bu seyirci takımının tek bir işlevi var; o da Çadır Tiyatrosu’nun devamını sağlamak. Ruh hâlleri ise, “reel politik” içerisine hapsolmuşlardan farklı değil. Hangi kesimden olursa olsun, bu işe yaramaz tayfa, dostunu ve düşmanını bu Çadır Tiyatrosu’na göre belirler. Bir adam bize tersse, fakat düşmanımızla savaşıyorsa bu bizi rahatsız etmez. Ama, Çadır Tiyarosu’ndan nemalanan didişmeci bu seyirci takımı hemen devreye girerek Esas Düşmanla savaş için belki de oluşabilecek bir bütünleşmeyi engellemek için size zıt olup, fakat düşmanımızla savaşan adamla sizin aranızdaki ayrılık noktalarını kaşımaya başlarlar. Çünkü bunlar oyunun neticesine etki etmedikleri gibi, bozungu ve bölücü olup, her türlü bütünleşmenin karşısındadırlar da. Ne gariptir ki, bunu hak ve hakkikat kisvesi altında yaparlar. Hesaplaşmanın belki de ilk merhalesi bu seyirci takımıyla olacaktır. Bu seyirci takımının genel karakteri, siyasette “düşmanımın düşmanı dostumdur” şeklinde değil de “düşmanımın düşmanı, benim de düşmanımdır” şeklinde ortaya çıkar. Genelde de Amerika’nın veya onun kurduğu Çadır Tiyatrosu’nun düşmanı bu seyircinin de düşmanı olur. Doğru tavır ise, senin Baş Düşmanınla (dünya düzeninin patronuyla) savaşan bir hareket Baş Düşmana ortaya koyduğu tavırdan dolayı, isterse düşmanın olsun desteklenir. Bunu, bir müttefiklik içerisinde söylemiyoruz; doğru siyaset mânâsına siyasî ve ahlâkî bir tavır alma olarak işaretliyoruz. Burada soğukkanlılık, öfke gibi bir çok etken devreye girdiğinden bu didişmeci seyirci hemen harekete geçerek sizin bu duygularınıza hitâb eder. Eğer nefret kontrolünüz sağlam değilse, Asıl Düşman’a duyduğunuz öfkeyi gözden kaçırarak, bu didişmeci, seyirci takımının kayığına binebilirsiniz. O zaman da bütünleşmenin ideolojik ve siyasî merkezine gelmek için adım atan “kaliteli adam tipi”nden nefret eden bu seyirci takımıyla, farkında olmadan aynı hizâda görünebilirsiniz. 29 Kasım Ruhu bize bu safhada bunların hepsine birden dikkat etmemiz gerektiğini ihtar ediyor. Gelinen nokta itibariyle, hiç kimsenin söyleyecek sözü kalmadığından dolayı, işler kuru sloganlar etrafında didişmeye döküldü. Söylenecek söz olmadığından dolayı yaşanan bu didişmeler esnasında en çok duyduğumuz cümle ise “sözün bittiği yerdeyiz” ifâdesi olmakta. Fakat, yapılması gerekene dair herhangi bir fikir- imaj olmadığından ötürü, söz de bir türlü bitmiyor. İşte, 29 Kasım Koferansı “sözün bittiği yer”in bir adım ötesine geçerek, yapılması gerekene dair olan sözü söylemiştir. Bu noktada da her kesimi söylediği sözün altını samimiyetle doldurmaya davet etmiştir. Ayrıca, Yürüyen Büyük Doğu olarak İBDA Mimarı, İBDA’nın yok sayıldığı bir sahte Büyük Doğu projesini yırtıp atacağını da, Tarihî Konferans’ının bütün havasına hâkim bir tavırla, ilgili olan herkese hissettirmiştir. Bu tavrı ortaya koyarken de “müslümanlar” genellemesiyle dili İBDA’dan gözüküp, İBDA’nın gölgesi altına sığınarak haksızlık, hırsızlık, işbirlikçilik, vatan ve millet düşmanlığı yapan adamların üzerinden çekip almış ve artık onların bu dili örtü olarak kullanamayacaklarını ve onu istismar edemeyeceklerini en üst seviyeden, ilgili herkese ihtar etmiştir. Bunun karşılığında da, İslâm’ı eleştirmek isteyenlere, bu kötü örneklere bakarak değil de, bizzat İBDA’ya bakarak bunu yapmalarını söylemiştir. Çünkü, nerede bir hırsız, işbirlikçi ve vatan haini varsa, suçüstü yakalandığında “Allah”, “Peygamber” diyerek işi hemen İslâm’a havâle ediyor ve kendisini suçüstü yakalayanın da hemencecik “Allah ve Peygamber düşmanı” ilan etmekten çekinmiyor. Sanki, -haşâ- Allah bunlara, “kimseye hesap verme, ben seni idare ederim” demiş ve senet almış… Müslüman kisveli bu adamların yaptıklarından dolayı da, toplumun geniş bir kesiminde zamanında başka ideolojilere ve inançlara olduğu gibi, bugün de İslâm’ karşı bir alerji oluşmaya başladı. Onun için de, Allah’a ve Resûlü’ne iftira atan bu adamların yaptıklarının İslâm’la alâkası olmadığı açığa çıkarılmalıydı. 29 Kasım’da İBDA Mimarı, ortaya koyduğu tavırla bu dili onlar üzerinden çekip alarak bu durumun açığa çıkmasını sağlamıştır. İslâm’ın tenkid edilecekse kendisine bakılarak edilmesini söylemesi, zaten bu kötü örneklerin de dışta kalmasını kendiliğinden sağlamıştır. Dolayısıyla da 29 Kasım’ı, adalet’in sağlanması için hesaplaşmanın başladığı tarih olarak anlamamız yanlış değil. Çadır Tiyatrosu’ndan nemalanıp mevcut durumun devam etmesini isteyelerin yaşadığı panik havası ortaya konulan bu ayırımdan kaynaklanmakta. Bugüne kadar bu ayırım yapılmadığından dolayı müslüman kılığına bürünmüş işbirlikçi, vatan haini ve hırsız tipler, İslâm dışı çevrelere karşı hep bizim şemsiyemiz altında görünüyorlardı. 29 Kasım’da ise, İBDA bu örtüyü onların üzerinden çekerek “müslüman” genellemesiyle yapılan bütün yanlışlıkların önüne ket vurmuştur. Siyasette, “müslümanım” dedikten itibaren her haltı yiyemeyeceğin ve önünde akan suların durmayacağı 29 Kasım’la birlikte tebliğ edilmiştir. Bugüne kadar, Batı işbirlikçiliğinin korkusu, “müslüman” genellemesi ve bu genellemenin insanlar üzerinde oluşturduğu etkinin dağılmasıydı. Bu yüzden, bir ihanetten, İslâm adına yapılan bir yanlıştan bahsettiğiniz ân size, linçe varacak şekilde saldırmışlardır. Çünkü sizi Çadır Tiyatrosu’nda oynanan oyunun bozguncusu olarak görürler; “Niçin siz bu oyunun devam etmesi için en azından ‘yedek’ görevi görmüyorsunuz?” Bugün birileri için safların daha da netleşemeyeceği bu şartlarda, İBDA Mimarı, 29 Kasım’da gerçek kurtuluşun iç savaş durumunun yaşanmadan da olabileceğinin reçetesini sunmuştur. Bu durumdan ise, safları iç savaşa göre düzenlenen uluslararası güçlerin rahatsız olacağı gayet açık. İç savaş durumunu minimize edebilmek gayesiyle de İBDA Mimarı herkesin kendisini sonuna kadar ifâde etmesi, anlatması ve izah etmesi gerektiğini söyledi. Bu durumdan kaçarak, kavga adı altında sadece didişmeyi önceleyenlerin İBDA mimarının sunduğu bu fırsatı değerlendirmeyip, Batı saflarında Anadolu’nun parçalanması için görev ifâ ettiklerini ve edeceklerini söylememiz yanlış olmasa gerek. Bu noktada da eğer ki Anadolunun kurtuluşu için bir iç savaş çıkacaksa, bu savaşın tarafları, Batının Anadoluyu parçalamak için kullanacağı taşeron örgütler ve İBDA anlayışı çerçevesinde Anadolu Bütünlüğü için parçalanmaya karşı çıkacak olan Milli Hareketler olacak. 29 Kasım Konferansı ise Batının Anadoluyu parçalamak için kullanmayı düşündüğü yapılanmaların bütünleşmekten yana olan bütün kesimler içindeki zehirli etkilerini kırmak için atılmış çok önemli bir adım olarak değerlendirebiliriz. Şu ân yaşanan bütün gelişmelerin değerlendirilmesinde 29 Kasım Konferansı bizim için nisbet noktası oluştururken, bundan sonra atacağımız adımlarımız için yol haritası işlevine de sahip. Ülke içi ve ülke dışı problemlerin çözümüne dair büyük bir hesaplaşma ve bu hesaplaşmanın tabiî bir gereği olarak büyük bir savaş, ihtiyâç olarak sokaktaki adama dahi hissettiriyor. Kördüğüm olmuş problemlerin çözümünün “çözerek” gerçekleşmeyeceği, bu kördüğümün ancak kesilerek çözülebileceği, neredeyse herkesin kabul ettiği bir yöntem olarak kendisini dayatmakta. Bu yöntemin Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Konferansında mevzu ettiği misâl çerçevesinde Kral Richard kabalığında mı, yoksa Selahaddin Eyyûbî inceliği ve idrakinde mi kullanılacağı 29 Kasım’dan sonra, sanki herkesin tercihine kalmış gibi. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın Adalet için hesaplaşma mutlaka olacak!.. Ali Osman ZOR ADIMLAR Dergisi – 1 Ocak 2015
Ali Osman ZOR: “İSLAM BİRLİĞİ BİR ŞEKİLDE KURULACAK” Hollanda Devlet Televizyonu NOS, ADIMLAR Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman ZOR ile bir röportaj gerçekleştirdi. NOS Tv Muhabiri Lucas Waagmeester’ın ısrarları üzerine Tarihi Kongre günü olan 29 Kasım 2014 Cumartesi günü Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen bu kısa röportajın görüntülü kaydını izleyebilirsiniz. Röportaj öncesinde 15 Kasım 2014 Cumartesi günü dergimize gelen Waagmeester ve ekibi, yapılan ön görüşme neticesinde İBDA ve Kumandan Mirzabeyoğlu hakkında edindikleri bilgiler sonrası Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun vereceği konferansa katılma isteklerini ısrarla beyan etmişler ve bu Tarihi Gün’de de Haliç Kongre Merkezi’nde hazır bulunmuşlardı. Konferans öncesi eğer mümkün olursa Genel Yayın Yönetmenimiz ile bir de röportaj yapmak istediklerini ifâde eden NOS temsilcilerine, bunun, Sayın ZOR’un yoğun olmasından dolayı mümkün olmadığı söylenmiştir. Konferans günü NOS Televizyonu’nun karşılaştığı kalabalık karşısında bir televizyoncu refleksi göstererek ısrarlarını arttırması sonucunda Genel Yayın Yönetmenimizle röportaj yapma fırsatını bulmuş ve ayaküstü kısa bir söyleşi gerçekleşmiştir. Konferanstan iki hafta önce dergi büromuzda gerçekleşen ve Hollandalı gazetecilerin İslâm Mücahidlerini, İBDA Merkezi’nde Türkiye’nin Misyonu’nu anlama ve kendi akıbetlerini, Batı’nın istikbâlini öğrenebilmek merakıyla sordukları sorular ve Ali Osman Zor’un açık yüreklilikle verdiği cevaplar karşısında gerçekleşen bu röportaj, Batı’nın bilmek istediklerinin özeti mahiyetinde cevaplara hâizdir. VİDEO