ARARKEN BULDUKLARIM – EMEK HAKKI VE AYDINLAR SINIFI
Alâaddin Bâki AYTEMİZ
Twitter’da bir paylaşım takılıyor önce gözüme:
“Sol (ortanın solu değil), işçilerin haklarını böyle canhıraş savunurken, işçiler neden solcu olmazlar?”
Fatih Bora Ekim, bu suali, Bartın’da yaşanan maden katliamı üzerine, Erkan Baş‘ın TBMM’de yaptığı ateşli konuşmaya istinaden soruyor.
İsteyen o konuşmayı internette rahatlıkla bulabilir. Mesele o konuşma değil, ben kendime soruyorum bu defa:
“İnsanlar kendi haklarını savunanlara niye yönelmezler? Niye İbdacı olmazlar?”
İnsan ve toplum meselelerine çözümü Mutlak Fikre nisbetle teorik olarak ortaya koyulmuş ve bunun aksiyonu da ifadeye geçmişken, insanların İbdacı olmamasındaki sebep nedir?
Sağa sola bakmadan suçu kendimizde görüyoruz: İnsanlara öncülük ederek, yaşanan zulüm ve haksızlıklar karşısında duracakken, bu haksızlıklara ortak olursan, ses etmezsen, insanlar sana niye meyletsin? Sana meyletmeyen insan, senin fikrine hiç meyletmez.
Dün, iktidarda başkaları varken Anadolu insanının hakkını canhıraş feryatlarla arayan İslâmcılar, dolayısıyla mazlumların, haksızlıklara uğrayanların dikkatini celbediyor ve bu da İslâm’a olan ilgi ve alâkayı artırıyordu. Bugün ise, bir Bartın katliamı başka birileri iktidardayken yaşansa o koltukları muktedirlere dar edecek olan mücahidler, bugün bu katliam karşısında sessiz kalıyor, geçiştirmeye ve hatta iktidarı kurtarmak adına bu hadisede iktidarın mesuliyetini örtmeye çalışıyorlarsa, afedersiniz ama kimse enayi değil. Dün mücahidlik ederek insanların haklarını savunanların bugün hak savunmak değil yalakalık yaptığını, iktidarda kalmak adına rejimin pisliklerine ortak olduklarını, rejime entegre olup, rejime hayat verdiklerini herkes görüyor.
Ne için?
Biraz daha iktidarda kalalım da biraz daha dünyalık elde edelim.
Tesellisi mi?
Biraz daha dünyalık, biraz daha güçlenmek demek ya sözde…
Evet, savaşa gidilirken susayan orduya ancak susuzluğu giderecek kadar içilmesi emredilen sudan, “kana kana, doya doya içelim de düşmanın karşısına daha güçlü çıkarız!” diyenler gibiler değil mi? Onlar da “kana kana içelim ki güçlenelim” derken, daha da güçlenelim, daha, daha, daha diyerek suyun başından kalkıp savaşa gidemeyen bahtsızlar… Güçleneceğim derken, güç vasıta değil de gaye oluyor ama farkında değiller. Bunu söylediğin zaman da bir sürü şey…
“Güçleneceğiz” diye, “gücümüzü kaybetmeyelim” diye haksızlık karşısında susanlar…
Konuşurlar, itiraz ederlerse, sudan içemeyecekler…
Bu kısmı fazla uzattım galiba, dönelim esas meseleye…
Gerçi bu meseleyi ne kadar uzatsak ve böyle satıhta bırakmayıp ne kadar derinleştirsek az gelir ama meselemiz bu değil…
Fatih Bey’in mezkur paylaşımına takipçilerinden Kadir Demiryürek (@BirBartleby) link atmış… Linke tıklayınca, karşımıza “Emeğe Karşı Manifesto” başlığıyla bir yazı çıkıyor.
Yazıyı aşağıda vereceğim ama öncesinde Sayın Ekim’in “Emeğe Karşı Manifesto”ya yaptığı yorumu verelim:
“Güzel yazıymış. Çözümün nasıl olmayacağını çok güzel izah eden post marxist bir yazı. Evet post marxistlerde emek yüceltmesinin anlamsızlığını keşfedenler var. Ama bir çıkışları yok. Ve ana akım sol halen halay çekiyor.”
Sayın Ekim’in bu yorumuna bir mim koyalım ve şimdi de geçelim “Emeğe Karşı Manifesto”ya…
Emeğe Karşı Manifesto
19/2/2019/ skopbülten / Krisis Grubu, Çeviri: Ayşe Boren, Elçin Gen
Krisis Grubu, Almanya’da 1986 yılında “Marksist Eleştiri” adıyla kurulup sonradan “Krisis” adı verilen dergi etrafında toplanan düşünür ve yazarlardan oluşmaktadır. “Değer eleştirisi” (Wertkritik) ekolü olarak da anılan grubun önde gelen üyeleri, Norbert Trenkle, Robert Kurz (1943-2012), Ernst Lohoff, Anselm Jappe ve Roswitha Scholz’dur. Frankfurt Okulu ile eleştirel kuramın ve Guy Debord’un mirasını sahiplenen grup, Kanadalı Marksist düşünür Moishe Postone’un (1942-2018) eserlerinden önemli ölçüde yararlanmıştır. Aşağıda bazı bölümlerini sunduğumuz “Emeğe Karşı Manifesto” 1999’da yayınlandıktan sonra pek çok dile çevrilerek tartışıldı. Grubun üyelerinden Norbert Trenkle ile kültüralizm üzerine yapılmış bir söyleşinin Türkçe çevirisi bulunuyor. Anselm Jappe’nin Guy Debord üzerine kaleme aldığı kitaptan pasajlar da önümüzdeki günlerde e-skop’ta yayınlanacak.
*
Emek, özel mülkiyet tarafından belirlenmiş ve özel mülkiyet üreten, doğası itibariyle zorunlu, insanlıkdışı ve toplumdışı bir faaliyettir. Dolayısıyla, özel mülkün ortadan kaldırılması, ancak emeğin ortadan kaldırılması olarak kavrandığı zaman mümkün olacaktır. – Karl Marx[1]
Toplum üzerinde bir ceset hüküm sürüyor – emeğin cesedi. Dünyadaki bütün güçler, emeğin hükmünü savunmak için birleşmiş durumda: Papa ve Dünya Bankası, Tony Blair ve Jörg Haider, sendikalar ve girişimciler, Alman yeşilleri ve Fransız sosyalistleri. Hepsi aynı teraneden çalıyor: iş, iş, iş!
Çalışmayana ekmek yok! Bu kinik ilke, tam da geri dönüşsüz bir şekilde geçersiz hale geldiği şu günlerde her zamankinden daha da etkili. Bu gerçekten tam bir saçmalık: Emeğin kendisi fazlalık olmuşken, toplumumuz tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar emek toplumu haline gelmiş durumda. Ölüm döşeğinde yatan emek, kendinden başka hiçbir tanrıya müsamahası olmayan totaliter bir güç olduğunu ispatladı. Gündelik hayatın gözeneklerinden insan ruhuna sızarak hem düşünceyi hem de eylemi denetliyor. Toplumsal ilişkilerin tümden ticarileştirilmesinin önündeki son engeller de hiç düşünmeden kaldırılacak, yeter ki birkaç sefil iş daha yaratma imkânı görülsün. “Her iş işsizlikten iyidir” lafı herkesin ağzından söke söke alınan bir amentüye dönüşmüş durumda bugünlerde.
Emek toplumunun sona yaklaştığı ayyuka çıktıkça, bu idrak, kamusal bilinçte daha da hiddetli bir şekilde bastırılıyor. Emeğin, kendi kendine zarar veren, kendi içinde bir amaç haline geldiği gerçeği –tüm dünyada geçerli ayan beyan bir gerçek– inatla, kişilerin, şirketlerin ve hatta koskoca bölgelerin bireysel ya da kolektif başarısızlığı olarak takdim ediliyor. Dünya evrensel bir sabit fikrin denetimi altına girmiş gibi. Emeğin yapısında var olan nesnel engelin, zaten çoktan denklemden çıkarılmış olanların öznel sorunu gibi gözükmesi gerekiyor.
Kimilerine göre işsizlik, abartılı taleplerin, düşük performansın ya da esneklik eksikliğinin bir sonucu. Kimileriyse işsizliği, “onların” politikacılarının ya da şirket yöneticilerinin kifayetsizliğine, yozlaşmışlığına, aç gözlülüğüne, hatta hatta “ihanet” politikaları izleme eğilimlerine bağlıyor. Neticede herkes, sanki mesele sözgelimi bir futbol takımını ya da politik bir hizbi motive etmekmiş gibi, “ülkedeki herkes elbirliğiyle çalışmalı” diye buyuran eski Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog’la hemfikir. Bu tür teşvik çabalarının iç karartıcı üst mesajını doğru anlamak lazım: Her kim “emek tanrısı”nın gözüne girmeyi başaramamışsa, suç ondadır, ve gözden çıkarılıp kenara itilmeyi hak etmiştir.
Dünyanın her yerinde, insanların nasıl ve ne zaman gözden çıkarılabileceğini belirleyen bu türden bir kanun yürürlükte. Ülkeler, bir bir, ekonomik totalitarizm çarkının altında eziliyor ve böylece dünyadaki yegâne “gerçeğe” tanıklık ediyorlar: ülkenin, “piyasa ekonomisi kanunları”nı çiğnediğine. Topyekûn rekabetin kontrolsüz işleyişine kendini koşulsuz ve pervasız bir şekilde uyarlamayan her ülke, kâr mantığının gazabına uğrayacaktır. Bu sırada, dünya nüfusunun dörtte üçü toplumsal atık ilan edildi. Kapitalizmin merkezleri birbiri ardına paramparça oluyor. Avrupa’da bile panik bütün topluma yayılıyor. Buna rağmen, politikadaki ve yönetim kadrolarındaki Don Kişot’lar, eskisinden de kararlı bir şekilde “emek tanrısı” adına bir din savaşı vermeyi sürdürüyorlar.
“İşgücü” denen metanın başarılı bir şekilde satılması, kural olmaktan çıkıp istisna haline gelirse, irrasyonel emek soyutlamasına adanmış toplumun apartheid eğilimi geliştirmesi kaçınılmaz olur. Emek üzerindeki bu mutabakatın bütün tarafları –tabiri caizse, çalışma kampı– bu mantığı uzun zaman önce sessiz sedasız kabul etti, hatta tamamıyla destekleyici bir rol üstlendi. Giderek daha geniş nüfus kesimlerinin kenara itilmesi ve toplumsal katılımdan dışlanması konusunda bir tartışma yok; tek tartışma, bu toplumsal seçilimin nasıl yapılacağı konusunda.
“İşgücü kıtlığının” ideolojik bir dönüşümle bir yurttaşlık hakkına çevrilmesi, bütün yabancıları kaçınılmaz olarak dışlar. Böylece, seçilimin toplumsal mantığı sorgulanmaz, yeniden tanımlanır: Herkesin tek başına verdiği hayatta kalma mücadelesinin gerilimi, etnik-milliyetçi kriterler yoluyla azaltılacaktır. Çalışmaya duydukları sapkın iştahta nihayet birleşen halk, kalbinin derinliklerinde feryat ediyor: “Ülke içindeki işler sadece doğuştan yurttaşların hakkıdır”. Sağ popülizm bu tür duyguları gizleme gereği duymuyor: “Rakip topluma” yönelik eleştirisi, gittikçe daralan kapitalist servet bölgelerinde etnik temizlik anlamına geliyor.
Reformasyon günlerinden bu yana Batı modernleşmesinin bütün güçleri, çalışmanın kutsallığını vaaz edip durdular. Son 150 yılda, bütün toplum kuramları ve siyaset okulları emek fikrinin büyüsüne kapılmıştı. Sosyalistler ile muhafazakârlar, demokratlar ile faşistler ölümüne savaştı; ama tüm bu ölümcül nefrete rağmen, emek tanrısına bağlılıklarını bildirmekte daima ağız birliği ettiler. Geriye kalan, amansız bir dogmanın ortak zeminiydi: Çalışmak, insanların doğal kaderidir.
Günümüzde bizzat emek toplumunun içinde bulunduğu durum, bu dogmayı yalanlıyor: Yaptığı işin içeriğini, anlamını ya da amacını sorgulamaya kalkan herkes, ister istemez ya çıldıracak ya da başlı başına bir amaç olarak işlemek üzere tasarlanmış toplumsal düzeneğe çomak sokan bir unsura dönüşecektir. Bir zamanlar zanaatıyla ve mesleğiyle gurur duyan homo faber –yaptığı işi dar kafalı bir şekilde ciddiye alan insan türü– daktilo kadar çağdışı kaldı. Değirmenin ne pahasına olursa olsun dönmesi gerekiyor ve zaten “bütün mesele de bundan ibaret”. Reklam departmanları, eğlence orduları, şirket psikologları, imaj danışmanları ve torbacılar: anlam yaratmak onlara düşüyor. Lafa gelince motivasyon ve yaratıcılık gırla gidiyor; ama fiiliyatta ikisinden de eser yok – kendini kandırma becerisinden başka.
Emek toplumunun içinde bulunduğu kriz, çalışmanın doğa tarafından insanlığa dayatılmış ezeli ebedi bir mecburiyet olduğu iddiasının fos olduğunu ortaya koyuyor. Yüzyıllar boyunca emek tanrısına tapınmamız gerektiği; alın teri dökülmeden ihtiyaçların karşılanamayacağı vaaz edildi. İhtiyaçları karşılamak: çalışma kampı hayatının tek amacı bu. Bu doğru olsaydı eğer, emek eleştirisi, yerçekimi eleştirisi kadar abes bir şey olurdu. Nasıl oluyor da bir “doğa kanunu” krize giriyor, hatta ortadan kalkıyor? Havyar düşkünü neo-liberallerden bira göbeği yapmış sendikacılara kadar, çalışma kampında yer alan bütün parti grup liderleri, emeğin sözümona doğallığını ispatlamak için bin bir dereden su getiriyorlar. Öyle ya, sırf emek sistemi onların emeğine artık ihtiyaç duymuyor diye nüfusun dörtte üçünün sefalet ve yoksulluk içinde yaşıyor olmasını nasıl açıklayacaklar?
Emek, hiçbir şekilde, insanların doğayı dönüştürüp birbirleriyle etkileşim içine girmesiyle aynı şey değildir. İnsanlar, var oldukları sürece evler inşa edecek; kıyafet, yemek ve bir sürü başka şey daha üretecekler. Çocuk yetiştirecek; kitap yazacak; tartışacak; bahçe kuracak ve müzik yapacaklar. Bu, açıklamaya gerek olmayan apaçık bir gerçek. Gelgelelim, içeriğine bakmaksızın, katılımcıların ihtiyaç ve arzularını dikkate almaksızın, kendi içinde insan faaliyetinin –salt “emek gücü sarfiyatı”nın– toplumsal ilişkileri yöneten soyut bir ilke konumuna çıkarılması, hiç de apaçık bir gerçek değildir.
Diğer tüm toplumsal ilişkilerden “yalıtılmış” ve her tür içerikten soyutlanmış “emek” adı verilen ayrı bir alan yaratmak, insan enerjisini durmadan paraya tahvil eden modern meta üretim sisteminin marifetidir. Kendisine mahkûm olanlardan koşulsuz teslimiyet talep eden; yaşamlarını onun hükmüne teslim etmelerini isteyen; kendilerini, her tür toplumsal bağlamdan koparılmış bağımlı bir robotik faaliyete bırakmalarını ve insan ihtiyaçlarının ötesinde yatan soyut, “ekonomik” bir araçsal akla biat etmelerini bekleyen bir alan bu.
Sol, her zaman emeği göklere çıkarmıştır. Emeği, insanın gerçek doğası olarak takdim etmiş ve ona, sermayenin sözde karşı-ilkesi olmak gibi gizemli bir rol biçmiştir. Emeğin kendisine değil, sermaye tarafından sömürülmesine skandal gözüyle bakılmıştır. Bunun sonucunda, gelmiş geçmiş bütün “işçi partilerinin” programı, “emekten kurtularak özgürleşme” değil, “emeğin özgürleşmesi” olmuştur.
Üretimin niteliksel içeriği, sermaye açısından ne kadar önemsizse, emek açısından da bir o kadar önemsizdir. Tek mesele, emek gücünü mümkün olan en yüksek fiyata satmaktır. İnsan faaliyetinin nesnesini ve ereğini müşterek bir kararla belirleme fikri, angarya mahkûmlarının aklından bile geçmez. Mevcut meta üretimi sistemi çerçevesinde toplumsal yeniden üretimin böyle bir özdenetimle belirlenebileceğine dair herhangi bir umut vardıysa bile, “iş gücü” bu hayalden çoktan vazgeçti. Emek gücü denen metayı satan için de alan için de, neyin ne amaçla üretildiğinin ve ne gibi sonuçlar doğurduğunun hiçbir önemi yok. Nükleer santral ve kimyasal madde fabrikası işçileri, içinde çalıştıkları saatli bombaların kapatılmasına en yüksek sesle karşı çıkanlar oluyor. Volkswagen, Ford ve Toyota “çalışanları”, otomobil güdümlü intihar programının en fanatik müritleri. Bunun esas sebebi de, geçinebilmek için kendilerini satmak zorunda olmaları değil, sınırlı varoluşlarıyla fiilen özdeşleşmiş olmaları. Sosyologlar, sendikacılar, papazlar ve “toplumsal mesele” konusunda “uzmanlaşmış” diğer “ilahiyatçılar”, bunu, emeğin etik ve manevi değerinin kanıtı olarak görüyorlar. “Emek, kişiliği şekillendirir” diyorlar. Evet, üzerine titredikleri ve gece gündüz demeden uğruna kendilerini heba ettikleri angaryalar dışında bir yaşam hayal edemeyen meta üretimi zombilerinin kişiliği gerçekten de emekle şekilleniyor.
Çalışmak, giderek, vicdan rahatlığıyla özdeşleşiyor: Aylaklık etme arzusu “istirahat ihtiyacı” diye adlandırılıyor ve insanda mahcubiyete yol açmaya başlıyor. Kırda gezinirken yakalananlar, “sadece sağlık amaçlı” diyerek kendilerini savunma ihtiyacı duyuyorlar. Yakın gelecekte, “tefekkür hayatına” kendini bırakmak (örneğin, tefekküre dalmak için arkadaşlarla yürüyüşe çıkmak), kişinin kendini hor görmesine ve vicdan azabı çekmesine sebep olabilir. – Friedrich Nietzsche[2]
Modern çağın tarihi emeğin cebren uygulamaya konmasının tarihidir ve peşi sıra tüm yeryüzüne yayılan bir dehşet ve yıkımı getirmiştir. İnsanın ömrünün büyük kısmını soyut sistemsel buyruklar doğrultusunda harcamaya zorlanması tarihin her döneminde şimdiki kadar içselleştirilmiş değildi. İnsanları düpedüz işkenceyle emek tanrısına kayıtsız şartsız biata zorlamak, asırlar süren kaba kuvvete ve büyük ölçekli şiddete mal olmuştu.
Bu süreç, bilmemhangi majestelerinin tebaasının “zenginliğini” artırmak amacıyla piyasanın genişletilmesi gibi “masum” bir hamleyle başlamadı, mutlakıyetçi devlet aygıtının ilk modern ordu düzeneğini finanse etmek için duyduğu doymak bilmez açlıkla başladı. Kentli ticaret ve finans sermayesinin geleneksel ticaret ilişkilerinin ötesinde bir gelişme göstermesi ancak bu aygıt sayesinde ivme kazandı, bu da tarihte ilk kez toplumun tamamını bürokratik bir kapana soktu. İnsanlar kendilerini geçindirmek için değil, modern çağın başında militarize edilmiş ateşli-silah-devletini, onun lojistiğini ve bürokrasisini geçindirmek için “para kazanmak” zorundaydı. Kendi içinde amaca dönüşen absürt sermaye değerlenmesi ve dolayısıyla emeğin değerlenmesi böyle dünyaya geldi.
Nihayetinde mutlakıyeti devralan modern burjuvazi, eski ticaret yollarında seyahate çıkan barışçıl tüccarların soyundan gelmiyordu. Modern “girişimciliğin” toplumsal yuvasını hazırlayanlar, modern çağın başındaki Condottieri denen paralı asker çeteleri, düşkünlerevi yöneticileri, ıslahevi nöbetçileri, köle amirleri ve bu cinsten canilerdi.
18. ve 19. yüzyıllardaki burjuva devrimlerinin toplumsal özgürleşmeyle hiçbir alakası yoktu. Tek yaptıkları, yükselmekte olan baskıcı sistem içerisindeki güç dengelerini yeniden yapılandırmak, emek toplumunun kurumlarını hanedanlığa dayalı eski çıkarlardan ayrıştırmak, şeyleşme ve kişilik kaybı sürecini hızlandırmaktı. Zorunlu çalışmayı azametle ilan eden, anlı şanlı Fransız Devrimi oldu: Devrim, “dilenciliğin ortadan kaldırılması” için kanun çıkarıp yeni emek hapishaneleri açmakta gecikmedi.
Burjuva devrimlerinin kıyısında köşesinde alevlenen bambaşka mahiyetteki isyancı toplumsal hareketlerin uğruna mücadele ettiği şeylerin tam tersiydi bu. Tamamen özerk direniş ve itaatsizlik biçimleri nicedir mevcuttu, ama modern emek toplumunun resmî tarihyazımı bunlara anlam veremezdi. Feodal yönetime hiçbir zaman tam boyun eğmemiş eski tarım toplumlarının üreticileri, hayatlarına dışardan dayatılan bir sistemin işçi sınıfını oluşturmak gibi bir gelecekle karşı karşıya olmayı basbayağı reddediyordu. 15. ve 16. yüzyıllardaki köylü isyanlarından, geri kalmış ahmakların isyanı olarak küçümsenen Britanya’daki Ludist ayaklanmalara, 1844’teki Silezya dokumacılar isyanına kadar pek çok olay, çalışmaya karşı gösterilen öfke dolu direnişin kanıtıydı.
Günümüzde emeğin can çekişmesi yüzünden bürokratik zincirler emek toplumunun ilk günlerindeki kadar yoğun hissedilebiliyor. Emek yönetimi, oldum olası toplumsal ayrımcılığı örgütlemiş bir baskı sistemi olduğunu gözler önüne seriyor ve demokratik devlet köleliği aracılığıyla mevcut krizi bertaraf etmek için boşuna uğraşıyor. Bu arada, kapitalist “zenginliğin” çeperlerinde kalan ülkeler, zaten çoktandır enkaza dönmüş “ulusal ekonomiler”, yeniden kolonyal kötü ruhun istilasına uğruyor. Hâlâ sağ kalanların kanını emecek “tahsildarlık” makamında bu kez IMF oturuyor.
Kapitalist merkezlerdeki tüm o zenginliğin ortasında, yoksulluk ve açlık arz-ı endam ediyor. Üretim tesisleri birer birer kapanıyor, ekilebilir toprakların büyük kısmı boş bırakılıyor. Yığınla konut ve kamu binası terk edilmişken, evsiz insanların sayısı artıyor. Kapitalizm, sadece küresel bir azınlığın katıldığı bir olaya dönüşüyor.
Son demlerini yaşamakta olan emek tanrısı, eleminden kendi kendini yiyor. Geride kalan son emek “besinini” arayan sermaye, ulusal ekonomi sınırlarını parçalıyor ve göçebe bir kıyasıya rekabet üzerinden küreselleşiyor. Kimi bölgeler, sermaye ve meta akışından tamamen dışlanıyor. Küresel oyuncular, eşi görülmemiş birleşmeler ve “hileli devirler”le, özel girişimciliğin nihai muharebesine hazırlanıyor. Dağınık devletler ve ülkeler içe patlıyor, hayatta kalma savaşıyla aklını kaybetmiş nüfusları etnik çete savaşlarında birbirine saldırıyor.
Devlet finansal aciliyet durumuna yaklaştıkça, tamamen baskıcı özüne dönüyor. Altyapı hizmetleri, sadece uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeye çekiliyor. Vaktiyle sömürgelerde yapıldığı gibi, toplumsal lojistik bir avuç ekonomik merkezle sınırlanırken geri kalan her yer çölleşmeye terk ediliyor. Özelleştirilebilecek ne varsa özelleştiriliyor, bu arada gitgide daha çok sayıda insan en temel ihtiyaçların karşılanmasından bile mahrum bırakılıyor.
Bir yerde demiryolu ya da posta hizmetlerinin sağlanıp sağlanmadığı, artık yalnızca ticaret, sanayi ve mali piyasalar açısından değerlendiriliyor. Eğitim, küreselleşmeden galip çıkanların ayrıcalığına dönüşüyor. Entelektüel, sanatsal, kültürel ve teorik kültür, pazarlanabilirlik ölçütüne göre değerlendirilerek sönüp gidiyor. Gittikçe büyüyen finansman açığı kamusal sağlık hizmetini enkaza çevirerek tıbbi hizmetlerde sınıflı bir sisteme yol açıyor. Başta sessizce ve derinden devreye sokulan toplumsal ötanazi kanunu, nihayet pervasızca ilan ediliyor: Yoksul ve gereksiz olduğun için, erken öleceksin!
Tıp, eğitim, kültür ve genel altyapı alanlarında gereken bilgi, beceri ve yöntem de, ihtiyaç duyulan donanım da bol bol mevcut. Ancak, “yeterli kaynak” şartı uyarınca –ki emek toplumunun akıldışı kanununun nesneleşmesidir bu şart– imkân ve yetilerin hepsi ya kilit altında tutuluyor ya da ıskartaya çıkarılıyor. Tarım ve sanayide “randımansız” addedilen üretim araçları için de aynısı geçerli. Zorunlu çalışma ve düşük ücret rejimiyle, sosyal güvence kesintileriyle dayatılan baskıcı emek simülasyonunu saymazsak, çoktandır bir apartheid sistemine dönüşmüş olan demokratik devletin, eski emekçi tebaasına sunabileceği hiçbir şey kalmadı. Bunun bir ileriki aşaması, bizzat yönetimin dağılmasıdır. İşte o zaman devlet aygıtı yozlaşmış bir “kleptokrasi”ye [hırsızlar yönetimi], silahlı kuvvetler mafya tarzı savaş çetelerine, kolluk kuvvetleri de eşkıyaya dönüşür.
Bu durumu durdurabilecek, hele hele geri çevirebilecek hiçbir siyasi program düşünmek mümkün değil. Politika özü gereği devlet formunda bir toplumsal örgütlenmeyle bağlantılıdır. Devlet denen yapının temelleri çökmeye başladığında, politikanın da siyasi programın da zemini kalmaz. Solun, hayat koşullarına “siyaseten biçim verme” dediği formül, günbegün kendini daha da gülünç duruma düşürüyor. Sonu gelmeyen baskıdan, uygarlığın tedrici tasfiyesinden, ve “ekonomi terörüne” destekten gayrı, “biçim verilecek” bir şey kalmadı. Emek toplumuna özgü toplumsal kendinde-amaç Batı demokrasinin apaçık önkoşulu olduğundan, emeğin kendisi krize girdiğinde politik-demokratik düzenlemenin zemini de kalmaz. Emeğin sonu, politikanın sonudur.
Modern insan, asırlar süren ehlileştirmenin ardından, çalışmanın olmadığı bir hayatı hayal bile edemez hale geldi. Bir toplumsal buyruk olarak çalışma sadece dar anlamda ekonomi alanına hükmetmekle kalmıyor, toplumsal varoluşun tamamına yayılarak gündelik hayata sızıyor ve herkesin iliğine işliyor.
Kral Midas, dokunduğu her şey altına döndüğünde nasıl bir lanete uğradığını anlamıştı; ama modern kader ortakları henüz bu idrak aşamasına eremedi. Emek düşkünleri, çalışma kalıbına uyarlandığı anda her türlü faaliyetin kendine özgü haz verici niteliğinin yok olacağını ve anlamsızlaşacağını kavrayabilmiş değil. Tersine, çağdaşlarımız bir faaliyeti ancak meta dünyasının ayrımsızlığıyla bağdaştırabildiği zaman ona bir anlam, meşruiyet ve toplumsal önem atfedebiliyor. Yüce emek tanrısının kulları, örneğin yas gibi bir duyguyla ne yapacağını bilemiyor; ama yası “yas çalışması”na dönüştürdüğünüzde, duygusal açıdan yabancı olan unsur, insanın hemcinsleriyle hasbıhal edebileceği bildik bir niceliğe dönüşüyor. Rüya da aynı şekilde “rüya çalışması”na; sevdiğinizle meşgul olmak “ilişki üzerinde çalışma”ya; çocuklarınızla ilgilenmek “bakım emeği”ne dönüşüyor. Modern insan, faaliyetlerinin ciddiyetini vurgulamak istediğinde, “çalışma” kelimesini kullanmak suretiyle emek tanrısına biat ettiğini gösteriyor.
Bu kavramsal bulanıklık, emek toplumunun “ortak akla” dayalı yaygın eleştirisinin önünü açıyor: Bu eleştiri, emek emperyalizmini pozitivist bir tarzda olumlamak suretiyle tam tersi bir sav öne sürüyor. Sanki emek hayatın her yönüne hâkim olmamış gibi, emek toplumu “emeği” çok dar tanımlamakla itham ediliyor; sadece kazanç sağlayan işi “gerçek” meşru çalışma olarak tarif edip, kendi kendine yapılan veya ücretsiz üstlenilen (ev işi, başkalarına yardım vs. gibi) faaliyetleri yok saydığı için eleştiriliyor. Emek kavramının güncellenip genişletilmesinin, tek taraflı tanımı ve buna bağlı hiyerarşiyi ortadan kaldıracağı düşünülüyor.
Bu düşünme tarzı, halihazırdaki zorunluluklardan kurtulmayı değil, olsa olsa semantik bir yamayı hedefliyor. Kapitalist üretim alanının dışında olup bugüne dek düşük konum atfedilmiş olan hizmetlerin “gerçek” emek denen o yüce mertebeye taşınmasıyla toplumsal bilinç manipüle edilebilir ve böylelikle emek toplumunun krizi görünüşte çözülebilir. Gelgelelim, bu hizmetlerin düşük konumu, belli bir ideolojik görüşün neticesi değil, bizzat meta üretimi sisteminin bünyesine içkin bir durumdur, tam da bu yüzden şık bir ahlaki yeniden tanımlamayla değiştirilmesi mümkün değildir. Nitekim bugün kamu kurumlarının attığı adımlar, emeği yeniden tanımlayarak değil, emeği bilinçli bir şekilde değersizleştirerek toplumsal özgürleşmeye ulaşabileceğimizi kanıtlıyor.
[1] Friedrich List’in Das Nationale System der Politischen Oekonomie başlıklı kitabı üzerine yazdığı makalenin taslağından.
[2] Leisure and Idleness, 1882
Haddini aşan her şeyin zıddına tekamül etmesi hikmeti icabı, emek de aynı kanuna tabi.
Yoksa emek değersiz midir?
Elbette emeği inkâr etmiyoruz ama mesele şu ki yeri ve kıymeti nedir? Sadece emek de değil, her şey ve her mevzuu için sorulması gereken sual: Şeylerin yerini ve değerini kim neye göre tesbit edecek? Şayet bu kıymet hükümleri, salt insan aklına dayanacaksa, o zaman akıllar arasındaki derecelendirme neye ve kime göre olacak?
Burada çıkış yolu arayanlara izah değil bir işaret olarak şu iki kavramı belirtelim: “Hakikat-i Ferdiyye” ve “Bütün Fikrin – Mutlak Fikrin Gerekliliği”... Bu mevzulara girersek yazı hiç bitmez, sadece mevzu başlıkları olarak işaret etmekle kifayet ediyoruz…
Yukarıda, Emeğe Karşı Manifesto’nun takdiminde geçen “Norbert Trenkle ile kültüralizm üzerine yapılmış bir söyleşinin Türkçe çevirisi”ne tıkladığımda ise karşıma Trenkle ile röportajı yapanın adı da çıktı: Salih Selçuk…
Ben bu isme bir yerden aşinayım ama…
Derken hatırlıyorum…
Salih Selçuk Caydı… Rahmetli Harun Yüksel Ağabey’in takip ettiği ve onun sayesinde gıyabında tanıdığımız bir aydınımız.
Eh, hadi bu vesileyle bir de onu soralım bakalım Hazreti Googl’a…
Nitekim karşıma Sayın Caydı’nın twitter hesabı çıkıyor ki, son paylaşımlarından biri tam da üzerine gittiğim mesele ile de ilgili.
Şu notları paylaşmış:
Selçuk Salih Caydı
@selcuksalih
18 Ekim
Pandemi ve anlamı, ona karşı tutum pek sorgulanmadı, bu durumda entelektüellerin konuşması gerekirdi ama herkes “daha iyi bildiği için” entelektüellere, pandeminin insanların anlam dünyasında yaptığı değişiklik falan konuşulmadı. Entelektüelleri hanidir takan yoktu zaten…
20’inci Yüzyıl bir entelektüeller çağıydı. Tek başına Sol sosyalist devrimci hareket, Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, bir entelektüeller çağına işaret eder.
Seksenlere kadar, önemli bir olay oldu mu ekranlara entelektüeller davet edilirdi. 21. Yüzyılda uzmanlar davet ediliyor…
Modernleşme döneminin edebiyatçıları, ondan önce filozoflar, kulak kabartılan “bilgiç ve bilge” kişilerdi, bayrağı eski bilgelerden devralmışlardı. Bir şey bitmesine yakın banalleşir, kalitesi düşer. Şimdi, 21’inci yüzyılda ilgi alanlarını işgal eden “uzman” bolluğu yozlaşıyor…
Entelektüellik, özellikle neoliberal dönemde büyük bir aşağılanma/küçümsenme yaşadı. Türkiye’de de, entelektüelleri küçümseyerek kendini büyüttüğünü sanan anlayış, uzmanların da seviyesini düşürerek, aslında yeni nesil bir “bilen düşünen kişi” türüne alan açıyor olabilir…
Her yozlaşmanın ardından yeni bir tür ve tarz gelir. Ekranları işgal eden uzmanların “kendi alanlarında” (o da yarım yamalak) bilgi verip o bilgilere dayanan yanlış yorumlar yapmaları, 1980’lerde başlayan “Uzmanlar Devri“nin artık kapanmakta olduğunu gösteriyor…
Her konuyu -sadece maddi açıdan- birbirinden ayrı değerlendiren, ‘anlam’a hiç kafa yormayan anlayış, hayatı sıradan bir varoluşa indirgeyip, insanın anlam arayan spiritüel yanını tamamen es geçti. Şimdi o yanı da tamamlayacak bütüncül düşüncenin vakti… <<
#KonstantiniyeNotları
İyi de bu işin sonu yok, ona tıkla, buna tıkla, nereye kadar dediğinizi duyar gibiyim.
Bağlıyorum… Hani Sayın Ekim’in, “bu yazıda çıkış yok, sadece çözümün nasıl olmayacağını göstermiş” diyen yorumuna bir mim koyalım demiştim ya, isteyen beğenir, isteyen beğenmez ama –hem post-marksistlerin ortaya çıkmaya başlamasından çeyrek asır öncesinden– emek eleştirisi ve çözüm teklifi…
Söz kürsüsü Büyük Doğu – İBDA‘nın:
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ
Tarih boyunca her inkılâp bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Büyük İnkılâbı, burjuvazi sınıfına; komünizm inkılâbı işçi sınıfına vesaire vesaire… Askerler, rahipler, derebeyleri gibi sınıflar, tarihte bellibaşlı rejimlerin, bellibaşlı zamanlar ve mekânlar içinde, dayanağı olmuştur.
İnkılâp tarihleri, içtimaî sınıflardan birine istinat etmeyen inkılâpları, dolayısıyla devlet ve idare şekillerini, üzerinde tecelli edeceği maddeden mahrum bir ruh gibi mücerret ve havada muallâk farzeder. Sınıflar, tarih boyunca, fikirlerin ve davaların manivelâsı olmuştur.
Gerçekten, içtimaî sınıflar, zamanın tecelli aynası olan mekân gibi, davaların müşahhas tezahür zeminleridir. Sınıfsız, ruh ve fikri kadrolaştırmanın, zaptetmenin imkânı yoktur.
İslâm inkılâbında ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, bellibaşlı farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değil, kitlelerin, bütün insanlık çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün aydınlar sınıfı…
İslâm inkılâbında sınıf davası böylece, bir yandan sınıf mefhumunun dar ve hasis çerçevesi dışına çıkıp bütün beşeriyeti kucaklayıcı bir genişlik belirtirken; bir yandan da, mücerret fikirlerin taallûksuz kalmaması ve mutlaka müşahhas hayat akışı içinde bir “yed’i emin”ler kadrosuna malik bulunması gibi, sınıf mefhumunun ilk zararlı cephesine karşılık, ikinci faydalı cephesinden semerelenmiş olur.
İslâm inkılâbında sınıf, böylece varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Dar ve hasis mânâsıyla yok, ana oluşa mihrak teşkil edici ve davayı müşahhas plânda temsil ve bütün insanlığa teşmil edici mânâsıyla var… İşte zamanın tecellisindeki mekân zarureti hâlinde, maddî dayanak noktası olmak haysiyetini kabul ettiğimiz ve bütün darlık ve hasisliğine sed çekici ölçüleri de kendi içinde mütalâa edip onu inhisarsız bir açıklığa ulaştırdığımız sınıf, İslâm inkılâbında, ismiyle ve cismiyle, tekrarlayalım, gerçek aydınlar, çilekeş fikir soyluları asalet sınıfıdır.
Bizim dayandığımız ve bütün insanlık mikyasında hudutsuz ve şâmil gördüğümüz zümre hakkı, fikir çilesinden ve idrak ıstırabından doğar. Demek ki, bizim bu türlü aydınlar sınıfından anladığımız, bu asîl mefhumun orospulaştırılmış delâletiyle baştan başa mankafa ve hiçbir işe yaramaz, zoraki ve ukalâ aydınlar kalabalığı değil, kargabüken zehrini almış gibi kıvranırcasına fikir çilesi ve idrak ıstırabı çekenler kadrosudur.
Karl Marks, “kapitalist nizâmlarda, biriken sermaye ve edilen kâr, “sâyi-emeği” ödenmemiş işçilerin zapt ve gasbolunmuş haklarından yığılmadır!” diyor. Esası tamamen yanlış, fakat sathı tamamen doğru olan bu düsturu, hak merkezine irca, ancak şöyle olabilir; “Başıboş rejimlerde biriken yanlış ve edilen hatâ, sâyi istenmemiş aydınların yol açılmamış faaliyetlerinden doğmadır.”
Bir İmam-ı Gazalî ile keleş bir çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendilerinden daha emniyetle tekeffül edecek nizâmın nihaî hak ve adl tecellisi içinde fenâya ermiş ve nefslerini aşmış entellektüeller hâkimiyeti olduğunda asla tereddüt sahibi değildir.
Bir İmam-ı Gazalî ile bir çobanı kemmiyet hesabiyle bir tutan bir rejim, onu ehramlara taş taşımaya mahkûm edici Firavunlar rejimi derecesinde bâtıldır. Yani ne fert sultanlığı, ne de başı boş hükümranlığı… Bütün bunlar yüzündendir ki, “hâkimiyet halkın değil, Hakkındır!” düsturunu, herbiri Hakta fâni olarak ruhlarına nakşetmiş idrak soylularını teşkilâtlandırma ve sadece hak adına nefs dışı imtiyazlandırma davası, İslâm inkılâbının istinat edeceği sınıfsız sınıfı, her sınıftan üstün insanlar sınıfını hedef tutacaktır.
Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2004, s. 187-190.
“Ya hani Post-Marksistlerden çeyrek asır evveldi, tarih 2004” diyecekler için izâh:
Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik devleti kitabına almış olduğu bu yazı, Üstad Necip Fazıl 1943’lerde çıkarmaya başladığı Büyük Doğu’larda tefrika ettikten sonra İdeolocya Örgüsü adıyla yayınladığı kitabındandır.
Post-Marksistlerin ortaya çıkmaya başlaması ise 1968’lerden sonra…