PERDENİN ARKASINDAKİ GÜÇ VE AKIL: İNGİLTERE

Ayhan SÖNMEZ

Ekseriyetle gördüklerimiz ve kapılmamız istenenler, perdenin ardında organize edilen asıl plânın gözden ırak tutulması, bilinmemesi ve hesaba gelmemesi üzerine kurulur. Bu yazı da bilgi ve anlayışımın yettiği nisbette perdeyi aralamayı hedefliyor. İnceleme konusu da, bu sebeple, perde arkası oyunların mucidi ve ustası İngiltere…

Elbette İngiltere gibi bir devleti birkaç sayfaya sığdırmak, teferruatıyla beraber yekpare ele alabilmek zor. Bu sebebten fondaki İngiliz çehresinin en bariz çizgilerini, en kritik noktalarına temas ederek bir kronoloji oluşturmaya çalışacağım.

İngiltere, Avrupa kıtasının açığında bir coğrafya. Avrupa ile kara bağlantısının olmayışı, deniz gücünden mahrum hasım bir devletin İngiltere’ye tehdit oluşturamaması mânâsına geliyordu. Kıtaya mesafede yakın ise de izole bir yapıya sahiptirler.

Fakat yaşadıkları izole coğrafya bile, onları, zenginlik peşindeki denizci akınlarının hedefi olmak ve işgâle uğramaktan kurtaramamış… 1200’lü yıllara kadar İngiltere tarihi, en basit ve en doğru tesbitle bir işgâl edilme devridir. Bu devrin bitişi ve İngiliz şahsiyetinin billurlaşmaya başladığı tarih ise 1215’tir.

Tarih dersi kitaplarında dünyanın ilk anayasası, liberal devlet anlayışının ve sivil toplum örgütlenmesinin ilk modeli olarak geçen “Magna Carta Libertatum”, yani Türkçesi, Büyük Özgürlükler Sözleşmesi bu tarihte imzalanmıştır.

Perde önünde papağanvari tekrarlatılan sufle, kralın otoritesinin kısıtlanmasına dair tanzim edilmesi, günümüz anayasal düzenin nüvesini teşkil etmesi, sivil toplum anlayışının kral tarafından da onanması gibi aslında sloganik propaganda sözlerdir. Peki ya perde arkası?

Magna Carta Libertatum, kral ile halk arasında imzalanmış bir mutabakat metni değildir. Lanse edildiği gibi özgürlüklerin teminatı, halkın lehine olmak üzere kraliyet otoritesinin daha demokratik müesseseler ile denetlenmesinin miladı da değildir.

Magna Carta Libertatum, kral ile tüccarlar arasında imzalanmış, işgâl edilme imkânını bertaraf etmeye, İngiltere egemenliğini içeride ve dışarıda sabit ve sürekli kılmaya, böylelikle dünyaya hükmetmeye ve bunu gerçekleştirmek için sömürgecilik politikasını benimseyerek, bu hedef istikametinde iç nizâmını korumayı hedefleyen bir büyük İngiltere sözleşmesidir.

Tüccarlardan kastedilen sınıf, esasen denizcilerdir. Coğrafî vaziyeti ve dünyayı yönetme arzusu, İngiltere’yi, denizciler ile ittifak yapmaya mecbur kılmıştır. İzdivaç böyle başlamıştır. Dolayısıyla Magna Carta Libertatum, hâlen devam eden, 800 küsur yıllık koalisyonun bir nevi kontratıdır. Peki ya, 1215 yılında imzalanmış bir sözleşme hâlâ nasıl devam edebilir? İngiltere’de kraliyet hükümranlığı asırlar önceki gücünü devam ettirebiliyor mu? Elbette!.. Peki ya tüccarlar? Onlar da hâlâ ve üstelik 1215’tekinden kat be kat güçlü örgütleriyle varlıklarını sürdürüyorlar. Sadece isimleri ve çeşitleri değişti; onlar artık sanayici, finansçı, kartel, endüstri ve hizmet sektörü olarak biliniyorlar. Peki ya, bir örnek verecek olsam, kraliyet ailesiyle ittifak eden tüccarlardan biri, Rothschild ailesi mi?

İngiliz zihniyetinin işleyişi üzerinde durmak, bu zihniyetin tahlilini yapmak, oldukça hayat memat meselesi. Sebebi şu: Ada toplumları tarihler boyunca kendi topraklarını ve egemenliklerini korumayı, yayılmacı anlayışa karşı tercih etmişlerdir. Yayılmacılık, kıta ülkelerine nazaran çok daha fazla güç toplamayı ve bunu sarf etmeyi gerektiren bir mantalitedir. Kıta devletleri toprak kazanarak gelir, iş gücü elde ederler. Yayılmacı ve emperyal anlayışları bu kazanç sistemi üzerine kurulur. Verimli topraklar işgâl edilir, bununla iş gücü, üretim ve vergi sağlanır. Bu gelirler orduları besler ve teçhizatlandırır; savaş kabiliyeti güçlendikçe yayılır; yayıldıkça zenginlik artar.

İşte İngiltere bu noktada, aklı okunması gereken bir devlet; çünkü öyle bir terkip elde etmişler ve bu terkibi öylesine ustalıkla opere etmişlerdir ki, yayılmacı ve sömürgeci bir devlet olma yolunda onlara handikap olan ada toplumu ve güçlü Avrupa ülkelerinin yakın açığında bulunuyor olma hususiyetini absorbe etmişlerdir. Nedir bu terkip?

Bu terkip, siyaset ve ticaretin içiçeliğidir; bazen biri, bazen diğerinin belirginleştiği, ama kendini karakteristik bir bulanıklıkta vaz eden ve bazen de savaşa dönüşen… Bu terkip, İngiltere’ye, denizcilik vasıtasıyla ticareti öne alma, ticareti bir nevi truva atı gibi kullanma politikası üzerinde ustalaşma zemini hazırlamıştır. Evet, İngilizler her yere truva atları olan ticaret ile ayak basarlar. Fakat o atın içinde, kan, gözyaşı zulüm fırtınası ekecek siyasetleri gizlidir.

1600’lü yıllara gelindiğinde Hollanda devleti, ormanlarının büyük bir kısmını İngiltere’ye ihraç etmiştir. Çünkü İngiltere, ticaret ve siyaset terkibinin işlerliğini devam ettirebilmek için donanma ve ticaret filolarına kendi ormanlarını yetirememiştir. Öyle büyük ve güçlü filolar kurmuştur ki, bu filoları kurmaya kendi ormanlarındaki ağaçlar yetmediğinden, ağaç ihtiyacını başka ülkelerden temin etmiştir. Ticaret ve siyaset içiçeliği, İngiltere’nin hâlen terketmediği bir denklemdir. Sadece pratiğini revize etmiştir. Teorik konsept, bugün de aynı bakış açısına sahiptir. Bunun anlaşılabilmesi için bazı örnekler vermek istiyorum.

31 Aralık 1600’de, bugün nüfusu 1 milyar 300 milyonu aşmış olan Hindistan’da bir şirket kuruldu. İsmi, Britanya Doğu Hindistan Şirketi. Bu şirketin temel ticaret kalemleri tuz, pamuk, ipek, afyon, baharat, boya gibi ürünler. Ne kadar zararsız gözüküyor ama bu şirketin bir ordusu var. Ordu, İngiltere devletinin ordusu değil, şirketin ordusu. Kral veya kraliçe bu şirketin büyük ortağı. Bu sebeble şirket, Kraliyet imtiyaznâmesine sahip. Magna Carta Libertatum denilen belge, özü itibariyle işte bundan ibaret!

1844 tarihinde anonim şirketler kanunu çıkmıştır. Bu kanun çıkana kadar bir şirketin teşekkülünün parlamento haricinde biricik yolu Kraliyet imtiyaznâmesidir. Diğer bir husus sömürgeleştirme, başka bir ifadeyle istimlâk şirketin ordusuyla yapılıyor ama Kraliyet sadece sömürge valisi tayin edebiliyor. Geriye kalan bütün sömürge bürokrasisi dışarıdan, Kraliyetin himayesinde gözüken, aslında şirkete bağlı elemanlardır. Misâl, maliye ve tren yolları yapılanması, hepsi şirketin personelidir. Çoğunlukla mahallî insanlardan devşirilerek oluşturulur. Bugün çokça duyarız, her fabrikanın bir insan kaynakları departmanı vardır, her bir işçi takip edilir, dosyası tutulur. İşte bunun kökü bu döneme kadar uzanır. İsmiyle bile antipatik “insan kaynakları departmanı”, bir sömürge bürokrasisidir. İnsan kaynakları!

Şirket ordusu konusuna gelelim; nedir bu? İmajinasyonu doğru mu şekillendi emin değilim. Bu sadece bir çeşit şirket içi ve çevresi emniyetini sağlamakla alâkalı bir güç değildir. Vüzûhu için bir misâl vereyim: Şirket Ordusu dediğin, 23 Haziran 1757 yılında yapılan ve “yedi yıl harbi” hadiseleri içinde gerçekleşmiş bir muharebede kendini göstermiş ve harbin kazanılmasıyla Doğu Hindistan Şirketi’ne Bengal’in kontrolünün ele geçirmesini mümkün kılmış bir güçtür. Bu güç, kendini daha politik bir sahaya devrettiğinde Hindistan üçe bölünmüştür.

İngiltere tarihinde çok önemli merhalelerden biri Bank Of England, yani İngiltere Merkez Bankası’nın kurulmasıdır. 27 Temmuz 1964’te faaliyete geçen bu banka, esasen özel bir bankadır. Kraliyet ortaklığının bulunmasından dolayı da, merkez bankası statüsündedir. Kaide olarak merkez bankaları, bir devlet yahut bir araya gelmiş devletlerin oluşturduğu bir yapının para politikalarından mesûldür. İngiltere’de ise özel olmasına rağmen devlet bankası statüsü kazandıran şey, yine bir nevi imtiyaznâmeden kaynaklanır. Burada meraklandıran şey, Kraliyet ailesinin içinde olmadığı müstakil bir müessese olup olmadığıdır. Bu, talep ettiği cevaptan başka bir maksat da taşıyor. İngiltere denildiğinde ezbere, akla şu minvalde izâhlar geliyor: Demokrasinin beşiği, sendikacılığın en ileri seviyesi, sosyalizmin mücadelesi… Peki gerçekten öyle mi?.. Demokrasiyle, sendikal mücadeyle, özgürlüklerle kastedilen, bizim önümüze konulmuş, bünyemize uymayan ve ifsad edici yemler midir? Yoksa gerçekte, İngiltere’nin daima masaya koyduğu bazı temel kavramlar kendisi için de cari, kendi içinde de hükmü geçen midir?

Bunun anlaşılabilmesi için bazı müesseselerin isimlerine bakabiliriz. İngiliz ordusunun resmî adı nedir? Majestelerinin Ordusu; İngiliz gümrüğünün adı, Majestelerinin Gümrüğü; mahkemelerin adı, Majestelerinin Mahkemesi. Bu isimlendirmeler nostaljik ve sadece sembolik midir? Yoksa İngiltere hâlâ çok sıkı bazı sabitelerin üzerinde mi oturuyor?

İngiliz vatandaşı olmak istediğinizde başvuru hakkı kazanabilmek için belli başlı kriterlerin yerine getirilmesi gerekiyor. İstenilen kriterlerin karşılığı varsa, resmî merci huzurunda, sadakat, sadakat onayı ve taahhüt yemini etmeniz gerekiyor. Bu kısa ve müselles yeminde ifade edilenler, birincisi, “İngiliz vatandaşı olduğumda majesteleri kraliçe İkinci Elizabeth’e ve varislerine bağlı kalacağıma ve yollarını izleyeceğime, her şeye kadir Tanrının adıyla yemin ederim”. İkinci yemin olan sadakat onayı yemini, “ben samimiyetle ve doğrulukla deklare ederim ki İngiliz vatandaşı olduğumda majesteleri kraliçe İkinci Elizabeth ve varislerine bağlı kalıp yollarında ilerleyeceğim”. Son taahhüt yemini, “Birleşik Krallığa bağlılığımı arz ederim, hak ve özgürlüklerine saygı duyacağım, demokratik değerlerini savunacağım, yasalarını bağlılıkla yerine getireceğim ve İngiliz vatandaşı olarak görevlerimi ve sorumluluklarımı yerine getireceğim”.

İngiltere’de devlet ismi geçmez, çünkü devlet bizatihi Kraliyettir. Bu Kraliyet neyin nesi diye hakkında bir araştırma yaptığınızda varlığı ve fonksiyonelliği komple bir sembolizmden ibaret olduğuna dair yığınla bilgi çıkacaktır karşınıza. Fakat bu da bir nevi Karagöz-Hacivat oynatmak, gerçeği tertip edilen illüzyonla kırmızı bir pelerinle örtmekten başka bir şey değildir.

Hülâsa, İngiltere Batı’nın akıldır ve bu akıl gerçekten anlaşılmadığı müddetçe, her bakımdan üzerimizde tepinmekten bir ân bile geri kalmayacaklardır. İngiltere’de Kral’ın onaylamadığı bir hükümetin görevi devralma ihtimâli yoktur. Bütçe Kraliyetin onayından geçer, en kritik yasa ve kararlar Kraliyetin onayı ile mümkündür. Hatta Kraliyet yetkileri arasında başbakanı ve bakanı atamak ve görevden almak dahi yer alır. İyi ama buna ihtiyaç duyulmadığına göre sadece teamüller gereği mi? Bu kadar güçlü yetkilerle donatılmalarına rağmen bunları kullanmaya lüzum görmüyorsa gerçek şudur: Tezgâhı kurmuş, sürecin bütün akışını belirlemiştir. Aksi olsaydı, çarktan bozuk sesler duyulur, sistem çatırdamaya başlardı.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: