CARLOS’SUZ MAHKEME VE ADALET TİYATROSU

Adalet Sarayı’nın önüne geldiğimizde dün Filistin atkısıyla dikkatimizi çeken genç Filistinli yanımıza gelerek bizi gördüğüne sevinmiş bir halde kucaklamaya….

REFERANDUMUN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER -2- TÜRKİYE BAĞLI OLDUĞU LİMANDAN AYRILDI

“İnandırıcılık” ve “güvenilirliğin” hiç kalmadığı; “Liderlik Otoritesi” açısından en zayıf dönemin yaşandığı; “Millilik” adına çer-çöp meselelerin gevelendiği, ideolojik ve siyasî mânâda derinliğine ve genişliğine bir AHLAK ve FİKİR sisteminin tarafların gündeminde olmadığı; “Kahramanlık” elbisesinin artık çok bol geldiği bir zaman aralığında; Türkiye, 16 Nisan günü yapılan referandumla birlikte bağlı olduğu limandan ayrılmış, nereye demirleyeceğini bilmeden tüm dünyanın gözünde açığa doğru sürüklenen bir gemi görünümü arz etmektedir. Kaptanın doğru rotayı bilip bilmediği tartışmaya açık ama, doğru rotayı bilse dahi bunu ilan edici hamleyi yapabilecek cesaretle birlikte, maddî ve manevî şartlara haiz olmadığı kesin. Bu çekingenliğin farklı sebepleri olabilir ama, çekingenlik içinde geçen her dakika kendisiyle birlikte ülkeye zarar. Çünkü mevcut görüntüsü ve etrafında ortaya çıkan gelişmelere göre Türkiye gemisi rotasız başı boş açıklarda çok fazla yol alabilecek dayanıklılıkta görünmüyor. Geminin göz göre göre batması istenmiyorsa bir an evvel güvenli bir limana bağlanmalı.

BARZANİYE VERİLEN DESTEĞİN AĞIR FATURASI NE? – Barış DOSTER

İKTİBAS – TAKDİM Anadolu’nun güneyinde inşa edilmekte olan Siyonist Duvar’ın yükselişi her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu çerçevede Türkiye’nin beka sorunu da her geçen gün daha da kritik bir safhaya doğru ilerlemesini sürdürmüş oluyor. Türkiye’yi yönetenlerin en acil, en temel görevleri bu Siyonist Duvarın yükselişine mani olmak iken, güya yaptıkları açıklamalarla aslında bu duvarın yükselmesine hizmet ediyorlar. Bahçeli’nin, Barzanî’nin 25 Eylül’de yapacaklarını ilân ettikleri referandumun müdahale sebebi sayılması gerektiğine dair beyanı karşısında, AKP cenahından en üst seviyeden Binali Yıldırım’ın, referandumu savaş sebebi sayamayacaklarına dair yaptığı açıklama ile ülkeyi yönetenlerin korku ve acziyet içinde oldukları bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Sen, sana karşı yapılan bir hamleyi görüyor ve hatta bu gelişmeleri yeri geldiğinde “beka sorunu” olarak adlandırmakta da beis görmüyorsun da buna karşı alınması gereken tedbirleri almakta niye imtina ediyorsun? Ülkenin Tanzimat’tan bu yana içine savrulduğu “kaht-ı rical” problemine müthiş bir örnek. Düşman, adım adım bizi boğazlamaya doğru gelirken, biz sadece, “yapma” demekten başka bir şey yapamadığımız gibi, bizi boğazlamak isteyenleri, “asıl biz sizi boğazlarız!” da diyemiyor ve buna dair hamle yapmaktan aciz olduğumuzu da itiraf edecek kadar pespayeleşmiş bir görüntü vermekten de çekinmiyoruz. Adımlar’ın dünden bu güne yapmış olduğu yayınları takip edenler, bütün bu yaşanan hadiseleri de garipsemeyeceklerdir. Adımlar bunları söylediğinde, “ne alâkası var, siz zaten iflâh olmaz AKP muhalifisiniz” diye yapılan itirazlar da ortadayken, bu hakikatler artık herkesin dilinde… Yaşanacak olan büyük hesaplaşma öncesi, iktidarın işbirlikçi tutumu sebebiyle düşman gün geçtikçe daha da güçlenirken, düşmanın güçlenmesi oranında hâliyle biz daha da zayıflamış oluyoruz ve Beştepe ve şürekâsının Barzanî ile geliştirdiği ve Barzanî’yi güçlendiren ilişkiler kesilmeden devam ettiriliyor. Barış Doster, ODA TV’de yayınlanan son yazısında, çevremizde gelişen hadiseleri derli toplu bir şekilde kaleme almış. Düşmana düşman diyemeyişimize dikkat çekmiş. Doster’in yazısından sonra Adımlar’da çıkan haberlerin linkini de veriyoruz. BARZANİYE VERİLEN DESTEĞİN AĞIR FATURASI NE? Barış DOSTER Irak’ın kuzeyinde Bölgesel Yönetim Lideri Barzani, 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapacaklarını ilan ettiğinde en sert tepki İran’dan geldi. ABD, esastan karşı çıkmadı. Zamanlama açısından itiraz etti, o kadar. Türkiye’nin tepkisi de düşük düzeyde oldu. Sert değildi. Olması da imkânsızdı. Çünkü Barzani’yi ekonomik ve diplomatik olarak fazlasıyla destekleyen Türkiye; İstanbul’da ve Ankara’da havalimanlarına Kuzey Irak bayrağı çekerek karşıladı Barzani’yi bir süre önce. İktidar partisinin kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratı eşliğinde kürsüye çağırılan Barzani, Diyarbakır’da da meydanda selamlanmıştı, devlet ricaliyle birlikte. Kuzey Irak’taki gelişmelerin, İsrail’le yaşanan hızlı yakınlaşma ve Kıbrıs’taki arayışlarla birlikte ele alınması gerekiyor. Çünkü her üç meselede de diğer unsurların yanında, enerji kilit önemde. Şöyle ki; Kuzey Irak’ta yeraltında 3 trilyon metreküp doğalgaz çıkarılmayı bekliyor. Şimdiye dek 500 milyar metreküp doğalgaz bulundu. İşlenmeye başlandı. Bu miktar, Türkiye’nin yıllık ihtiyacının yaklaşık 10 katı. Rus doğalgazına olan bağımlılık oranı yüzde 55 olduğundan, Kuzey Irak’taki doğalgaz Türkiye için önemli bir seçenek olarak görülüyor. Dahası mesafe de yakın olduğu için, Türkiye’ye taşıma maliyeti daha ucuz. Fakat Türkiye’nin Rusya’yla ilişkilerinin boyutu, derinliği, yoğunluğu dikkat çekici olduğundan, Rusya’ya karşı manevra alanı kısıtlı. Hele de Rus uçağı düşürüldükten, 15 Temmuz emperyalizm destekli FETÖ’cü darbe girişiminde Rus desteği alındıktan ve Rus büyükelçisi öldürüldükten sonra… NATO ÜYESİ TÜRKİYE, BARZANİ REFERANDUMUNA KARŞI ÇIKAMAZ Türkiye’nin Kuzey Irak’taki referanduma yüksek sesle, kararlı biçimde karşı çıkmasını engelleyen başka unsurlar da var. Her şeyden önce Türkiye, Irak ve Suriye’den Türkiye’ye yönelen, ikisi de emperyalizm destekli olan PKK ve IŞİD terörüne karşı askeri mücadele verirken, siyasi düzlemde gerekli cesur saptamayı yapamıyor. Yani bunların arkasında, aynen FETÖ’nün arkasında olduğu gibi, ABD emperyalizminin olduğunu göremiyor. Türkiye ne zaman PKK – PYD – YPG terör örgütüne karşı harekât yapmak istese, ABD karşı çıkıyor. Tank ve ağır silah vererek desteklediği bu terör örgütünü, Türkiye’ye karşı koruyor. Türkiye; hem bu yalın gerçeği kabul etmekte zorlanıyor, hem de Irak’ta itiraz etmediği, hatta destek verdiği bağımsız Kürt devletine, Suriye’de itiraz ederek, çelişkili, tutarsız bir siyaset izliyor. Oysa tutarlı olması, bağımsız Kürt devletinin emperyalist bir proje olduğunu görmesi, Irak ve Suriye’den sonra sıranın Türkiye ve İran’a geleceğini saptaması, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunması gerekiyor. Anımsayalım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinden hemen önce, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ABD’de bulunduğu sırada, ABD PKK – PYD – YPG terör örgütüne ağır silah vereceğini açıklamıştı. Zamanlama ve üslup manidardı. Türkiye’nin onuruna dokundu. Buna rağmen ne üç üst düzey yetkili, ziyaretlerini hemen kesip Türkiye’ye döndüler, ne de cumhurbaşkanı ziyaretini iptal etti. İncirlik Üssü ve diğer üsler tartışmaya dahi açılmadı. ABD, IŞİD terörüne karşı savaştırdığı, “kara gücüm” dediği PKK – PYD – YPG terör örgütüne adeta düzenli ordu muamelesi yaparken, onu muhatap alırken, düzenli ordulara verdiği silahlarla donatırken, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, onu tercih ettiğini gösterdi. ABD, Irak’ın kuzeyinde de peşmerge güçlerini, kurulacak bağımsız Kürt devletinin ordusu olacak şekilde eğitiyor. Gerçeği görelim. Türkiye; PKK – PYD – YPG terör örgütü konusunda da, FETÖ konusunda da ABD’den istediklerini alamadı. ABD, itaate ve icraata bakar. Sahadaki duruma gelince… ABD; Irak’ta Kürt kartını masaya sürdü, kazandı. Suriye’de sürdü, Esad’ın direnişi, Rusya ve İran’ın tavrı sonucu, tam olarak istediğini alamadı. Rusya da, Suriye Kürtleri ile işbirliği yaptı. Silah sattığı PKK – PYD – YPG terör örgütünü, tamamen ABD’nin inisiyatifine bırakmadı. IŞİD’e karşı mücadelede aynı cephede buluşan ABD ve Rusya; PKK – PYD – YPG terör örgütü konusunda da Türkiye’nin hassasiyetini paylaşmıyorlar. İran; ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak üzerinde nüfuzunu en çok artıran ülkeydi. Suriye karışınca, Suriye üzerindeki etkisi de pekişti. Türkiye ise Irak’tan sonra Suriye’de de en çok kaybeden oldu. Salt diplomatik anlamda, güvenlik bağlamında değil, ekonomik düzlemde de kaybetti. İNGİLTERE VE İSRAİL’İN ORTADOĞU HESAPLARI Anımsatalım; önceki başbakan Davutoğlu döneminde, IŞİD için “bir avuç öfkeli genç”, “Musul’daki diplomatlarımızı misafir ediyorlar” denildiği dönemde, sadece batıda değil, bölgede de “IŞİD’e destek veren ülke” olarak yaftalandı Türkiye. Dünyada, “IŞİD’i vuran Rus uçağını düşürerek, IŞİD’e destek sağlayan ülke” olarak yansıtıldı. Batıda “IŞİD’e karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları” olarak pazarlanan PKK – PYD – YPG terör örgütüne karşı, Türkiye’nin verdiği haklı, meşru mücadeleye karşı yıllar içinde bir kamuoyu oluştu. Bu tablo, Türkiye’nin elini zayıflattı. Nükleer anlaşma sonrası batıyla ilişkisini düzelten, bölgede ağırlığını artıran İran’ın elini güçlendirdi. İsrail; Irak işgalinden, Suriye’deki iç savaştan memnun. Barzani bağımsızlık ilan ederse, tanıyacağını açıkladı. Arap dünyasının birbirini yemesi, İslam aleminin mezhepsel kimlikler üzerinden birbirini boğazlaması, İsrail’in elini rahatlatıyor. ABD, 2019 – 2028 yılları arasındaki 10 yıl boyunca İsrail’e her yıl 3.8 milyar dolarlık askeri yardım yapacak. ABD’den 33 adet F- 35 savaş uçağı alacak olan İsrail, hem savaş uçağı filosunu yenileyecek, hem de füze savunmasını güçlendirecek. Ortadoğu’nun sınırlarını çizen; emperyalizmin, diplomasinin, istihbaratın kitabını yazan İngiltere de, haritalar üzerinde çalışıyor. Türkiye ise Rusya’dan özür diledi. İsrail siyasetinde U dönüşü yaptı. Gazze ablukasının kaldırılması talebinden vazgeçti. Mavi Marmara saldırısı sonrasında İsrailli yetkililer hakkında Türk mahkemelerinde açılan davalar, TBMM tarafından düşürüldü. Yani, yasama yargıya müdahale etti. Yargı bağımsızlığı zedelendi, İsrail için. Davanın savcısı, Türkiye’nin bu davaya özel olarak yaptığı anlaşmayla, egemenlik hakkından vazgeçtiğini söyledi. Suriye konusunda Türkiye üslubunu yumuşattı. Bir zamanlar PYD terör örgütü lideri Salih Müslim’i, Esad’a karşı işbirliği yapmak için Ankara’da misafir eden Türkiye, Suriye konusunda ABD’ye fazla güvenmenin, Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye’de rejimi değiştirebileceğini sanmanın ağır faturasını ödüyor şimdi Kıssadan Hisse: Diplomasi, üniversite giriş sınavına benzemez. 4 yanlış 1 doğruyu götürmez. Tek yanlış, bütün doğruları götürür. İKTİBAS – ODATV: Not: Bu iktibastaki fikirler yazara ait olup, Adımlar’ın ideolojik ve siyasi anlayışına zıt görüşler sitemizi bağlamaz.

TÜRKİYE – NATO İLİŞKİLERİ (İgorMOLOTOV)

NATO karşıtı çevrelerinde bu saldırı açık bir şekilde algılandı: Entelektüel yazar ve siyasetçi Ali Osman Zor, uçağın, ABD’nin çıkarları için çalışan ‘turuncu güçler’ tarafından düşürüldüğünü söyledi bana. ‘Suriye semalarında Türkiye vuruldu’ böyle söyledi bana. NATO mantalitesine sahip güçler tek bir vuruşla Erdoğan’ı Rusya’yla müttefik ilişkilerden koparmak istedi. Aynı bu güçler, yüzde yüz ABD yanlısı cumhurbaşkanını iktidara getirmesi gereken darbenin organizatörleriyle de işbirliği yaptı. Açık biçimde Rusya’yla jeopolitik ittifaktan yana tavır sergileyen Ali Osman Zor bana şunu söyledi ki, şimdi Rusya ve Türkiye karşıtı partiler yeniden rövanş peşinde, bunu Rusya’dan yana seçim yaptığı içinde Erdoğan’ın maruz kaldığı suçlamalar yağmurundan görüyoruz”.

NE DEDİYSEK O: BU SAVAŞ PARİS’İ DE VURACAK!

Sayın Ali Osman Zor, İşgâlci Batı Gücü’nün topraklarımızda izledikleri işgal, soykırım ve sömürge politikaları karşısında, 5 Kasım 2014 tarihinde Alman DerSpiegel Dergisine verdiği röportajda, “Bu savaş Paris’i de vuracak!” demişti. Ali Osman Zor’un bu röportajından bir süre sonra Dergi büromuz bombalanmış ve Ali Osman Zor’un kardeşi Ünsal Zor şehîd olmuştu. ADIMLAR olarak, Paris’te gerçekleşen ve bundan sonra gerçekleşebilecek olan bütün saldırıları bize düzenlenen saldırının birer intikamı olarak görüyoruz! ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman Zor’un söz konusu röportajının ilgili kısmını alâkalarınıza sunuyoruz: ADIMLAR Dergisi (…..) Der Spiegel: İslâm Devleti’nin bu mücadelesinde uyguladığı yöntemler oldukça vahşi. Siz kullandığı bu yöntemleri destekliyor musunuz? Ali Osman ZOR: Ben Amerika’nın kullandığı yöntemleri desteklemiyorum! Der Spiegel: Peki, İslâm Devleti’nin uyguladığı yöntemleri? Ali Osman ZOR: Ortada bir savaş var. İslâm Devleti de savaşıyor, Amerika da savaşıyor. 91 savaşından sonra uygulanan Birleşmiş milletler ambargosuyla Irak’a klor verilmedi. Ve temizlenemeyen pis suları içerek bir milyon çocuk öldü, bebek öldü Irak’ta! 2003 İşgâli’nden sonra Ebu Gureyb cezaevlerinde işkenceye, tecavüze uğrayanlar… Der Spiegel: Ben Amerika’nın yaptığı işkencelerden değil, şu ân IŞİD’in insanların kafasını kesmesinden, şu ân yaptıklarıyla ilgili görüşlerinizi merak ediyorum ben. Ali Osman ZOR: Ben de diyorum ki, Amerika’nın veya Avrupa’nın, diyelim ki Almanya’nın Irak’a sattığı zehirli gazları bilmeden, bunları hesap etmeden IŞİD’i değerlendiremeyiz! Yani ilk önce siz Avrupalı olarak bunlara karşı çıkacaksınız ki, ondan sonra IŞİD’i oturup, konuşalım. Benim anlatmaya çalıştığım, IŞİD, bütün bu yapılanların arkasından gelmiş bir harekettir. Ve burada,şu sahtekârlığı yapmamak lazım: Ortada bir savaş var ama, bu savaşta, bizim bölgemize ait bir İslâmcı veya değil, işgâle karşı savaşan bir örgüt söz konusu olduğunda onların yaptıkları “katliam”, “terör”, “vahşet”, fakat Batı gücü söz konusu olduğunda ise onun yaptığı “savaş”!Batı, Heredot’tan beri bunu yapıyor: Kendisine biri saldırdığı zaman “Barbarlar!” saldırmış oluyor -bugün “teröristler!” oluyor onlar tabiî-, kendisi birilerine saldırdığı zaman da “Barbarların üzerine gitmiş” oluyor. İşte o “barbar” ve “teröristler”in yaptığı herşey bugün “vahşet”, “katliam”, “terör”. Biz bu hinliği kabul etmiyoruz!.. “IŞİD’in yöntemleri” dediğiniz, savaş yöntemleridir. Batı, niye Ebu Gureyb’de ayağa kalkmadı da iki tâne gazetecinin kafası kesilince ayağa kalktı? WASHİNGTON BOMBALANMALIYDI Der Spiegel: Bu doğru değil. Ebu Gureyb ile ilgili Batı’da itirazlar oldu. Ali Osman ZOR: “Oldu” da, bize ne faydası oldu? Bölgeye ne faydası oldu? Ebu Gureyb’e ne faydası oldu?!. 1991 yılında Amerika, Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgâl ettiğinden dolayı, Birleşmiş Milletler’de karar çıkartarak Irak’a saldırdı. Burada gerekçe ne idi? “Irak’ın Birleşmiş milletler üyesi olan Kuveyt’e saldırması”ydı. Ve Birleşmiş Milletler de harekete geçerek, kendi üyesi olan bir ülkeye yapılan saldırıya karşı Irak’a saldırdı. 2003’te ise, Amerika Irak’a hiçbir gerekçe olmadan saldırdı! Ve Birleşmiş milletler bu saldırıya “olur” vermedi. Yasadışı saldırdığına göre Amerika, aynı 91’de Saddam’ın Kuveyt’e saldırması gibi, o zaman, Birleşmiş Milletler’in bir araya gelip, karar çıkartıp; Birleşmiş Milletler üyesi olan Irak’a Amerika’nın yasadışı saldırısından dolayı Washington’u bombalaması gerekmez miydi? Bunların hiçbiri yapılmadı. Ve 2003 Yasadışı Saldırısı hâlen devam ediyor. Der Spiegel: Bu mesajı aldım! Ali Osman ZOR: Son olarak da başka bir mesajım daha var size: Biz, sizi bölgemizde istemiyoruz artık! Siz derken, Batı gücünün… Bizim evimize karışmanızı istemiyoruz. Kendimizi nasıl yöneteceğimizi söylemenizden bıktık artık! Yani Amerika’nın ve onun yerli ve yabancı işbirlikçilerinin artık evimizden defolup gitmesini istiyoruz! Biz, kendi aramızdaki sorunları, kendimiz hâllederiz. Bizim aramızda sorun çıkmasının sebebi, Batı Gücü’nün gelip buraya karışması, bizim evimize karışması. Batı bunu anlamadı! Bizim “git!” dememizi anlamadı. Onun için IŞİD gibi örgütler çıktı şimdi. Size garanti veririm, IŞİD gibi örgütler İslâm Coğrafyasının her tarafında çıkacak Batı’ya karşı! Çünkü buradaki halklar, milletler; Türk, Kürt, Arap, Fars farketmez, sizi istemiyor! “Evimizden gidin, elinizi çekin!” Artık Batı’nın, bizim bu isteğimizi anlaması lâzım. Yoksa bu savaş Hamburg’u, Londra’yı, hattâ Washington’u, Paris’i de vuracak bu savaş. Yani siz zannediyor musunuz, bizim şehirlerimiz yıkılırken sizin şehirleriniz sağlam kalacak?!. Sizin şehirleriniz de yıkılacak!Aynı Londra’da, İspanya’da olduğu gibi… Anlatabildim herhâlde?.. Bunu engellemenin tek yolu, bizim evimize karışmayacaksınız artık. Yani bu kadar basit bir şeyi anlaması lâzım Batı’nın. Röportajın tamamı için:

FRANSIZ GAZETECİ İLE RÖPORTAJ… ALİ OSMAN ZOR: BİZ FRANSA’YI YÖNETMEK İSTİYORUZ!

ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Platformu Başkanı Sayın Ali Osman ZOR’un, 19 Ekim 2014 Pazar günü, “bağımsız” bir Fransız gazeteci olan Anne ANDLAUER’e verdiği röportajın tam metniyle birlikte görüntülü kaydını, dün yaşanan ve 200’den fazla Fransızın ölümüyle neticelenen Paris Saldırısı vesilesiyle tekrar yayınlıyoruz. Yaşanmakta olan sürecin gizlenen ve açıkça konuşulmayan tarihî, sosyal, kültürel ve siyasî şartlarının tablosunu bulacağınız bir röportaj. Söz konusu röportajdan sonra Paris’te gerçekleşen Charlie Hebdo eylemi ve hemen ardından bu eylemin İstanbul’daki karşılığı olarak da görülebilecek ADIMLAR Dergisi’ne yapılan bombalı saldırı ve Ali Osman beyin kardeşi Ünsal ZOR’un şehîd oluşu da hatırda tutulmalı. ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Platformu RÖPORTAJIN TAM METNİ Anne ANDLAUER: Bayram vesilesiyle bir toplantınız olmuştu. Bu toplantı internette yayılandı. Çeşitli yayınlar oldu. Siz de bir açıklama yayınladınız internet sitenizde bununla ilgili… Tam olarak IŞİD’in oluşu, bundan başlayalım. Ve bölgedeki -Suriye’de, Irak’da- elde ettiği kazançları siz nasıl okuyorsunuz? İlk önce bunu merak ediyorum; nasıl oluştu? Yani ortaya “pat diye” çıkmadı. Siz bunu nasıl okuyorsunuz? Ali Osman ZOR: Son cümle olarak “pat diye çıkmadı” tabiri, cümlesi olayı aslında ifâde ediyor. Evet, IŞİD pat diye çıkmadı. Aslında IŞİD hep vardı, oradan hiç ayrılmadı da. IŞİD’in gerçekten ne olduğunu veya şu ân yaptıklarının ne anlama geldiğini samimi olarak, dürüst bir şekilde anlamak istiyorsak eğer; bunu 2003 saldırısını, Amerika ve İngiltere başta olmak üzere, onlarla işbirliği yapan güçler tarafından işgâl edilmesini gözönüne almadan cevap veremeyiz. Hattâ bunun 91 Saldırısı’na da götürmek lazım. Hattâ bence İran-Irak Savaşı’na kadar götürmek lazım bu mevzuyu. Hâliyle “IŞİD nasıl çıktı?” diye sorulunca, IŞİD 2003 Saldırısı’nın neticesi olarak çıktı. Ve o günden beri, aslına bakılırsa 2003 Saldırısı’na direnen insanlar bunlar. Bugün IŞİD deyince, ki, onların kendi tabirleriyle, İslâm Devleti. Ki, niye IŞİD deniyor hâlâ onu da anlamıyorum ben. Ağız alışkanlığı olarak biz de kullanıyoruz ama, onlar kendi isimlerini koydular; İslâm Devleti. 2003 Saldırısı’nı hesab etmeden, onu düşünmeden, bugün İslâm Devleti hakkında veya Irak’ta veya Suriye’de olan hadiseler hakkında sağlıklı birşey söylemek mümkün değil. 2003’ten beri direnen insanlar, bugün, özellikle Batı kamuoyuna -Çünkü bu IŞİD mevzuu bölge ülkelerinin sorunu olmaktan ziyâde, aslında Batı dünyasının sorunu bu- sanki bugün çıkmış gibi, yeni çıkmış gibi algılatılmaya çalışılıyor insanlara. Hâlbu ki, bu insanlar 2003 Irak İşgâli’ne direnen insanlar veya direnen insanların çocukları. Veya bu işgâlde ölen insanların çocukları. Veya tecavüze uğramış annelerin çocukları. Bu çizgi üzerinde görürsek hâdiseyi, bence IŞİD hakkında veya İslâm Devleti hakkında daha sağlıklı konuşabiliriz. Anne ANDLAUER: Peki siz, İslâm Devleti’ne karşı -kendilerini böyle ifâde ettikleri için- ilişkiniz nedir, şahsî görüşünüz nedir? Ali Osman ZOR: Tabiî bu “ilişkiniz nedir?” derken bu istihbari bir soru aslında… Bizim, doğrudan bir ilişkimiz filân yok. Ama, dünyadaki 1.5, 2 milyara yaklaşan bütün müslümanlar kardeştir. Bu mânâda da müslümanların hepsinin birbiriyle kalbî ilişkisi vardır zaten bu kardeşlik hukuku içerisinde. Dolayısıyla da IŞİD’la bir ilişki söz konusu olduğunda, bizim söyleyebileceğimiz “müminler, müslümanlar kardeştir” ölçüsü; Allah’ın bildirdiği, bu ölçü çerçevesinde kalbî ilişkimiz vardır tabiî. Bu mânâda Taliban’la da vardır. Bu mânâda Filistinli müslümanlarla da vardır. Arakanlı müslümanlarla da vardır ve saire ve saire… Ama, bildik mânâda bir organik ilişkiden bahsetmek, zaten mümkün değil. Yani, olsa da zaten, kimse “böyle bir ilişkim var” demez. Anne ANDLAUER: Biliyorsunuz ki, az önce söyledikleriniz, İslâm Dünyası’nda bazı kişilerde kabul görmüyor. Meselâ kampanyalar yapılıyor IŞİD’e karşı; “bu benim adıma yapılmıyor” diye. Siz, “benim adıma yapılıyor” mu diyorsunuz müslümanlar olarak? Sizin adınıza mı yapılıyor. Ali Osman ZOR: Şimdi mesele İslâm filân değil. Bir kere Batı Propaganda Makinesi, meseleyi oraya getirerek; sanki bir adım daha ileri gidip İslâm’ı bize karşı savunacak(!) pozisyona geçecekler. Hattâ Amerikan Başkanı Obama’nın “İslâm bu değil” şeklinde bir açıklaması vardı; İslâm’ı herhâlde kendisi daha iyi biliyor. Yani şöyle düşünün; benim “Hıristiyanlık bu değil” diye size anlatmaya çalışmamı düşünün meselâ. Çok absürd bir durum bu. Burada söz konusu olan, Batı Güçleri tarafından bir ülkenin işgâli. Bu gerçek atlanarak, bu gerçek yok sayılarak, müslümanları, müslümanların argümanlarıyla vurma hinliğini, kendi adıma ve bağlı olduğum hareket adına söylüyorum; biz kabul etmeyiz bunu. Bir kere soru şu: Siz, Batı gücü olarak Irak’ta işiniz ne?!. Ne işiniz var sizin burada?!. Irak’ta, Suriye’de ne işiniz var sizin?!. Libya’da ne işiniz var?!. İsrail’de ne işiniz var?!. Yani, benim evimde sizin ne işiniz var?!. Ben sizi evimde istemiyorum!.. Şimdi siz benim evimde istediğinizi yapıp, evimi darmadağın ettikten sonra dönüyorsunuz bana, “siz benim evimi tehdit ediyorsunuz!” diyorsunuz. Benim sizin evinizi tehdid etmemin sebebi, sizin benim evimden çıkmamanız. Yani, temel sorun bu! Meselâ ben bir Türk olarak, bir müslüman olarak soruyorum bunu, meselâ: Amerikan Hava Kuvvetleri 91 yılından beri Irak’ı niye bombalıyor?!. Ne işi var Irak’ta?!. “Irak’ta Zalim Saddam var!”mış… Sana ne!.. O zaman biz de Zalim Obama var diye Amerika’yı bombalayabilir miyiz meselâ?.. “Zencilere zulmediyor”, “İspanyollara şöyle yapıyor”, “İtalyanlara böyle yapıyor” filân diye. Veya “Zencileri özgürleştirmek için” Washington’u bombalama hakkımız var mı bizim meselâ?!. Anne ANDLAUER: Şimdi siz bunu ilk önce tepkisel bir direniş olarak görüyorsunuz. Fakat, IŞİD’in de bir Siyasî Proje’si var. Ali Osman ZOR: Var! Tabiî ki var! Anne ANDLAUER: İslâm Devleti kurmak. Ali Osman ZOR: E, bunun ne mahzuru olabilir? Anne ANDLAUER: Sadece Irak’ta değil yada Suriye’de değil. “Ülkemden çıkın” anlamında değil. “Benim o ülkeler hakkında projem var”. Üst bir özelliği var IŞİD’in. Buna da katılıyor musunuz? Ali Osman ZOR: Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi oluyor da ve Büyük Ortadoğu Projesi için 2003’ten beri, Irak başta olmak, üzere bütün İslâm Coğrafyasına saldırırıyor da, müslüman birinin buna karşı bir projesi olması ayıp mı oluyor?!. Yine aynı soruyu soracağım ben. Bizim kendi yaşadığımız bölgemizde, yaşadığımız coğrafyada, Vatanımızda, Evimizde bizim bir proje yapmamızın, bir projeye, mimariye göre Evimizi dizayn etmemiz kimi ne ilgilendiriyor?!. Yani şuraya mı geleceğiz; “IŞİD Irak’ta direniyordu ama şimdi Suriye’ye geçti, Suriye’de yayılıyor.” Peki, Esad’ı kim düşürmek istedi? Peki, kim açtı o koridoru; o alanı kim açtı? Üstelik şunu hiç saymıyorum ben: Hem 91’de hem 2003’te oradaki, bugün IŞİD adı altında direnen insanlar Irak’ın Güneyi’ndeki Şiî Arablardan ihanet görmüşler, Irak’ın Kuzeyi’ndeki Peşmerge Hareketi’nden de ihanet görmüşler. Şu ân bu direniş içerisinde, o tecrübelerle -anlıyorsunuz değil mi ne dediğimi?- hareket ettiklerinden, bir daha arkadan vurulmak istemiyorlar. Arkadan vurulmak istemedikleri için de kendilerini sağlama almak istiyorlar. Siz de bunu “yayılma” olarak görüyorsunuz. Hâlbuki bu yayılmaya sebebiyet veren bizzat Esad’ı, Suriye Rejimini yasadışı bir şekilde, Birleşmiş Milletler Hukuku’na aykırı olarak; Birleşmiş milletler ilgili maddesinde “hiçbir rejim dışarıdan müdahale ile değiştirilemez!” dendiği hâlde, yasadışı bir şekilde Esad Rejimi’ni ortadan kaldırmak istediniz. Özgür Suriye Ordusu denilen, oradaki Liberal-Çapulcu-Yağmacı yapılanma gayet “güzel”, “hoş”. Batılı güçlerin işine gelen bir yapılanma. Kimse meselâ onun hakkında konuşmuyor. Aynı işlevi IŞİD’da görürken, niye IŞİD “suçlu” oldu? Esad inmeyecek miydi aşağıya? Ama, IŞİD şimdi Esad’dan daha tehlikeli göründü, öyle değil mi? Batı açısından. Daha tehlikeli olunca da Esad, ehve-i şer oldu. “Ehven-i Şer” ne demek, biliyor musunuz? Yani, “daha kabul edilebilir”. Anne ANDLAUER: Ama böyle bir proje geliştirdiğiniz zaman, orada yaşayan tüm halkların… Ali Osman ZOR: Hangi “halklar”? Kürtleri mi kastediyorsunuz? Anne ANDLAUER: Kürtler var, Ezidiler var… Ali Osman ZOR: Hâ Kürtler ve Ezidiler. Başka halk yok değil mi orada? Anne ANDLAUER: Hıristiyanlar, Türkmenler. Ali Osman ZOR: Peki 2003 ve daha önceki 91 dönemlerinde niçin bu halklar kimsenin aklına gelmiyordu? Meselâ 3 milyon tâne Sünnî Arab öldürüldü orada, katledildi! Bir Arab Soykırımı yapıldı. Ebu Gureyb Cezaevleri’ni biliyorsunuz. Niye Batılılar “hümanizm” adına, “insanlık” adına harekete geçmediler? Anne ANDLAUER: Ben savunmuyorum burada. Ali Osman ZOR: Yok, ben de sizi suçlamıyorum. Anne ANDLAUER: “Yanlış yapıldı” diye, “bir kez daha yanlış yapılabilir” gibi oldu. Ali Osman ZOR: O “yanlış” sizin söylediğiniz birşey. Bu noktada biz Batı propagandasına veyahut Amerikan propagandasına teslim olmak zorunda değiliz. Aynı şey Musul’da da söylendi. Ne var Musul’da? Hiçbirşey yok. IŞİD dediğiniz yapı 12 milyon insanın yaşadığı yere hükmediyor. Neden Etnik Kürtçülükten; çünkü IŞİD içerisinde bir sürü Kürt var. Ve şu ân Ayn-el Arab’ın içine giren komutan Kürt zaten. Erbil’e saldırı düzenleyen komutan Kürt. Ama neden böyle Batı yanlısı Kürtçü hareketler söz konusu olduğunda Batı harekete geçiyor. Ve “insan hakları” dediğimiz olgu, neden orada harekete geçiyor? Fransız uçakları, İngiliz uçakları, Amerikan uçakları Bağdat’ta Sünnîleri bombalarken, Ebu Gureyb Cezaevleri’ni inşâ ederken, neden kimse harekete geçmedi? Niye bu kadar propaganda yoktu. Şu ân Bağdat’ta savaş var. Bağdat’taki savaş, Ayn-el Arab’daki savaştan daha şiddetli. Neden kimse vermiyor onu? Anne ANDLAUER: Türkiye Devleti nerede? Ali Osman ZOR: “Türkiye Devleti” derken neyi kastediyorsunuz? Anne ANDLAUER: Türkiye adına karar verenler. Türkiye adına uluslararası platformlarda konuşanlar ne gibi bir mesaj veriyor sizce? Ali Osman ZOR: AKP hükümeti, uluslararası güçlerle ortak hareket etmek için Meclis’ten bir tezkere geçirdi. O Tezkere’nin de gereğini yapacaklar. Amerikayla görüşmeler devam ediyor. Fakat Türk halkının, kamuoyunun tabiî ki bir baskısı var. Bu baskıyı aşıp, Amerika ile ortak bir şekilde tekrar Müslüman Arab topraklarına girmek Hükümet açısından da kolay değil. Anne ANDLAUER: Nasıl bir baskıdan bahsediyorsunuz? Ali Osman ZOR: Girmesini istemiyor; Amerika ile beraber olmasını istemiyor halk. İncirlik Üssü’nün kapanmasını istiyor. Çünkü nasıl ki, bizim Washington’da bir üssümüz yoksa, bizim burada da İncirlik Üssü, askeri üs olsun istemiyor. Anladınız mı ne demek istediğimi? Dolayısıyle şu ân, bugüne kadar olduğu gibi, şimdi de söylem üzerinden, retorik üzerinden sanki “Amerikayla çekişiyor” gözüküp, aslında Reel Politik açısından ise Amerika’nın politikalarına uygun davranıyor. Niye? Çünkü Büyük Ortadoğu Projesinin Eş Başkanı, bizim cumhurbaşkanı idi zaten. Ve bu Büyük Ortadoğu Projesi bütün hızıyla devam ediyor. Dolayısıyla bugün hükümetin, bu IŞİD mevzuunda, özellikle Avrupa basınında “IŞİD’i destekliyor” yollu haberlerinin de gerçeği yansıtmadığını düşünüyoruz. Bilakis, hükümeti sanki IŞİD taraftarı gösterip, Türk kamuoyunda hükümetin desteğini sağladıktan sonra bu şekilde -çünkü, az önce söyledim, Arab müslümanlarla savaşmak istemiyor Türk halkı- bu desteği sağladıktan sonra da, o desteği alan hükümet “Reel Politik”e devam edecek. Şu ân böyle bir plân var. Anne ANDLAUER: Şu ân hükümet hergün IŞİD eşittir PKK diyor. Ali Osman ZOR: Peki IŞİD’la müzakere yapıyor mu? Meselâ, İmralı’da Öcalan ile görüştüğü gibi Bağdadî ile de görüşüyor mu? Aynı HDP binâları gibi IŞİD binâları da var mı? Polis onları da koruma altına alıyor mu? Veya Bağdadî “Meclis’ten şu kararı çıkartın!” dediği zaman, Hükümet, Meclisten o kararı çıkartıyor mu? Aynı, Abdullah Öcalan’ın dediği gibi. Bakın, Abdullah Öcalan “şu kararı çıkartın!” diyor, Hükümet çıkartıyor! Madem “IŞİD ile PKK aynı”, PKK ile yürüttüğüm müzakerelerin aynısı gibi IŞİD ile müzakere yürütüyor mu? Anne ANDLAUER: Yani aynı olacaksa… Ali Osman ZOR: Böyle aynı olur! Yoksa “aynı” diyerek, aynı olur mu? Politikada öyle şey olur mu hiç!.. Ben size, buna davrandığım gibi davranıyorsam, o ne yiyiyorsa, siz de onu yiyeceksiniz o zaman. Şimdi o et yerken siz ekmek yerseniz olmaz. Bu aynı olur mu? Bizim anladığımız siyaset budur, aynılık da budur. Anne ANDLAUER: İstediğiniz şey, Türkiye Devleti resmi olarak IŞİD ile bir temas kursun mu? Ali Osman ZOR: Ben onu istemiyorum. Anne ANDLAUER: Ne istiyorsunuz? Ali Osman ZOR: Sizin sorunuza binâen ben söylüyorum. “Hükümet dedi ki” dediniz, “IŞİD ile PKK aynı”. Ben de diyorum ki, Hükümet burada bunu retorik olarak söylüyor. İşin gerçeği bu değil! İşin gerçeği, PKK ile beraber AKP Hükümeti, “çözüm süreci”ni devam ettiriyor. Eğer hükümet açısından IŞİD da PKK ile aynıysa, Abdullah Öcalan ile bütün kamuoyuna açık olarak görüştüğü gibi Bağdadî ile de görüşsün o zaman. Onunla görüşmediğine göre, nasıl aynı olabiliyor? Veya Türkiye’de, resmî olarak “IŞİD temsilcilikleri” olmadığına göre -çünkü PKK temsilcilikleri var!- hükümet açısından IŞİD ile PKK nasıl aynı olabiliyor? Söylemeye çalıştığım; Türk kamuoyu kalbî olarak Iraklı mücahidleri destekliyor. Anne ANDLAUER: Anket yaptığınız zaman, -Eylül ayında Metropol’ün yaptığı bir anket var- Ali Osman ZOR: Ne demek istediğimi anladınız mı siz? Anne ANDLAUER: Anladım. Ali Osman ZOR: Yok, söylemeye çalıştığım anlaşılmazsa üzülürüm yani. Anne ANDLAUER: Anlıyorum… Ankette “IŞİD’a sempati duyuyor musunuz, duymuyor musunuz?” sorusuna % 1,3 “duyuyorum” diyor. Yani, sizin dediğiniz kadar büyük bir oran değil. “Yok” diyemeyiz; vardır muhakkak. Hükümet bunu da kabul ediyor. Türkiye’den kalkıp IŞİD’ın yanına savaşa giden Türk vatandaşları da var. Ama % 1,3 çok da büyük bir rakam değil. Siz ne düşünüyorsunuz? Ali Osman ZOR: Türkiye’de şöyle bir tabir vardır; bir şey söylersin, “bu resmî söylem” dersin. Arkasından, ortam müsaitse eğer, gerçeği söylersin, “bu da gerçek söylem” dersin. Şimdi Türkiye’nin dinî, tarihî, sosyolojik şartlarını ve gelişim sürecini hesab ettiğinizde, bu gelişim süreci içerisinde Araplarla Türk halkını ayrı tutmak zaten mümkün değil. Bütün İslâm Coğrafyası’nın son lideri olarak Osmanlı’yı düşünürseniz eğer,… Kaç seneden beri ülkeyi parçalamaya çalışan bir PKK örgütü de olduğunu düşünürseniz ve buna duyulan tepkiyi de onun yanına koyarsanız Türkiye’de, aslında IŞİD hakkında sorulan o sorulara verilen cevapların gerçeği yansıtmadığını anlamak için, çok da sosyolog olmaya gerek yok. Bilmiyorum anladınız mı?.. Meselâ diyelim ki, benim annem; annem ilkokulu bile bitirmedi, anlamaz olaylardan. Ama, Amerika’ya duyduğu düşmanlıktan dolayı IŞİD’ı destekliyor benim annem. Veya İstanbul’da yaşanan olaylarda, marketlerin yağmalanmasından dolayı, 70 yaşındaki insanların katledilmesinden dolayı, yine 70 yaşındaki insanların üçüncü kattan atılarak öldürülmesinden dolayı, yine destekliyor IŞİD’ı. Ama o anketlere girmiyor bunlar. Anne ANDLAUER: Peki sizce IŞİD insanları katletmiyor mu? Direk sorayım… Ali Osman ZOR: O zaman başa geliyoruz; IŞİD insanları katletmiyor, IŞİD savaşıyor! Kendi evine karışılmasını istemiyor. Ne zamandan beri savaşıyor? 2003’ten beri savaşıyor. Ve dediği şu: Defolun gidin! Karışmayın bize! diyor IŞİD. İş gele gele şu noktaya geldi; ben güzelce anlatıyorum size. “Buradan gitmeniz gerekiyor” diyorum. Siz bunu anlamıyorsunuz. En sonunda birimiz tutuyor yaka paça atıyor sizi dışarıya. Sonra da ben “kaba” davranmış oluyorum. Burada, bir şiddeti, şiddet içeren bir tavrı engellemek için -İslâm ahlâkında da bu vardır. Size nasıl bir “İslâm” öğretiliyor, bilmiyorum da- İslâm hukukunda da, karşı tarafın şiddetini engellemek için, ondan daha fazla bir şiddet uygulayabilirsin. Bir kere müslümanlar, müslüman tavrı olarak. “Zillet” kelimesini biliyor musunuz? “Aşağılanmak”, “aşağıda durmak”. Hiçbir müslüman onu kabul etmez! Müslümanlar “İzzet”e talibtir. Yukarıda durmaya, onurlu yaşamaya, dürüst yaşamaya talibtir. Şimdi siz, beni 20 seneden beri zillet içerisinde yaşatıyorsunuz… Meselâ ben size bir Avrupalı olarak sorayım: Kaç kişi öldü Irak’ta? Var mı resmî rakamlar? Anne ANDLAUER: Yüzbinlerce kişi öldü. Ali Osman ZOR: Bakın, “yüzbinlerce kişi”… “Amerikalı kaç kişi öldü?” desem, 5013 filân gibi net rakam verilir. Anne ANDLAUER: Dediğiniz şu, doğru anlıyorsam: Orada müslümanlara yapılan şiddet, Ali Osman ZOR: Hangi müslümanlara? Anne ANDLAUER: Irakta’ki, Suriye’deki… Ali Osman ZOR: Batı gücü tarafından. Anne ANDLAUER: 2003’ten beri… Ali Osman ZOR: Aslında tâ 20. Yüzyılın başından beri… Anne ANDLAUER: Şu ân IŞİD’in uyguladığı şiddeti, herhângi bir şiddeti meşrulaştırıyor. Ali Osman ZOR: Meşrulaştırıyor tabiî ki! Savaşıyor zaten. Anne ANDLAUER: Yani onu diyorsunuz. Ali Osman ZOR: Evet onu diyorum. Ve ekliyorum da; Amerika veya bir Avrupalı güç sözkonusu olduğu zaman neden “savaş” kavramıyla onun yaptığını karşılıyoruz da, İslâmcı bir şey olduğu zaman, neden “şiddet”, “katliam”, “terör”, bu kavramlarla karşılıyoruz? Hâlbu ki biz savaşıyoruz. Sen de savaşıyorsun, ben de savaşıyorum. Senin kullandığına da şiddet denir, benim kullandığıma da şiddet denir. Neden “katliam”, “şiddet”, “terör” kelimeleri hep böyle bizim coğrafyamızda yanyana getiriliyor da, Batı insanıyla yanyana getirilmiyor? Ben onu söylüyorum. Ve bu noktada, bu getirilmediği için de, bizim açımızdan, bizim coğrafyamızda yaşayan insanlar Batı gücünü, Batı dünyasını samimi bulmuyorlar artık. Batının bunu anlaması lazım. Ve işin enteresan tarafı, aklın yerleştiği, filizlendiği coğrafya olarak Batı bunu anlayacak kapasitede. Ama, sanki anlamıyormuş gibi davranıyor. Neden?!. Neden böyle yapıyor?.. Halâ bizden istediği birşey mi var?.. Evet var; “enerji kaynakları” var, “İsrail’in güvenliği” var filân. Evet, “biz bunu vermiyeceğiz!” diyor müslümanlar! Anne ANDLAUER: Bunlarla ilgili bir sözünüz vardı bahsettiğim internette yayınlanan videoda; demiştiniz ki, “Suriye’de ve Irak’ta müslümanlar hazırlıksız yakalandı. Biz hazırlık yapmalıyız!” Ve devam ediyorsunuz; “kendimizi savaşa göre örgütlemeliyiz! Kobani’ye gitmeliyiz!” Ali Osman ZOR: “Kobani’ye gitmeliyiz” demedim. O Abdullah Öcalan’ın sözüdür. “Kendimizi savaşa göre hazırlamalıyız” sözü, Abdullah Öcalan’ın sözüdür. Geçen haftalarda, Ayn-el Arab (Kobani) vesilesiyle Abdullah Öcalan yayınladığı bildiride kendisine bağlı olan bütün Kürtlere söylediği şey; “herkes kendisini savaşa göre hazırlasın!” Biz de dedik ki; bak sayın Abdullah Öcalan bile İmralıdan bunu söylüyor. Ortada bir savaş durumu var. Nasıl ki, Bosna’daki müslümanlar, dünyanın diğer yerlerindeki müslümanlar savaş geldiği hâlde bunu anlamadılar ve ona hazırlıklı olmadılar, hazır olmadıkları için de zarar gördüler. Çünkü savaşı engellemek elimizde olsa, engelleyelim savaşı. Ama engellemek elimizde değil. Biz engelleyemiyoruz savaşı. Çünü biz çıkartmıyoruz. Savaşı çıkartan taraf, başka taraf. Dolayısıyla, eğer bu savaş geliyorsa buna da hazırlıklı olmak gerek! Bu mânâda da Abdullah Öcalan’ın sözüne katılıyorum ben. O doğru bir tesbit. Anne ANDLAUER: Savaş Türkiye’ye mi geliyor? Ali Osman ZOR: Türkiye’ye geliyor savaş! Anne ANDLAUER: Siz “oraya gidip savaşalım” demiyorsunuz. Ali Osman ZOR: Demiyorum tabiî. Niye öyle birşey diyeyim? Anne ANDLAUER: Peki savaş kime karşı? Neyle? Silahla… Ali Osman ZOR: Tabiî ki. Anne ANDLAUER: Silahlandırma. Ali Osman ZOR: O ayrı. Ama gidip “Kobani’de savaşalım” demiyorum. Orada savaşıyor zaten insanlar. Bize ne. Biz niye gidip orada savaşalım. Anne ANDLAUER: Türkiye sınırlarında… Ali Osman ZOR: Biz, kendi yaşadığımız vatandan bahsediyoruz. Nasıl ki Irak’ı işgâl ettiler, Suriye’yi bir iç çatışma hâlinde bölmek istiyorlar. Bunu, Türkiye’de de yapacaklar. Anne ANDLAUER: Nasıl bir savaş olur Türkiye’de? Ali Osman ZOR: “Asıl soru” bu mu?.. “Türkiye’de nasıl bir savaş olur?” Bunu bence Amerikalılar ve Amerikan istihbarat örgütleri gayet iyi biliyorlar ve bundan korkuyorlar zaten. Türkiye’deki savaş, bizim toplumumuzun hafızasında ve köklerinde de mevcut olan “Amerikan düşmanlığı”, “İngiliz düşmanlığı”… Buradaki savaş, şu ân Batı emperyalizmini temsil eden Amerika ve onun işbirlikçileriyle, karşı duranları arasında olur. Karşı duranlar arasında Kürtler de var, Türkler de var, Araplar da var, Solcular da var İslâmcılar da var; Amerika ile işbirliği yapanlar içerisinde de Kürtler de var, Türkler de var, İslâmcılar da var, Marksistler de var. Bu böyle bir ayrışma! Anne ANDLAUER: İç savaş… Ali Osman ZOR: Ben bunu o mânâda bir iç savaş olarak görmüyorum. Çünkü Amerika böyle bir savaşı göze alırsa bu savaştan kesinlikle galip çıkamayacak. Hiç bir faydası da olmayacak onun için. Çünkü, Türkiye’de 60 yıldan beri bir Amerikan hegamonyası var. Her tarafta üsler dolu, elçilikleri var. Hayat Tarzı var Türkiye’de! Amerika’ya karşı böyle bir savaşta, takdir edersiniz ki, her taraf hedef dolu. Ve Amerika’nın bunu istememesi lâzım. Bizim açımızdansa, Amerika bu savaşı Türkiye’de istemediğinden dolayı, bu Suriye operasyonu ve çıkartılan Tezkere ile Türkiye’de birikmiş olan enerjiyi Suriye’ye kanalize etmek istiyor. Yani bizim Türk ordusunu oraya sokup, Araplarla aramıza, belki nesiller boyunca devam edecek bir kan davası da sokarak bizi belki 100-150 yıl bu sorunla uğraştırmak istiyor. Bizim dediğimiz o; biz böyle bir savaş istemiyoruz. Anne ANDLAUER: Yani 6-7 Ekim’de gördüğümüz olaylar size göre bir savaş işaretidir? Ali Osman ZOR: Bir sürü sebebi olabilir. Ama bizim için bir sebebi de, bu, Amerikan işbirlikçileri Türkiye’deki tepkiyi ölçmek için bunu yaptılar. Yoksa Türkiye’de hiçbir hareket; ister Kürtçü olsun, ister İslâmcı, ister Türkçü, sokaktaki 60 yaşındaki adamı bıçaklamaz! Türkiye’de böyle bir hareket yok. Bir insanı çıkıp üçüncü kattan atmaz!.. Çünkü her hareket bilir ki Türkiye’de, özellikle 30 yıldan beri mücadele eden Kürt Hareketi bunu gayet iyi bilir: Siz 60-70 yaşındaki bir adamı öldürdüğünüzde, bütün herkes tepki verir size! Bunu gayet iyi bilirler ve yapmazlar. Zaten onları halk yapmadı… Bu yapılarak, “Türkiye’de ne tür bir tepki gelecek?”, “ne tür bir tepki oluşacak?”, “kim, hangi tarafta duracak?” ve eğer ki bu bir iç savaşa doğru evrilirse, “iç savaşın tarafları kimler olacak?” Bence bunlar ölçülmek istendi. Ki, benim açımdan, belki de sizin şu ân yaptığınız şey de bununla alâkalı. Çok da “komplocu” olarak söylemiyorum… Ve bu normaldir. Anne ANDLAUER: Yani nasıl bir proje?… Ali Osman ZOR: Yani, “nedir durum?”. Sosyolojik olarak araştırıyorsunuz bunu. Meselâ, bu araştırmanızı yayınladığınız zaman, o yayınladığınız araştırma, bu düşünceye hizmet edebilir. Yani onu okuyan adamlar, sizin yazdıklarınızdan bilgilenirler ve “tamam. Demek böyle böyle yapılar var, böyle insanlar var, böyle örgütler var” diyebilirler. Anne ANDLAUER: Bunlar yeni bir amaçla dışarıdan tetikleniyor mu diyorsunuz? Ali Osman ZOR: Tabiî ki o iki gün tetiklendi. Niye durdu birdenbire? Niye devam etmiyor? 76 milyonluk bir ülkede, o tür olaylar, birden bire bıçakla keser gibi, durabilir mi hiç? Niye durdu?.. IŞİD mevzuuna gelirsek. Biz IŞİD’çı filân değiliz. Biz İBDA Fikir ve Aksiyon Hareketi’ne bağlıyız. Ve bu hareket de Türkiye’deki tek “Millî Hareket”tir! Bu hareketin ilk kurucusu Necip Fazıl Kısakürek’tir. İlk Mimarı. Daha sonra da, O’ndan bayrağı devralan, Salih Mirzabeyoğlu’dur. Salih Mirzbeyoğlu 16 seneden beri cezevindeydi. Geçen 22 Temmuz’da, Ramazan Ayı’nda çıktı. 16 sene boyunca da Zihin Kontrolü İşkencesi’ne maruz kaldı, bugün de bu işkence devam etmektedir. Bu işkencenin sebebi olarak biz, Salih Mirzabeyoğlu’nun, bugün Batı’da da ihtiyacı hissedilen bir İdeolocya, bir Dünya Görüşü sunmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Çünkü bugün, Batı akademik çevrelerinde de tartışılan bir konu olarak “ilimlerin bütünlüğü” kayboldu. Yani Batı’nın bugün yeni bir Platon’a ihtiyacı var. Kendileri de bunu hissediyor zaten, fikir adamları bunu söylüyor. İhtisaslaşma, bütünlüğün aleyhine olarak artıyor. Ve bugün Batı’da bu bütünlüğü kurabilecek ikinci bir Hegel çıkmadı meselâ! Batı’nın beklediği bu insan, bu topraklardan çıktı! Ve bunu ideolocya olarak, 58-60 tâne eseriyle koydu ortaya. Ve 16 seneden beri -hani o “İslâmcı Hükümet” diyorsunuz ya- İslâmcı Hükümetin iktidarında cezaevindeydi. 22 Temmuz’da da çıktı. Dolayısıyla bizim çizgimiz, bizim hareketimiz belli. Bizim hareketimiz bugünün hareketi değil. Meselâ on sene cezaevinde yattım. IŞİD o mânâda dün çıktı. Ama meselâ ben, 1991 yılında “Irak Casusu” diye cezaevinde yattım. İlk Körfez Savaşı’nda. Hâliyle bize “IŞİD’çı”, “IŞİD’i bilmem ne yapıyor” filân değil. Burada mesele başka. Nasıl ki 11 Eylül’de Fransız gazeteleri “Hepimiz Amerikalıyız!” diye manşet atmışlardı, bugün de biz, hepimiz Arabız! Anne ANDLAUER: Ama bir yazınızda da “IŞİD Sen Oradan, Biz Buradan” diyorsunuz?… Ali Osman ZOR: İşte onu diyorum. “Nasıl ki Fransız gazeteleri atmıştı ya” diyorum. Anne ANDLAUER: Ama Araplarla IŞİD’i eşitliyorsunuz?.. Ali Osman ZOR: Öyle zaten! IŞİD bir Arab örgütü zaten. Ne örgütü IŞİD? Anne ANDLAUER: Bütün Arapları mı temsil ediyor?… Ali Osman ZOR: “Temsil eder”, “etmez” o ayrı birşey. Ama Irak Savaşı’nda, 2003’te çıkmış ve Saddam Hüseyin’in BAAS’ının subayları tarafından eğitilmiş, kurulmuş bir örgüt bu. Bugün herkes biliyor. Meselâ IŞİD’i konuşuyoruz, İzzet İbrahim’i niye konuşmuyoruz? Niye konuşmuyor batı? İzzet İbrahim de orada! Ve şu ân savaşıyor da orada! Anne ANDLAUER: Dolayısıyla siz herhângi bir çağrı yapmıyorsunuz?… Ali Osman ZOR: Ne gibi? Anne ANDLAUER: Türkiye’de size sempati duyanlara olsun, diğerlerine “orada gidip IŞİD’in yanında savaşın” diye. Ali Osman ZOR: Hayır, hayır… Anne ANDLAUER: Yani diyorsunuz ki, “buraya gelirse” Ali Osman ZOR: Aynı işgâlci, Amerikan işgâli… Şöyle söyliyeyim; dediğiniz doğru, ben onu demiyorum. Benim dediğim şu: Orada gördüğünüz, Irak’ta gördüğünüz açık işgâl, 60 yıldan beri, perdelenerek Türkiye’de de devam ediyor. Bir ülkede, yabancı bir devletin askerî bir gücünün bulunması ne anlama gelir? Meselâ Amerikan üsleri var bizde, sayısı bile belli değil. Adana İncirlik Üssü, Sinop’ta filân… Bu ne demek? Anne ANDLAUER: Sizin için ne demek? Ali Osman ZOR: Benim için işgâl demek! Ve bu 60 yıldan beri sürüyor!.. Ben de diyorum ki, Türkiye’de, artık bu işgâle karşı durabilecek bir enerji var. Anne ANDLAUER: Evet. Ali Osman ZOR: Bu enerji ne düzeyde diye, o 6-7 Ekim dediğiniz olaylarda bu test edildi. Ve bu görüldü. Eğer ki buna devam etmek isterlerse Amerika ve işbirlikçileri -onun ortakları, onunla beraber hareket edenler; PKK, AKP farketmez!- ile bu millet savaşacak diyorum ben! Anne ANDLAUER: Yani silâh alıp savaşacak. Ali Osman ZOR: “Silah alır”, aynı Kurtuluş Savaşımızda -1919’da, 1914’de Birinci Dünya Savaşı’nda- Fransızlara, İngilizlere yaptığımız gibi, isterse kazma ile de savaşırız! Baltayla da savaşırız! Anne ANDLAUER: Biliyorsunuz şu ân, İncirlik Üssü açılacak mı açılmayacak mı? Tezkere böyle bir hak tanıyor. Yabancı askerleri Türkiye içinde bulundurma. Diyorsunuz ki, bu gerçekleşirse, şu ân böyle birşey yok, ama gerçekleşirse… Ali Osman ZOR: “Herkes dikkatli olmalı!” diyorum, bu gerçekleşirse. “Beklenmeyen mallar pazara gelir” diyorum. Anne ANDLAUER: Siz ne yaparsınız şahsen? Ali Osman ZOR: Bakalım! Allah bilir… Bu da çok açık bir soru oldu, yalnız. Anne ANDLAUER: Bilmiyorum. İhtimâller üzerine konuşuyoruz ama… Ali Osman ZOR: Peki siz ne düşünüyorsunuz böyle birşeyde? Türkiye’yi “gözlemleyen biri” olarak?.. Anne ANDLAUER: Neyle ilgili?.. Ali Osman ZOR: (…)… Türkiye’nin Tarihî Misyonu İslâm Coğrafyası’na Liderlik yapmak. Bugün, iç ve dış şartlar, İBDA İdeoloğu, Kurucusu Sayın Salih Mirzbeyoğlu’nun ifâdesiyle; “şartlar, Türkiye’yi Tarihî Misyonunu tekrar üstlenmeye zorluyor!” Yani bu Hükümetten, örgütlerden bağımsız olarak… Çünkü “şartlar”ı biz oluşturmuyoruz! Bu şartlar, kendisi oluşuyor; hem ülke içi şartlar, hem ülke dışı şartlar. Eğer ki Türkiye, bu Tarihi Misyonu’nu üstlenmezse yok olup gidecek. Bunu Türkler biliyor! Bunu hissediyor Türkler… Dolayısıyla da, bizim, bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak ikinci bir alternatifimiz yok. Bugün, yarın, öbür gün; ama çok kısa bir süre içerisinde biz, Batı gücünü, Batı emperyalizmini bütün kurum ve kuruluşlarıyla, “Hayat Tarzı”yla bölgemizden kovmak için, İslâm Dünyası’na liderlik yapmak zorundayız! Bugün İslâm Dünyası’nın sorunu bu zaten: İslâm Dünyasında savaşan örgütler var. Ama siyasî olarak, demin “IŞİD’in projesi var” dediniz de, IŞİD’in projesi, o mânâda Batı gücünü durdurabilecek bir proje değil. Yani, İdeolojik olarak, Hayat Tarzı olarak, siyasî olarak… Anne ANDLAUER: Sizin Büyük Doğu… Ali Osman ZOR: İBDA!.. Büyük Doğu – İBDA! Anne ANDLAUER: Projesi var. İBDA ile IŞİD’in getirmeye çalıştığı amaç ile birebir aynı mı? Ali Osman ZOR: Değil!.. Anne ANDLAUER: Nasıl farklı? Ali Osman ZOR: Burada “anlayış” farklı! Yani aynı İslâm’a inanıyoruz ama, İslâm’dan anladıklarımız farklı. Yani biz aynı Kur’ân’a inanıyoruz, aynı Peygamber’e inanıyoruz; ama onun tatbikinde, uygulanmasında farklılıklar var. Bizim iddiamız, İslâm, bütün bir “ideoloji”, “anlayış”, “dünya görüşü” hâlinde ortaya konulması gerekir. Yani, “burada böyle olmalı”, “orada öyle olmalı” filân değil. Bütün bir sistem hâlinde ortaya konulup, öyle tatbik edilmesi gerekir. Bizim İBDA dediğimiz ideoloji, bu tatbikin ruhudur! Bu mânâda da, bizim iddiamız odur ki, dünyada savaşan bütün İslâmcı hareketlerin, -hattâ daha da ileri gidip, çünkü bir arayıştır, ihtiyaçtır bu- hattâ 3. dünyada emperyalizme karşı savaşan örgütlerin temeli, kaidesi de İBDA’dır. Neden savaşıyor insanlar? Bir ihtiyaca binâen. Birşey, ihtiyaç olarak dayatıyor kendisini. Nedir o ihtiyaç? Bütün dünya için söylüyorum: Amerika için, Avrupa için, Türkiye için, Ortadoğu için… Sistem ihtiyacıdır!.. Bu “sistem ihtiyacı” için 1. ve 2. dünya savaşları yapıldı. Ama Birleşmiş Milletler Rejimi, bu sistemi karşılamıyor artık. Ve bugün, Yeni Bir Sisteme ihtiyaç var. Bu sistem içerisinde yer almayan hiçbir milletin hayat hakkı olmayacak. İslâm Coğrafyasının zorlamasının sebebi de bu zaten. Artık bu sisteme dahil olmak istiyor. Yani emir veren, karar alan konumunda olmak istiyor müslümanlar! Birleşmiş Milletler’de 5 tâne adam istemiyor! Anne ANDLAUER: İstediğiniz Hilâfet değil yanlızca… Daha geniş… Ali Osman ZOR: Tabiî ki! Yönetmek istiyoruz biz! Biz Amerika’yı yönetmek istiyoruz! Biz Fransa’yı yönetmek istiyoruz! Anne ANDLAUER: Bütün dünyayı!.. Ali Osman ZOR: Bütün dünyayı yönetmek istiyoruz! Anne ANDLAUER: Sadece bölge için konuşmuyorsunuz…. Ali Osman ZOR: Değil!.. Allah bize bunu söylüyor! Ve İBDA dediğimiz şey… Bundan korkacak birşey yok!.. Şu ân Amerika’nın bütün dünyayı idare etmesinden niye korkmuyorsunuz meselâ? Bir Fransız olarak? Niye tedirgin değilsiniz? Anne ANDLAUER: Amerika bir ülke… Ali Osman ZOR: Ama 250 yıl önce bir ülke değildi! Avrupa’daki hırsızlar, ayyaşlar, berduşlar gittiler orada… Anne ANDLAUER: Devlet yani. Silahlı güçleriyle, hükümetiyle, devlet. Ali Osman ZOR: Hâ, ben de o devleti kurduğum zaman sorun kalmaz o zaman değil mi? Anne ANDLAUER: Yok, onu demiyorum. Ama bahsettiğiniz şey farklı yani, aynı değil… Sınırlar ve ülkeler arası… Ali Osman ZOR: Zaten bu işler yavaş yavaş başlar. Bizim Osmanlı kurulduğunda da küçük bir “beylik”ti. Sonra, yavaş yavaş, sınırlarını arttıra arttıra gitti Viyana’ya kadar dayandı… yani bu vizyon, bu projeksiyon bir müslümanda olduğu zaman, Batılı bundan rahatsız oluyor. Neden rahatsız oluyor? Çünkü, anladığım kadarıyla -ki, hak veriyorum bu rahatsızlığına- özellikle Avrupalı açısından, 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan bir Avrupalı, artık bunu istemiyor. Bunu istemediğinden dolayı da, bu hedefi önüne koyan hareketlere karşı hem propaganda ve hem de askerî açıdan çok şiddetli saldırıyor. Çünkü Avrupalının o hafızası tâze. Onu biz anlıyoruz. Meselâ Osmanlı ordusunun Viyana kapısına dayanması bir Avrupalı için çok yeni birşey. Bizim Türklere unutturdular bunu ama, meselâ bir Fransız, bir Alman, bir Avusturyalı bunu biliyoruz. Yani oradan biz empati yapabiliyoruz. Orada sorun yok! Anne ANDLAUER: IŞİD çıkınca korku yaratılıyor. Avrupalı korkuyor mu diyorsunuz?.. Ali Osman ZOR: Korkuyor! Bir daha Osmanlı gbi bir Devlet olmasın diye, elinden gelen herşeyi yapıyor. Bunun için de bütün propaganda araçlarını, askerî araçlarını; hepsini kullanıyor. Ama biz ne yaparsak yapalım, bugün Amerika ve Avrupa ne yaparsa yapsın, mevcut sistem, mevcut düzen, dünya sistemi çökmüştür! Bunu biz söylemiyoruz, bunu Amerikalı sosyologlar söylüyor, siyaset bilimcileri söylüyor. Aydınları söylüyor, fikir adamları, ilim adamları söylüyor. Ve bugün, bizim bölgemizde yaşanan savaşlar, aslında yeni bir sistemin habercisi niteliğinde savaşlar. “Ama ne çıkacak bu sistemden?” Daha kimse bilmiyor. Yani bunlar, öyle laf olsun diye yapılan savaşlar değil. Çünkü, bütün dünyanın ihtiyacı hâlinde kendisini gösteriyor bu sistem. Herkesin “sistem”e ihtiyacı var bugün. Amerikanın da var. Çünkü mevcut ekonomik, iktisadî, siyasî sistemle veya uluslararası sistemle işler yürümüyor artık. İşte bir IŞİD çıktı bakın; sistem dışı bir hareket çıkınca, sistemin bütün unsurlarının hesabını bozdu! Dolayısıyla, bugün Amerika’nın ve müttefiklerinin, bizim için yasadışı müttefiklerinin, yasadışı ordularıyla buraya saldırması, aslında kendilerini muhafaza, mevcudu, mevcut düzeni koruma amaçlı. Anlatabildim mi? Anne ANDLAUER: Anladım. Ali Osman ZOR: Dolayısıyla sistem teklifi hâlinde biz, Başyücelik Devleti olarak kendi teklifimizi sunuyoruz. Yani bu, bizim teklifimizdir. Yani İBDA ile IŞİD yada diğer İslâmcı hareketler arasındaki farkı bilmek lâzım. Yoksa, meselâ Fransa destekliyor Amerika’nın operasyonlarını. Ama Fransa ile Amerika arasında da bir fark var. Dini olarak, o Katolik, o Protestan; o laik, o seküler, o daha ulusal, o daha federal filân, farklar var. Dolayısıyla Fransa ile Amerika arasındaki bu farkı bilmeden doğru tahlil yapamayız. Bu izâhı onun için yaptım. Anne ANDLAUER: Teşekkürler.

ALİ OSMAN ZOR, HOLLANDA NOS TV’YE KONUŞTU

Ali Osman ZOR: “İSLAM BİRLİĞİ BİR ŞEKİLDE KURULACAK” Hollanda Devlet Televizyonu NOS, ADIMLAR Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman ZOR ile bir röportaj gerçekleştirdi. NOS Tv Muhabiri Lucas Waagmeester’ın ısrarları üzerine Tarihi Kongre günü olan 29 Kasım 2014 Cumartesi günü Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen bu kısa röportajın görüntülü kaydını izleyebilirsiniz. Röportaj öncesinde 15 Kasım 2014 Cumartesi günü dergimize gelen Waagmeester ve ekibi, yapılan ön görüşme neticesinde İBDA ve Kumandan Mirzabeyoğlu hakkında edindikleri bilgiler sonrası Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun vereceği konferansa katılma isteklerini ısrarla beyan etmişler ve bu Tarihi Gün’de de Haliç Kongre Merkezi’nde hazır bulunmuşlardı. Konferans öncesi eğer mümkün olursa Genel Yayın Yönetmenimiz ile bir de röportaj yapmak istediklerini ifâde eden NOS temsilcilerine, bunun, Sayın ZOR’un yoğun olmasından dolayı mümkün olmadığı söylenmiştir. Konferans günü NOS Televizyonu’nun karşılaştığı kalabalık karşısında bir televizyoncu refleksi göstererek ısrarlarını arttırması sonucunda Genel Yayın Yönetmenimizle röportaj yapma fırsatını bulmuş ve ayaküstü kısa bir söyleşi gerçekleşmiştir. Konferanstan iki hafta önce dergi büromuzda gerçekleşen ve Hollandalı gazetecilerin İslâm Mücahidlerini, İBDA Merkezi’nde Türkiye’nin Misyonu’nu anlama ve kendi akıbetlerini, Batı’nın istikbâlini öğrenebilmek merakıyla sordukları sorular ve Ali Osman Zor’un açık yüreklilikle verdiği cevaplar karşısında gerçekleşen bu röportaj, Batı’nın bilmek istediklerinin özeti mahiyetinde cevaplara hâizdir. VİDEO

Der Spiegel, Ali Osman Zor İle Röportaj Gerçekleştirdi

Almanya ve Avrupa’nın köklü yayın organı Der Spiegel dergisi temsilcisi, bugün, Adımlar Dergisi merkezine gelerek bir röportaj gerçekleştirdi. Adımlar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman Zor ile röportajı gerçekleştirilen kişi ise, Der Spiegel yazarlarından Maximilian Popp. Maximilian Popp’un, yayınlanacak geniş kapsamlı bir makâlesi için Almanya’dan gelerek gerçekleştirdiği ziyaret ve görüşme sırasında görüntülü olarak kaydedilen röportajı, siz değerli okuyucularımız için http://www.adimlardergisi.com sitemizde ilk fırsatta yayınlayacağız.

VİDEO: CNN INTERNATIONAL, ALİ OSMAN ZOR RÖPORTAJI

Amerikan CNN International televizyonunun 18 Ekim 2014 tarihli, Adımlar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman Zor ile gerçekleştirdiği röportajın video kaydı. Söz konusu görüntülü röportajın metni en kısa sürede yayınlanacaktır.

Hükümetin Desteklenip Desteklenmemesi

Biz siyasî mücadelemizde değerlendirme yaparken ve tavır belirlerken şekle değil; fiile bakarız. Hükümleri pratik içinde yürütmeye çalışırken bu prensibe sıkı sıkıya bağlı kalmak her zaman şiarımız olmuştur. Fikirler arasında tutarlılık samimiyetin göstergesi olacağından, değerlendirme yaparken bizim dikkatimiz “söylem”den daha çok, söylemle dile getirilen hususları pratikteki karşılıklarındandır. 2012 Kasım ayında Kandıra F Tipi Cezaevi’nde kaleme aldığımız “90’dan Bugüne Umumî Bakış Ve Bugünkü Siyasi Durum” başlıklı durum değerlendirmesinin bir bölümünü oluşturan aşağıdaki yazıyı, şekle değil de, fiile bakmak prensibi ışığında dikkatinize sunuyorum. Bugün, birçok çevre içinde tartışılan hükümetle alâkalı bir meselenin, o zaman, bizim nasıl değerlendirdiğimizi gösteren aşağıdaki bölüme nazaran, bir takım yeni gelişmeleri hangi ilke ve mantık çerçevesinde değerlendirdiğimiz de görülecektir. Hesaplaşmanın Tarafları ve Son Durum Dünya çapında hesaplaşmanın yaşandığı bugün, Batı sömürgeciliğinin zaferinden söz etmek mümkün değil. Üç günde Bağdat’ı, iki günde Şam’ı, dört güde Tahran’ı almak için yola çıkanlar, hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaştılar. Gelinen son noktada plânların yeniden gözden geçirilerek “zararın neresinden dönersen kâr” hesabı, girilen bu yoldan çıkma düşüncesi var. Fakat, bu o kadar da kolay olmayacak, savaşı başlatma gücüne sahip Batı’nın, onu durdurabilmek için şu ân elinden pek bir şey gelmiyor. Pandora’nın kutusunu çok kolay açtı, ama, o kadar kolay kapatamayacak gibi… Bu büyük hesaplaşma, tüketmekte sınır tanımayan, dünya kaynaklarının yüzde seksenini yiyip bitirenlerle, kaynakların yüzde yirmisine mahkum edilmiş yüzde sensen arasındadır. Dünya nüfusunun yüzde yirmisine sahip Batı, Amerikan gücü liderliğinde saldırırken, bu saldırıya cephe cephe direnen geri kalan yüzde seksen, henüz bir liderliğe kavuşmuş değil. Batı saldırganlığının bir hedefi de zaten, yüzde seksenin birlik ve beraberliğini bozarak, güçlü bir liderliğe kavuşmasını engellemektir. Büyük hesaplaşma özellikle son on yıldır bölgemizde yoğunlaşmış ve şu ânda da içinde bu büyük hesaplaşmanın ideolojik ve siyasî muhtevasını barındırır şekilde “bölge savaşı” olarak sınırımıza dayanmıştır. Bölgemize yapılan saldırının adı da BOP’tur. Bölgemiz açısından bakıldığında bu savaş, BOP taşeron örgütleriyle, bu örgütlere direnen millî güçler arasındadır. Direnişin temelinde ise, İslâm var. BOP Eşbaşkanı bu hükümet, İBDA’nın düzene karşı verdiği devrimci mücadelede -buna radikal İslâm diyorlar- indirdiği ölümcül darbenin ardından iktidara gelmiştir. Bu hükümetin “Haçlılar Dünyası” tarafından kurgulanmasında ve körüklenmesindeki tek sebep, gerçek İslâm İBDA’nın yürüttüğü iktidar hedefli devrimci mücadelenin önünü kesmekti. İktidara geldiği daha ilk günlerde BOP’un Eşbaşkan’ı olduğunu büyük bir gurur ve pervasızlıkla halkımıza deklare eden bu hükümete, halkın seçtiği değil de, insanımızın üzerinde yapılan etkili zihni bir operasyonla, demokrasi oyunu içinde halka “SEÇTİRİLEN” demek daha doğrudur. Medya marifetiyle halka “İSTETTİRİLEN” bu hükümetin, gerçekte insanımızı temsil etmediği, on yıllık icraatı neticesinde açıkça görülmüştür. Hâlen ve yine medya marifetiyle bu halk desteğinin devam ettiği algısı yaşatılmaktadır. Bu hükümet, Amerika’nın, İBDA’nın temsil ettiği gerçek İslâm’ın gelişimine mâni olamayınca, bu gelişimi pasifize etmek için kurguladığı “Ilımlı İslâm” paradigmasının iktidara taşınmış siyasi örgütüdür. Bu “kurgu” göz önüne alındığında, hükümetin halkın hissiyatına tercüman olmaktan ziyade, hissiyata tercüman oluyor görüntüsü altında kendisini körükleyerek iktidara taşıyanların politik hedeflerinin aracısı olduğu görülür. Bu hedefler doğrultusunda bölgemizde yoğunlaşarak devam eden savaşın “aracı”dır bu hükümet. Bu mânâda kesinlikle, hissiyatı istismar edilerek “rızası” çalınan, yüzde doksana varan çoğunluğuyla Amerika ve İsrail düşmanı olan bu halkı temsil etmiyor. Peki kimi temsil ediyor? Gerçek İslâm -İBDA-‘nın önünü kesmek için “Ilımlı İslâm” paradigmasını kurgulayan ve bu paradigmanın siyasî örgütü olarak kendisine iktidar yolunu açanları temsil ediyor. Kuzey Atlantik sömürgeciliği, Hristiyan-Yahudi birliği AB ve bunların yasadışı örgütleri IMF, Dünya Bankası, NATO… bu hükümetin şuurlu olarak temsil ettikleridir. Yani Hristiyan-Yahudi Batı Dünyası… Ülkede uzun süredir egemen olan bu güçler, ilk defa bu özellikte bir hükümetin şahsında temsil edilmektedirler. Hükümetin temsil ettiği dini, siyasi, sosyal ve ekonomik uluslararası güçler yeni değil, muhtevasıyla bizatihi hükümetin kendisi yenidir. Geçmiş hükümetler de aynı uluslararası güçlerin temsilciliğini yapmış, emperyalist politikaların aracısı olmuşlardı. Fakat onlar, bu hükümetin yaptığı derecede gerçeği “Amerikan Türbanı”yla örtememişlerdi. Hükümetin temsil ettiği bu uluslararası güçlerin Tanzimat’tan bu yana devam eden etkisi ve son elli yıldır ülke siyasetindeki tartışmasız egemenlikleri sebebiyle, eski adamlarının direniş göstermelerine fırsat tanımadan onları tasfiye edip, kurguladıkları yeni paradigmayı iktidara taşımaları bu aşamada çok da zor olmadı. Zor olan kısım, şekli demokrasi oyununun sahneleneceği aşamaya kadar olan süreçti. Düzeni yürüten eski paradigma mensupları içinden düzenin gerçek sahiplerine karşı direnme girişimleri olmuşsa da, nasıl karşı çıkılacağı bilinmediğinden başarı sağlanamamıştır. Her paradigma değişiminde görülebilecek bu “problem”, karşı çıkmaya çalışanların toplama kampı mantığıyla tesis edilen cezaevlerine tıkılmasıyla çözülmüştür. Daha iktidara geldiğinin ilk günlerinden itibaren uyguladığı özelleştirme politikasıyla ülkeyi Ofere-Tafere yağmalatarak temsil ettiği uluslararası sermayeye diyet borcunu ödemeye başlayan hükümetin, zamanla etrafında yeni çıkar grupları da teşkil etmedi değil. Uluslararası sermayeyle sıkı bağlantı içinde hareket eden bu yerel yeni çıkar gruplarının hükümet etrafında kümelenmesi, paranın farklı bir kesime “halka halka” sistemli olarak dağıtılmasına da yol açtı. Hükümete halk desteğinin kotarılmasında kullanılan unsurların başlıcası olan “halka halka” işleyen bu “para” ilişkisi, desteğin devam etmesini sağlamak ve hükümet yanlısı yeni bir kitlenin teşkili için verilen “rüşvet” niteliğindeydi. Ayrıca aracısı olduğu Emperyalist politikaları BOP Eşbaşkanı sıfatıyla uygularken ses çıkarılmaması maksadıyla “halka halka” halka dağıtılan “sus payı” özelliği de taşıyordu. “Ben tüccarım her şeyi satarım!” diyen Eşbaşkan, bu süreçte “İmân” alım satımında da oldukça mahir olduğunu gösterdi. “Ilımlılık”ın misyonuna uygun olarak demokrasi içinde İslâm’ın yaşayabileceğine inananların ve bunu benimseyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Dikkat ediyorsanız “Şeriat” kelimesi sanki yasaklanmış gibi ve artık neredeyse pek kullanılmıyor. Her alanda, Amerikan tipi politikacının şahsında tecelli eden “Ilımlı İslâmcılık” tarafından kuşatılan halkımız, Hristiyan-Yahudi Batı’ya karşı var olan reflekslerini büyük oranda yitirmiş durumda. “Ilımlı İslâmcılık” tarafından BOP’un hedefleri doğrultusunda yürütülen “aptallaştırma”, “ehlileştirme” ve “düzene uydurma” operasyonu, zahiren on yıldır başarıyla yürütülüyor gibi gözüküyor. İnsan zekâsı hedef alınarak yapılan bu operasyonun sebep olduğu zihin kamaşması, bedahet hâlinde ortada olan mevzularda bile kendini göstermektedir. Bundan istifade ederek Irak ve Libya parçalandı. Suriye parçalanmak için saldırı altında, Afganistan işgali ise bütün şiddetiyle devam etmekte. BOP taşeronu bu hükümetin erketeliğinde gerçekleştirilen bu saldırılarda, saldırıya muhatap olan Irak, Libya ve Suriye devletlerinin üçünün de bölgede İsrail’i tehdit eden ülkeler olması mevcut iktidarın neyin “aracı” ve gerçekte kimi “temsil” ettiğinin açık göstergesidir. Bir taraftan, son tahlilde İsrail’in güvenliği, onu tehdit eden ülkelerin parçalanmasıyla garanti altına alınırken, diğer taraftan da ülke içinde siyasi ve askeri bürokraside yapılan tasfiye operasyonlarıyla iktidar sağlamlaştırıldı. En ufak bir muhalif duruşa tahammül edemeyen hükümet, ne kadar Batı karşıtı varsa “cezaevi”, “işsiz bırakma”, “itibarsızlaştırma” gibi hukuk ve ahlâk dışı yöntemlerle hepsini birden etkisizleştirerek bugün, sorunsuz bir şekilde iktidar koltuğunda oturmaktadır. BOP saldırısının stratejik hedefini daha iyi anlayabilmek ve “Eşbaşkanlık” mânâsını kavrayabilmek için Büyük Doğu Mimarı’nın şu hükmüne dikkat etmek gerek; “20. Asırda ve 21. asır eşiğinde Haçlılar dünyasının stratejisi, İslâm hisarını dışından zapt etmek değil, Truvalıların tahta atı şeklinde, gafil milletlere sahte kahramanlar imâl edip onu içinden düşürmektir.” (Necip Fazıl Kısakürek / Doğru Yolun Sapık Kolları, Sh.143) Bu hükmün ispatı halinde bugünkü siyasi durum budur. “Ilımlı İslâm”, BOP, BOP Eşbaşkanlığı, gaflet, aptallaştırma, ehlileştirme, düzene uydurma… Bu kavramların yan yana dizilmesiyle dahi, hükümetin misyonuyla birlikte siyasi manzara, bedahet hâlinde hemen görülüyor. Değiştiği hissi yaşatılan batıcı düzen değişmemiştir. İktidarın el değiştirmesiyle birlikte paradigma değişmiştir. Kuklaların değişmesiyle düzen değişmez. Fakat şu da inkâr edilemez, düzenin deri değiştirme süreci “değerlendirici şuur” için bir takım faydalarla birlikte, bazı zararlar ve birçok fırsatlar da barındırdı; hâlen de barındırmakta. 2002 Kasım’dan bugüne diğer bir önemli değişiklik ise, uluslararası siyaseti yönlendiren merkezlerin siyasî ve askerî güçlerinde yaşanmakta. Ankara’nın “bölgesel güç” imajını sağlayan “stratejik ortak” Amerika’nın on yıl önceki siyasî ve askerî gücü ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Amerika, on yılda daha da gerilemiş ve güçten düşmüştür. Hükümeti doğrudan ilgilendiren bu durum, Ankara’da hem iç, hem de dış politikada farklı arayış ihtiyacını doğurabileceği gibi, beklenmedik politik tutumların ortaya çıkmasına da sebebiyet verebilir. İhtimâl kaydıyla söylediğimiz bu durumun aslında, işaretleri de yok değil. Daha sonra bu konuya tekrar değinmek üzere kendi adımıza şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz; şu an Ankara’nın, kafası en karışık adamı R. Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan’ın her hâlinden kendi içinde bir kırılma yaşadığı belli oluyor. Suriye konusunda gelinen son noktanın, yaşadığı bu kırılmayı tetiklediği kanaatindeyiz. İleriki günlerde, Başbakan’ın yaşadığı bu kırılmanın hangi yöne seyredeceğini hep beraber göreceğiz. Sermeyesi tükenen tüccarın kara kara düşünmesine misâl, Erdoğan da, on yılda “stratejik ortağıyla” yapacağını yapmış olarak, idaresi mümkün olmayan bir noktaya geldiğini görerek, bundan sonraki süreçte ne yapacağını düşünmektedir. Kırılmanın müsbet tarafa seyretmemesi için her türlü olumsuz şartın var olduğu Ankara’da, yine de belli olmaz. Beklenmedik farklı tutumların ortaya çıkması, belli mi olur, belki de Başbakan’ın hem bu dünyasını, hem de öbür dünyasını değiştirebilir. Fakat bugünkü geldiği noktanın, Erdoğan için pek de iç açıcı bir görüntü arz etmediği aşikâr. Bir de; İktidarı şahsî emeği veya teşkilatının verdiği mücadele neticesinde değil de, İBDA’nın 90 yılından itibaren Kemalist rejime karşı verdiği mücadelenin ve bu mücadelede indirdiği ölümcül darbelerle rejimi diz üstü çökertmesinin ardından ele geçirdiği gerçeğinin peşini hiç bırakmamasını eklerseniz, Başbakan’ın kafasının ne denli karışık olabileceğini daha iyi kavrayabilirsiniz. Gerçeğe en yakın şekilde ortaya koymaya çalıştığımız mevcut siyasî manzara ve bu manzara karşısında belirlenmesi gereken tavra dair söyleyeceklerimize alt yapı teşkil etmesi bakımından, birbiriyle alakalı bazı mevzular üzerinde durmakta fayda olduğu inancındayız. “Hükümetin Desteklenip Desteklenmemesi” Üzerine Buraya kadar ele aldığımız meselelerden, geçen on yıla ait olmak üzere BOP’çu ılımlılara karşı alınması gereken tavrın bizim açımızdan ne olduğu anlaşılmıştır herhâlde. “BOP Eşbaşkanlığı”nı yürüten bu hükümetin desteklenip, desteklenmemesi gibi daha müşahhas bir çizgide meseleyi açmamız gerekirse… Son bir iki yılda etkisi azalmakla beraber, Amerikan tipi medya tarafından öyle bir hava oluşturuldu ki, AKP iktidarını desteklemeyenler neredeyse vatan haini muamelesi görmeye başladılar. Son bir-iki yılda etkinin azalmasının sebebi ise, bu propaganda savaşında önde giden Liberallerin kenara itilmeleridir. 2010 yılından itibaren başlayan Liberal-Ilımlı çatışması şiddetlenerek devam etmekte. Ergenekon operasyonlarıyla oluşturulan sahte kutuplaşma ortamında hükümeti desteklemeyenler “Ergenekoncu” olarak yaftalanırken, destekleyenler de AKP’li damgası yediler. Bir siyasî-sosyal gruba mensup olmakla, o siyasî-sosyal grubun herhangi bir hamlesini desteklemek veya karşı çıkmak birbirine karıştırılır oldu. Mensup oldukları topluluklarda davaları adına hiçbir varlık gösteremeyen dar kafalı tiplerin ısrarla devam ettirmeye çalıştıkları bu sahte kutuplaşma ortamından sadece BOP saldırganlığı kârlı çıkmaktadır. Çünkü bu sahte kutuplaşmayla perdelenen, BOP saldırganlığı ve ona karşı ortaya konulan direniştir. Bu direniş açığa çıkmasın diye, zaten, insanlar “şucu-bucu” olarak yaftalanıyor. Oluşmasında liberallerin öncülük ettiği, şu an ise, daha çok “yandaş” denilen hükümete yakın medyanın devam ettirdiği sis perdesini dağıtıp, gerçek gündemi ve temel çelişkiyi ortaya koymak da bizim görevimiz olmalı. Bu görev yerine getirilirken benzerlerine ancak kahvehane sohbetlerinde veya çocuk mızmızlığında rastlanabilecek tavır ve tutumların benimsenmesi hayâl dahi edilemez-edilmemeli. Hükümetin desteklenmesine yönelik, uluslararası güçlerin desteğiyle yürütülen medya kampanyası malum… Bu kampanya bugüne kadar o kadar şiddetli yürütüldü ki, iktidarın uyguladığı politikalara karşı çıkmak isteyenler dahi, yürütülen propagandanın çapı ve şiddetinden dolayı “suçluluk” duygusu içine girdiklerinden ve cesaretleri kırıldığından, düşündüklerini tam olarak ifâde edemez oldular. Batıcı Düzen yararına hükümetin desteklenmesini adetâ “İlahi emir”miş gibi dikte eden merkezlerin, aynı şeyi gizli ve açık yollarla bizden de istedikleri sır değil. Bu desteğin verilmesini isteyen malum çevreler, acaba, bu istediklerini hangi ideolojik ve politik gerekçelere dayandırmaktadır? “Ham yobaz, kaba softa” tayfasının Amerika tarafından “ılımlı” vasfı kazandırıldıktan sonra, Büyük Doğu kaçkınlarının veya Onun “düşük çocukları”nın başatlığında partileşip, iktidar koltuğuna oturmalarını ne adına ve kime karşı desteklememiz gerekiyor? Hükümetin herhangi bir icraatının mücadelenin yakıtı olarak desteklenmesiyle, hükümetin tüm icraatlarının kökten desteklenmesini birbirinden ayırarak yine sormak durumundayız ki, hangi ideolojik ve siyasî faydaya nisbetle bu destek bizden isteniyor? 90’lı yıllarda İslâm Devrimi’nin -İBDA’nın- önünü kesmek için körüklenen “ılımlılar”a, Devrim adına konulan siyasî ve askerî sert tavrın, hiç “beklenmedik” bir şekilde iktidara taşındıklarında onlara desteğe dönüşmesini gerektiren, ne türlü önemli değişiklikler yaşandı? Hükümetin desteklenmesini savunanlar derse ki, “Bu hükümet Kemalist rejime karşı dik duruyor. Bu dik duruşundan dolayı darbe yapmak isteyen eski paradigma sahiplerini etkisizleştirdi.” Biz de deriz ki, bu külliyen yalan! Belli egemen güç merkezleri tarafından oluşturulmuş bu büyük yanılgının, en ufak bir gerçeklikle uzaktan yakından alâkası yoktur. Çünkü; 90 yılında Amerika’nın Irak’a saldırısıyla meydan yerine çıkan, hemen arkasından da “Tüm İktidar İBDA’ya!” şiârıyla devam eden İhtilâlci Mücadele, 99’a gelindiğinde zirveye çıkmıştı. Batı’ya “ılımlı İslâm”ı kurgulamak zorunda bırakan ve bu yapıya iktidar yolunu açmak için 28 Şubat Operasyonu’nu tezgâhlatan sebep, bu mücadelenin önlenemez yükselişiydi. 99 yılında ise, o güne kadar devrim adına vurulan darbelerden bitap düşerek “leş” hâline gelmiş düzene, İBDA’nın “esas darbe” niteliğinde indirdiği ölümcül darbeyle, neredeyse ortada Kemalist-Memalist rejim kalmadı. Siyasî ve askerî aygıtları işlemez hâle getirilerek, can çekişir şekilde dizleri üzerine çökertilen rejim, bitkisel hayata girmiş olarak komada fişinin çekileceği günü bekliyordu. Bu hükümet, İBDA’nın rejime indirdiği bu bitirici darbenin ardından iktidara geldi. Ortada “dik duracak” bir rejim filân kalmamıştı. Denildiği gibi ortada güçlü bir rejim olsaydı, zaten AKP’nin iktidarı tasavvur dahi edilemezdi. Hükümetin yaptığı, İBDA’nın alnının ortasından vurarak yere serdiği cesedi, kitlelere kanlı canlı göstererek tekmelemek ve tekmeletmekten ibarettir. Hâliyle ortada darbe-marbe yapacak güçte bir yapının varlığı da söz konusu değildi. Hükümetin “dik durduğu”, varlığına meşruiyet kazandırmak için uluslararası güçlerin desteğiyle bizzat kendisinin ürettiği hayâletlerdi. İBDA’nın verdiği Devrimci Mücadele’nin hedefine ulaşmasına mani olmak için kurgulandığını, körüklendiğini gizlemek niyetiyle bu dünyada işi bitirilmiş olanların hayâletine karşı dik duran(!) hükümet! Ayrıca, on yıldır sinsi, mahcup şekilde örtülmek ve Müslümanlar başta olmak üzere bütün toplum katmanlarına kanıksatılmak istenen şu gerçeklere dikkat: Düzenin eski yürütücüleri Hristiyan-Yahudi Batı hayat tarzını insanımıza dayatırken suçlu oluyor da, aynı “HAZCI” hayat tarzını İslâmî kılıfla dayatan, insanımıza benimsetmeye çalışan “ılımlılar” niçin suçlu olmuyor? Düzenin eski yürütücüleri Amerikancı, NATO’cu, AB’ci, IMF’ci ve daha bilmem neci vatan haini muamelesi görüyorlar da, bu hükümet Amerikancı, NATO’cu, AB’ci, IMF’ci olurken niçin aynı muameleyi görmüyor? Üstelik bu hükümet kadroları daha iktidara gelmeden, ısınma turları attıkları dönemde “değiştik-dönüştük” diyerek ellerinden, ayaklarından, kalplerinden ve beyinlerinden Batı’ya, Amerika’ya, NATO’ya, AB’ye, BM’ye, uluslararası sermayeye, hâsılı “Haçlılar dünyası”na bağlılıklarını ilân etmediler mi? İktidara geldikleri günden bugüne geçen on yıl boyunca da BOP Eşbaşkanı sıfatıyla bu bağlılıklarına sadık kaldıklarını uyguladıkları politikalarla kâmilen göstermediler mi? Ecevit, uluslararası eli kanlı terör örgütü NATO’nun kıçını toplasın diye Afganistan’a asker gönderirken İslâm düşmanı oluyor da, aynı şeyi bu hükümet yapınca neden bir sessizlik duvarı örülüyor? Özal, Amerika’nın Irak işgaline erketelik yaptığında gördüğü tepkiyi, onun yaptığını misliyle yapan, Libya ve Suriye’yle devam eden, bu yetmiyormuş gibi, Batı sömürgeciliğine direnişin sembolü ve İsrail’in korkulu rüyâsı hâline gelmiş bağımsız iki Ehl-i Sünnet ASÎ liderin -Saddam ve Kaddafi- Haçlı istilâ orduları tarafından katledilmesine bilerek, isteyerek, bütün zihni melekeleri sağlıklı olarak yardım ve yataklık misyonunu yerine getiren bu hükümet ve BOP’un Eşbaşkanı niçin görmüyor? Niçin tüm bu ihânetlerine rağmen hükümete ve onun başına karşı gerekli tepkiyi ortaya koymayarak “hoşgörülü” bir yaklaşım sergileniyor? Üstelik Yahudi’nin taktığı “en cesur insan” madalyasını hükümet halâ göğsünde taşımaya devam ediyor. Hükümete destek sağlamak için oldukça gayretkeş davranan bu merkezlerin “ılımlılık”ın karakterini de gösteren yukarıdaki sorulara açık ve net cevaplar vermesi gerekir. Diğer taraftan; Bir ân için, hükümetin biraz da olsa samimi ve rejime karşı mücadele gayreti içinde olduğunu varsayalım. O zaman rejime karşı mücadele yararına bizim hükümeti değil, hükümetin bütün imkânlarıyla İBDA’yı desteklemesi gerekir. Çünkü, 90 yılından bugüne kadar bu mücadelenin merkezinde İBDA vardır. İBDA’nın açtığı yoldan iktidara gelen bu kadrolarda biraz samimiyet olsa, bu mücadelenin tartışmasız kesin zaferi ve daha sonra iç ve dış düşmanın karşı-darbe girişimine karşı bu zaferin korunması için, bizden destek beklemek yerine, kendisinin İBDA’yı desteklemesi gerektiğini bilir. Bu destek kapsamında yapması gereken ilk iş Kumandan Mirzabeyoğlu’nun serbest bırakılması olmalıydı. Serbest bırakmak bir tarafa, gönüldaşların farklı farklı samimi çalışmaları olmasaydı on yıl boyunca olduğu gibi bugünde hiçbir iktidar mensubu İBDA Mimarı hakkında tek bir söz bile etmeyecekti. Zannedildiği gibi bu iktidarın düzenle bir alıp veremediği yoktur. Var olduğunu zannetmek, bizce bir algı yanılmasıdır. Onun bütün derdi BOP kapsamında kendisine bahşedilen iktidarı sağlamlaştırarak korumaktır. Tehlike sıralamasına göre, muhalif gördüğü her şahsı, her zümreyi, daha çok belden aşağı yöntemlerle etkisizleştirme gayreti, hep iktidarını koruma hedefine yöneliktir. Hükümetin sorunu düzenle değil, düzenin eski yürütücüleriyleydi. Bırakın İBDA’nın desteklenmesi ve İbdacıların güçlenmesine yardım etmeyi, onlar baş düşman emperyalizme karşı kendi imkânlarıyla bunu yapmaya çalışırken, hükümetin bunu engellemek maksadıyla nasıl düşmanlık içinde bulunduğu belli. İBDA Mimarı’nın, bu hükümetin on yıllık iktidarı döneminde efsanevî Telegram İşkencesi altında ve fiziki şartları ağırlaştırılmış olarak esir tutulduğu, İbdacıların “ağırlaştırılmış müebbet” hapis cezalarının Yargıtay tarafından onandığı ve en küçük fırsatta dışarıdaki gönüldaşların uyduruk sebeplerle tutuklanmaya çalışıldığı, ceza alan arkadaşların hukukçuların bile unuttuğu bilmem hangi kanun maddesi işletilerek infazlarının yakıldığı ortada. Geçmiş dönem hükümetlerinden farklı, İBDA’ya karşı en ufak bir tutum sergilemeyen bugünkü iktidarın, şu âna kadar sürdürdüğü bu tavrın muhtevasını anlayabilmek için ille de âlim olmak gerekmiyor. Uygulamalarıyla her şey ortada. On yıllık dönem boyunca minimize edilen illegal faaliyetleri kendisine tanınmış fırsat ve açılmış kredi olarak değerlendirip, bir ân önce yapılması gerekenlere dair -başta İBDA Mimarı’nın bırakılması- adım atacağına, bu durumu karşı tarafın güçsüzlüğüne hamleden hükümet, şımarıklık ve kibirde hudut tanımayan bu hâliyle desteği ne kadar hak ediyor sizce? Hükümetin icraatlarıyla alâkalı izah etmeye çalıştığımız bu hususlar, desteklenmesinin hangi şartlara bağlı olduğunu da göstermektedir. Bu şartların tahakkukunda desteklemek için bir ân bile tereddüt etmeyeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Fakat, bu şartların oluşması imkânsız değilse bile, çok zor. Çünkü, bu yapının kurgulanış amacı belli: İslâm’ı içerden tahrif etmek. Geçmişte “dava kaçkını” sıfatıyla, “engelci” pozisyonunda, dıştan toslamaya çalışanların ekmeğine yağ sürenler, bugün bizzat onların yerine geçerek aynı misyonu yerine getirmektedir. Aralarındaki tek fark, “dıştan toslamaya” çalışanlar, gerçeği “esas düşman” olarak ifşâ ediyorlardı; bunlar ise, gerçeğin yerine geçmek maksadıyla, onu saklayarak üzerini örtüyorlar. Peki bu davranışlarının sebebi nedir? Bu sorunun cevabını “Stratejik Ortak”larının, bölgede yürüttüğü savaşla hangi ideolojik ve siyasî hedeflere ulaşmak ve ne tür neticeler elde etmek istiyor, işte buna bakarak aramak lazım. Biz de bundan sonraki bölümlerde bunu yapmaya çalışacağız. Biz, hükümete karşı müsbet veya menfi tavır belirlenirken, kesinlikle kuru övgü veya kuru sövgü tutumu içinde bulunulmaması gerektiğine inanıyoruz. Mensup olunan anlayışa nisbetle ortaya konulacak ideolojik ve politik gerekçelere göre, iki tutumdan birinin benimsenmesi gerekir. Bunun neticesinden aynı gerekçelerden dolayı iki farklı tavır ortaya çıkabileceği gibi, farklı gerekçelerin ışığında aynı tavır da sergilenebilir. Mücadelenin hedefleri noktasından yapılacak fayda ve zarar hesabından sonra, ortaya konulması zaruri fiîli politik tutumların barındırdıkları “karşıtlıktan” dolayı, karşılıklı “cepheleşme”ye yol açmaması, tutarsızlık görüntüsüne engel olarak zenginliği de beraberinde getirecektir. Gerekçeleriyle ortaya konulacak fiîli politik tutum hâlinde benimsenmiş her tavır, yanlış olduğuna inanılsa dahi “gerekçeler”inden dolayı bizim için değerlidir. Aslına bakılırsa “Devrim Süreci” çerçevesinde BOP, Hükümet ve ılımlılığı da içine alacak şekilde bu mesele 10 yıl önce kırıp dökmeden tartışılmalıydı. Zaman zaman bu çerçevede fikir alış-verişleri olmadı değil, ama, gelinen noktada bunun yeteri kadar yapılmadığı görülüyor. Bugün ise, on yıllık icraatı yok sayarak gösterilecek destek veya aksi tutum olmak üzere, her iki tavır da bize çok doğru gelmiyor. On yılın sonunda hükümete karşı “değişiklik” de dahil olmak üzere müsbet veya menfi bir tavır belirleme ihtiyacı, hükümetin görev yaptığı dönemin muhasebesi yapılarak giderilebilir. Ancak o zaman hangi hareket tarzının öne çıkarılacağı, hangisinin geri çekileceği ve hazırlığın hangi noktalardan ve hangi muhtemel iç ve dış gelişmeye göre yapılacağı hakkında daha sağlıklı kararlar verilebilir. Hükümetin on yıllık icraatını değerlendirirken hileli tavırlarla yok sayamayacağımız, hem destekleyenlerin hem de desteklemeyenlerin izâh etmesi gereken biri dinî, diğeri de siyasî olmak üzere iki hüküm karşımıza çıkmaktadır: “Mürted” ve “Genel Vali”… Mürted; İslâm’dan dönerek, Müslümanların ve İslâm’ın aleyhine çalışan… Genel Vali; Emperyalizm’in işgal ettiği topraklara, kendi adına orayı idare etsin diye atadığı kişi… Sakın yanlış anlamayın, biz şu ân hiç kimseye ne “mürted” ne de “Genel Vali” demiyoruz. Hükümetin hangi “fiilleriyle” bu hükümleri bağladığı üzerindeyiz. Meseleye, en azından verildiği dönem itibariyle bu hükümler çerçevesinde de bakılması gerektiğini söylemeye çalışıyoruz. Hüküm fiille bağlı olduğuna göre, hükmün geçerli olup olmaması da, hükme mevzu olan fiilin devam edip etmemesiyle bağlantılıdır. Bu da bir süreci ifâde eder. Meselâ, küfür üzere olan bir insana “kâfir” denir. Fakat, bu insan süreç içinde önceki hâlinden vazgeçip, İslâm’ı kabul ederse, onun hakkında verilen bu “kâfir” hükmü geçerliliğini yitirerek onun üzerinden kalkar. Çünkü hükme mevzu olan fiil değişmiştir. Durup dururken hükmün değişmeyeceğine binaen, bu dinî ve siyasî iki hükmün geçerliliğini koruyup korumadığını anlamanın yolu, hükmün verildiği ândan itibaren bugüne kadar iç ve dış ilişkileri ve hedefleriyle birlikte hükümetin icraatlarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmekten geçmektedir. En azından bizim düşüncemiz bu yönde. Hüküm sahibinin verdiği hükmü tekrar etmek değil de, hükmü bağlayan fiili anlamak… Devlet ve düzeni temsil eden ve yürüten “ılımlılar”a karşı fiili tutum halinde ortaya konacak müsbet veya menfi tavrın tutarsızlık arz etmemesi için, kendi adımıza bahsettiğimiz bu değerlendirmenin her açıdan yapılması gerektiğine inanıyoruz. Hükümetin geçmiş dönemlerdeki yanlış icraatlarından rücu ederek, hatâların telafisi için ortaya koyması gereken tavırlar söz konusu olduğunda, desteklemek için tereddüt edilmez. Hükümetin hatâdan döndüğünü gösterici başlıca icraatlar şunlardır: 1. Kayıtsız şartsız İBDA Mimarı’nın hemen serbest bırakılması, 2. Emperyalizmle siyasî ve askerî bütün bağların koparılması, 3. Ülkedeki İncirlik gibi bütün işgal üslerinin kapatılması, 4. Açık ve gizli uluslararası bütün antlaşmaların iptal edilmesi, 5. Bugüne kadar yapılmış bütün gizli antlaşmaların açıklanması, 6. İslâm Coğrafyasını istilâ eden haçlı ordularının işgale son vererek, bölgemizi derhal terk etmesi ültimatomunu açıkladıktan sonra, işgalciye karşı verilen direnişe destek verileceğini dünya kamuoyuna deklare edilmesi, 7. İsrail diye bir devletin tanınmadığının açıklanması, 8. İBDA Mimarı’na yapılan Telegram işkencesinin ilk önce kabul edilmesi, sonra da açığa çıkarılması. Başlıklar hâlinde sıraladığımız bu hususlar, bizim açımızdan hükümetin desteklenmesinin şartlarını oluşturmaktadır. Hatâdan döndüm demek siyasette yeterli değildir, döndüğünüzü icraatlarınızla göstermeniz gerekir. Ali Osman ZOR