RUSYA BÜYÜK DEPREMDE TÜRKİYE’NİN YANINDA

Rusya arama kurtarma ve insani yardım çalışmalarında Türkiye’nin yanındaydı. Öte yandan Rusya’nın Türkiye’ye olan desteğinden rahatsız olan bazı neo-liberal, neo-nazi medya unsurlarının, bu yardımları sansürlemesi dikkatimizden kaçmadı. Başkan Saddam Hüseyin’in … Read More

RUSYA DEVLET BAŞKANI PUTİN’İN 23 ŞUBAT 2022 TARİHLİ KONUŞMASI

V. Putin’in 24 Şubat operasyonunu duyurduğu tarihî konuşmasının tam metnini Yakın Doğu Haber’in çevirisiyle paylaşıyoruz. ADIMLAR Dergisi Rusya’nın saygıdeğer yurttaşları! Değerli dostlar! Donbass’ta meydana gelen trajik hadiselere, bizatihi Rusya’nın güvenliğinin … Read More

SADDAM ve İBDA

ADIMLAR Plâtformu Genel Başkanı Sayın Ali Osman ZOR’un, Osman HALİD müstearıyla Saddam Hüseyin’in katledilmesinin hemen ardından 12 Ocak 2007 tarihinde yayınlanan yazısını istifadelerinize sunuyoruz. ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu SADDAM ve İBDA Osman HALİD (Ali Osman ZOR) Saddam Hüseyin, işbirlikçi pislik Şiîler eliyle bütün dünyanın gözü önünde idam edildi. Muhteşem şehitlik!.. Saddam Hüseyin’in idamı bir anda bütün Batıcılar’ın ciğerlerindeki lekeyi olduğu gibi meydana çıkardı. Kelime-i Şehâdetle ölümü karşılayan ve idam törenini bir düğün törenine çeviren yiğit Saddam’ın yayınlanan görüntüleri, Saddam düşmanlarının dillerinin bağlanmasına sebep oldu. 1990 yılında Birinci Körfez Savaşı’yla başlayan ve Saddam Hüseyin’in şehâdetiyle yeni bir döneme giren süreç, İBDA fikrinin doğruluğunun ispatı niteliğinde gelişmiştir. İBDA diyalektiğinin ispatı ve İBDA’nın uyguladığı politikanın su götürmez doğruluğu, bugün, Saddam’ın idam edilmesiyle avama da zahir olmuştur. 17 Ocak 1991’de başlayan Amerikan saldırısına karşı Türkiye’de sadece İBDA kesin tavır alarak Saddam’a desteğini izhar etmiştir. Emperyalist taarruzun ana hedeflerinden biri olan Irak ve Saddam Hüseyin’e bakış açısı insanların veya kurumların ideolojik, siyasî ve ahlâkî durumunu gösteren en önemli unsur olmuştur. Irak ve Saddam Hüseyin vesilesiyle ne kadar sahte anti-emperyalist, solcu, demokrat, milliyetçi ve İslâmcı varsa hepsi tek tek meydana çıkmıştır. Bugün, artık daha net görülmektedir ki, Saddam Hüseyin Amerika, İsrail ve İran için çok büyük bir tehlikeydi. Hâliyle emperyalist taarruzun devam edebilmesi, Filistin başta olmak üzere, Sünnî İslâm’ın varolduğu bölgelerin ehlîleştirilebilmesi için, bu tehlikenin bir ân önce bertaraf edilmesi gerekiyordu. Iran-Irak Savaşı’ndan moral ve askerî olarak güçlenmiş bir şekilde çıkan Irak, her fırsatta İsrail’e olan düşmanlığını göstermekten hiç çekinmedi. 91’deki Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’in İsrail’e attığı otuz küsur füze bunun en büyük delilidir. Güçlü bir Sünnî Irak’ın, Amerika’nın bölgedeki iki müttefiki için –İsrail ve İran– tehlikeli bir durum arzettiği artık aşikârdı. Otuz küsur devleti arkasına alarak 17 Ocak 1991’de Irak’a çullanan Amerika, birkaç gün içinde bu tehlikeyi bertaraf edebileceğini zannediyordu. İsrail’in de devamlı olarak “kötü örnek oluyor” zorlamasıyla Saddam Hüseyin’i iktidardan indirme faaliyetinin Amerika’ya getirdiği maliyet 17 Ocak’tan sonraki süreçte daha net görülecekti. “Zalim Saddam” edebiyatının Amerika-İsrail-İran propagandası olduğu, geçen bu 15 yıllık zaman zarfı içerisinde daha iyi anlaşılmıştır. 1991 yılında bize “Saddam kimyasal silah atacak” diyerek maskeler taktıranların hepsinin birden Amerikan-İsrail uşağı ve Şiî kırması oldukları görülmüştür. Bu “Zalim Saddam” edebiyatı yapanların hiçbiri, bugüne kadar Saddam’ın Türkiye aleyhine ne yaptığını millete söyleyememeleri ayrıca dikkat edilmesi gereken başka bir husustur. Saddam’ın önerdiği, Türkiye ve Irak lehine olan tekliflerin bugüne kadar milletten hep saklanması, Saddam’ın Amerikan düşmanlığının Türkiye düşmanlığı olarak gösterilmesi bizim kaydettiğimiz ihanet listenin başında gelmektedir. Laiklerin, Şiîlerin, diyalogçuların, sahte solcuların, sahte milliyetçilerin ve hain İslâmcıların oluşturdukları Batıcı İhanet Cephesi’nin bütün propaganda ve yönlendirme faaliyetlerine mukabil, halkı, olması gereken biçimde Irak lehine etkileyen tek hareket İBDA olmuştur. Amerika-İsrail-İran dolmuşuyla, Türkiye’de herkesin Saddam’a laf söyleme yarışına girdiği bir dönemde sadece İBDA ve önderliği O’nu desteklemiştir. 17 Ocak 1991’den, yâni savaştan önce, Sayın Salih Mirzabeyoğlu o zamanki haftalık çıkan Cuma dergisine verdiği mülâkatta hadiseyi ana hatlarıyla değerlendiriyordu: “Bilinen hâdiseleri gevelemek ve bir şey söylemekten çok bir şey söyleme taklidi yapmak ve mihraksız çocuk uçurtması ihtimâller üretmek yerine, hâdiselerin iç yüzünü ve bâtınî motiflerini yakalamak, bunu İslâmî hareketin motive edici, yâni uyarıcı, itici ve yönlendirici yakıtı yapmak…” (*) O günden bugüne yaşanan süreçte mücadelenin geldiği seviye göz önüne alındığında, yukarıdaki ifâdelerin nasıl tezâhür ettiği, takip edenler tarafından mâlum. Körfez Savaşı’yla paralel olarak İBDA hareketinin kat ettiği yol ve geldiği seviye, uygulanan politikanın doğruluğuna ayrıca bir delil… “Körfez krizi, Türkiye’deki sistem krizini de ortaya getirecektir… Açıkça söylemek gerekirse, yetki kargaşası ve boşluğunun huzursuzluğu içerisinde, ihtilâlci hareketler açısından müsait bir zemin doğacaktır!..” (*) Türkiye’yi 28 Şubat’lara ve bugün yaşanılan “yetki kargaşası ve boşluğunun huzursuzluğu”nun sebep olduğu hâdiselere getiren süreç, Körfez krizi ile birlikte başlamıştır. Nisan ayında yapılması düşünülen Cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında dile getirilen sıkıntıların kaynağını o dönemde aramak gerekir. “Her şeyden önce, böyle bir yapı, resmî politika doğrultusundaki davranışlar için insanımızı motive edemez; yâni, ruhî uyarmaları, heyecanı, kışkırtmayı ve yönlendirmeyi yapamaz… Sonra… Hem Amerika ve Avrupa açısından, hem de onların Türkiye’deki kapı kulları bakımından, “beklenmedik mallar pazara geldi” hesabı şahsiyetli fışkırış tezahürleri olabilir!..” (*) Batıcı İhanet Cephesi’nin elindeki tüm imkânlara rağmen istediği doğrultuda insanımızı yönlendirememesi, sokaktaki vatandaşın Saddam’ı desteklemesi, o gün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Çok istekli oldukları hâlde Kuzey’den Irak’a girememe sebepleri de beklenmedik malların pazara gelmesidir. 25 Ocak Cuma eylemi hatırlanmalı… İBDA Mimarı 25 Ocak 1991 Cuma günü başlayan Amerikan aleyhtârı gösterilerin geleceğini 1990’dan haber veriyordu: “Evet; ben kuyrukçu ve kuyruk sallayıcı politikayı tasvip etmiyorum!.. Türkiye’de İslâmcı kesimin reaksiyonlarını hesaba katmadan girilecek taahhütler şaşırtıcı neticelere varabilir… Mesele Saddam Hüseyin’i sevmek bakımından değil de, Amerikan ve Batı emperyalizminden nefret bakımından görünürse şaşmamak gerekir, çünkü insanımızda bunun kültürel ve ruhî kökleri var. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Halkı Müslüman olan ülkelerde hükümetlerinin tutumu ne olursa olsun halkın ayrı bir hissiyatı ve sezgisi vardır…” (*) Yukarıdaki ifâdeler, bize, kendisinin “ikinci Özal” olduğunu iddia eden Tayyip’i hatırlattı. Aynı o da Özal gibi, Müslüman halkın hissiyatını ve sezgisini hiçe sayarak Amerika’ya bir takım taahhütlerde bulunmuştu. Fakat 1 Mart Tezkeresi’yle şapa oturdu. Hâlâ yediği o kazığı çıkarmaya çalışıyor. Saddam konusunda Batı’nın durumunu anlatırken İBDA Mimarı şöyle diyor: “Bugün Batıyı ve Amerika’yı ayağa kaldıran, –dikkat edin, dünyayı ayağa kaldıran demiyorum–, hak duygusu değil, emperyalist düzenlerinin bozulması kaygusudur; diğer devletler de onların maiyeti olarak, onlara çeşitli mahkûmiyetleri olan figüranlar.” (*) İşte, Saddam Hüseyin’e hangi gözle bakmak gerektiğini o zaman bu ifâdelerle işaretleyen İBDA Mimarı’nın Saddam Hüseyin’in şehâdetiyle ne kadar da haklı olduğu meydana çıkmıştır. Saddam, emperyalist düzeni bozan en büyük unsurdur. 1990 yılında Saddam Hüseyin’in hareketini değerlendirirken İBDA Mimarı, “Şayet kaba bir madde iştihası bakımından değil de, ince bir İslâmî siyaset gereği olarak bu işi yapmış olsaydı gerçek bir kahraman olurdu…” (*) demektedir. Başlangıç noktası itibariyle değil de, sebep olduğu hâdiseler ve kendi sonu itibariyle Saddam Hüseyin’in kahraman olduğunu söylemek herhalde İBDA Mimarı’nın yukarıdaki ifâdelerine zıt olmasa gerek… O zaman sadece İBDA Mimarı kesin, net ve açık bir şekilde “Benim, Saddam Hüseyin’in hareketini tasvip edip etmememe gelince, cevabım kocaman bir “evet!” olacaktır!..” (*) diyerek desteğini ifâde etmiştir. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Körfez Savaşı’yla İBDA hareketinin gelişimi paralel bir çizgi izlemiştir. İBDA Mimarı’nın Irak’a ve Saddam Hüseyin’e verdiği bu açık destek, emperyalistlerin ve buradaki işbirlikçilerinin gözünden kaçmamış ve 1 Şubat 1991’de Sayın Mirzabeyoğlu, “halk ayaklanması” tezgâhlamak suçuyla göz altına alınarak tutuklanmıştır. O’nun tutuklanmasıyla neticelenen gelişmeler, diğer taraftan Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa girmesini engelleyen gelişmelerdir. Özal o zaman; “Savaşa girecektik ama, girmemizi engelleyen bazı unsurlardan dolayı bu işi yapamadık!” diyerek bu gelişmelerin niteliğini ifâde etmiştir. 25 Ocak 1991 25 Ocak Cuma günü İBDA Mimarı’nın yukarıdaki ifâdelerinin sadece siyasî bir değerlendirmeden ibaret değil, bir aksiyon dehâsının plânları çerçevesinde söylenmiş hakikatler olduğu görüldü. Savaşın en sıcak günlerinde, 25 Ocak Cuma günü Müslümanlar İBDA önderliğinde Amerika’yı ve işbirlikçilerini savaşa girmekten alıkoymak için Bayezid Meydanı’nda bir araya geldiler. Bu bir araya geliş, gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, yalancıktan bir protesto gösterisi yapmak için değil, savaşa müdahil ve taraf olmak içindi. 25 Ocak Cuma günü, Müslümanların İBDA önderliğinde inisiyatif alarak, Amerika’ya ve işbirlikçilerine karşı ortaya koydukları tepki şiddetle bastırılmak istendiğinde hiç beklenmedik bir şekilde, devrimci şiddetle karşılandı. İşbirlikçilerin, Müslümanları sindirmek ve etkisizleştirmek için kullandığı şiddet, ihtilâl hareketinin kullandığı karşı şiddetle bertaraf edilmiş, işbirlikçilerin hesaplarını yeniden yapmaları sağlanmıştır. O gün, Bayezid Meydanı’nda düşmana karşı kullanılan silâh, ondan önceki ve sonraki bütün protesto eylemlerini mânâlı kılmıştır. 25 Ocak’tan sonra yurt çapında başlayan gösteriler, halkın bir ayaklanma içinde olduğunu gösterir mâhiyete gelmiştir. “Saddam Sen Oradan, Biz Buradan!” 25 Ocak 1991 Cuma günü Bayezid Meydanı’nda açılan bu pankart, bir slogandan ziyâde bir politikanın ve kararı verilmiş bir savaşın ilânı niteliğindeydi. Daha sonraki süreçte, hiçbir zaman bu politikadan ve bu savaştan bir adım dahi geri atılmamıştır. Bu pankartın, içi boş, kuru bir slogan olmadığı daha o gün pankartı hazırlayanlar tarafından bütün dünyaya gösterilmiştir. Bu pankartla, emperyalist taarruza burada karşılık verileceği ve bu taarruzun muhatabının kim olduğu dosta-düşmana ilân edilmiştir. İlk karşılık da, gösteri meydanında silâh kullanılarak verilmiştir. Kullanılan o silâhın bereketiyle, ülke çapında bütün anti-emperyalist unsurlar ayağa kalkmış, şehitler verilerek etkisi bugünlere kadar devam eden militan eylemlilik sürecine gerilmiştir. Başlayan bu eylemlilik sürecinde saflar, bir ânda bıçakla keser gibi netleşmiş dost-düşman herkes niyetini izhâr etmiştir. Bugün küfürleri ve ihânetleri iyice belli olan laik, fettoş ve Şiî kalıntıları, o gün hemen kendilerini İBDA’nın karşısında Batıcı İhânet Cephesi saflarına atmışlardır. Bu slogan etrafında Irak’a saldırı başladıktan sonra bütün cepheler, yurt çapında İMK’nın ortaya koyduğu politikaya nispetle meydan yerine çıkarak kitleyi Amerika ve işbirlikçilerine karşı yönlendirmişlerdir. İBDA Mimarı’nın savaştan önce, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi “beklenmedik mallar pazara gelebilir” ihtarının ne mânâya geldiği 25 Ocak 1991 Cuma günü açılan, “Saddam sen oradan, biz buradan” pankartıyla anlaşılmıştır. 1 Şubat 1991 Beklenmedik malların pazara gelmesinden sorumlu tutulan İBDA Mimarı 1 Şubat 1991 günü gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Kendisi tarafından bu operasyonun “ateşin üzerine benzinle gitmek” diye değerlendirildiği malûm. 1991’den sonraki gelişmeler tam olarak incelendiğinde, hareketin kazandığı militan muhteva da göz önüne alındığında İBDA Mimarı’nın bu tespitinin ne kadar haklı olduğu görülür. 25 Ocak 1991’le başlayan militan çizgi, 1 Şubat 1991’den sonra örgütlü bir şekilde devam etmiştir. Bugünlere kadar devam eden bu çizginin vesilesi “Körfez Savaşı ve Saddam Hüseyin’dir” desek çok yanılmış olmayız. Kafa Tutan Saddam İBDA Mimarı cezaevinden çıktığında Körfez Savaşı da bitmişti. Yine haftalık Cuma dergisi kendisiyle bir mülâkat gerçekleştirdi. Mülâkatın gerçekleştirildiği bu dönemde bütün Batıcılar, Saddam Hüseyin yenildi diye zil takıp oynuyorlardı. İBDA Mimarı ise şunları söylüyordu: “…Amerika’nın hem siyasî ve hem de askerî sahada cakası bozuldu!..” (*) “Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Amerika’nın dünyada tek süper güç olarak kaldığı ve dünyanın patronu olduğu masalı, bu savaşta çökmüştür; ve savaşın neticesine bakmaksızın söyleyeyim ki, Irak bilerek veya bilmeyerek üçüncü dünya ülkelerine iyi bir örnek ve moral vermiştir… Kafa tutulabileceğini ve Amerika’nın istediği yere elini kolunu sallaya sallaya girip istediğini yaptıramayacağını göstermiştir… Yâni, Irak’ın ödediği bedel ne olursa olsun Amerika mağlubiyetten beter bir zafer kazanmıştır.” (*) Irak’ın ödediği son bedel, meşrû devlet başkanı Saddam Hüseyin’in şehâdeti olmuştur. Fakat bugün, üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere, bütün dünya genelinde Amerika’ya karşı bir dik duruş varsa, bunun müsebbibi Irak ve Saddam Hüseyin’dir. Biz, Filistin direnişinin kazandığı ivmede de, 11 Eylül’de de, Afganistan’da da, Lâtin Amerika’da da, Saddam Hüseyin’in verdiği ilhâmı görmekteyiz. Yine İBDA Mimarı Irak’ın rolü ve Saddam Hüseyin’i anlatırken şunları ifâde ediyor: “Eğer “yeni dünya düzeni”ni bir arabaya benzetecek olursanız, Irak bu arabanın bir tekerini sökmüştür… Ve bu düzen heveslileri için iş, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi bir durum doğurmuştur… Daha önce de belirttiğim gibi Saddam yaptığı işin farkında olsun olmasın, üçüncü dünya milletleri adına bu oyunu bozucu mühim bir görevi yerine getirmiştir.” (*) Saddam’ın idamından sonra, Bush’un; “Kötü örnek oluyordu” ve “Amerika’yı yeneceğini zannetti” sözünü hatırlayın. Buhs’un ağzından dökülen bu ifâdeler aslında Saddam Hüseyin’i kahraman ilân etmek için başka bir delile ihtiyaç bırakmamaktadır. Bugün dünyanın yaşadığı kaos ve Amerika’nın içine düştüğü zor durum, Saddam’ın açtığı yol sayesinde meydana gelmiştir. Artık, dünyanın her tarafında irili ufaklı devlet veya örgütler, Batı emperyalizmine kafa tutmanın zevkini yaşamaktadırlar. Pislik Şiiler Şiilik, İslâm’da bir mezhep değil, sapık bir yoldur. Bir çok İslâm büyüğünün de ifâde ettiği üzere, küfürdür. Kendilerine RAFIZÎ denmesin diye, Şiî ve Caferî olduklarını söyleyen bu pislik soyu, tarihin her döneminde küfürle savaşan, Ehl-i Sünnet’i arkadan vurmuştur. İslâm’ın Yahudisi olan bu sapık kol, tarih boyunca her zaman Batı’nın bir numaralı müttefiki olmuştur. Bugün İran dış politikasına baktığınızda bütün hususlarda İslâm âlemiyle değil de, Batı ile işbirliği içinde olduklarını görürsünüz. Amerika’nın kendilerine sağladığı “iktidarla” kumda oynayan bu pisliklerin yaptıkları en büyük eylem, “büyük şeytan”ın erketeliğidir. Ne ilâhi hikmettir ki, 1991 yılında Şiîler Saddam’a ihânet ederken, aynı anda da burada İBDA’ya pislik yapmaya teşebbüs ettiler. Sayın Mirzabeyoğlu, savaşın içinde “ummadığı” hâdise olarak İran’ın ihânetini anlatmaktadır: “Açıkça ifâde etmem gerekirse, İran, Türkiye’den kırk kat beter bir akbabalığa soyunmasaydı, müttefik kuvvetler bin beter bir duruma düşebilirdi… Kuveyt’te Amerikalılara karşı verilecek direnişi beklerken, bir de baktık ki İran, “Büyük Şeytan” dediği Amerika’nın safında, Irak’ı kalleşçe arkadan vurdu… Hani boyuna “Büyük Şeytan” diye bahsediyorlar ya Amerika’dan; kendi ifâdelerine nispetle kendileri de, “Büyük Şeytan”ın “Büyükelçi”liğine soyundular… Bildiğiniz gibi, Irak’ın Kuzeyinde ve Güneyinde ayaklanma yaptırmaya giriştiler… Şiîler işte budur!..” (*) Şiîlerin, hem Saddam’a, hem de Mirzabeyoğlu’na yaptıkları pislik cezasız kalmadı. Aynı anda hem Irak’ta hem de Türkiye’de tepelendiler. Bugün aynı pisliklerini Saddam’ı şehit ederek ve burada da isim vermeden İBDA’ya saldırarak yapmaktalar. “Tarih tekerrürden ibârettir” sözünde muhakkak ki bir hâkikat payı vardır. Fakat en önemli hâkikat şudur; İslâm âleminde Şiîler başta olmak üzere, “dini içten yıkan kâfir soyu” temizlenmeden, derli toplu bir İslâm coğrafyasına yol kapalıdır. Irak ve Saddam Hüseyin’le İBDA arasındaki bahsetmeye çalıştığımız bu münasebetler, Türkiye ve dünyada İslâm ihtilâlinin hangi fikir etrafında gerçekleştirilebileceğinin görülmesi açısından önemlidir. Bütün şehitler gibi, Saddam’ın intikâmı da bizim üzerimizde bir borçtur. Saddam’a Müslümanlığı “yakıştıramayan” köpek soyu, ilmik boğazlarına geçirildiğinde, Saddam’ın gösterdiği Müslümanlığın ve erkekliğin binde birini gösterebilecek mi acaba? 12 Ocak 2007 (*) Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar

BOP İSLAMCILIĞI, İSLAM’DAN KAÇIŞTIR! / ALİ OSMAN ZOR İle Röportaj – 3. Bölüm

… aslında Gül’ün “çöktü” dediği İslâmcılık, bizzat kendisinin de içinde olduğu ve Türkiye’de temsilcisi bulduğu BOP İslâmcılığı!..

SİYASETTE “KANDIRILMAK” SUÇTUR! / ALİ OSMAN ZOR İle Röportaj – 2. Bölüm

Bu da zaten siyasetin amaçlaştığı bir şey. Bütün ideolojilere zıt bir anlayış olan bu durum, en çok da İslâm’a zıttır!

BÂKİ AYTEMİZ: MUTLAK FİKRİN HÂKİMİYETİ KURULANA KADAR! – 27 Ocak 2019

“Gayesine ermemiş savaş bitmemiştir!” … Bu savaşın gayesi neydi? Mutlak Fikrin Hâkimiyeti!.. Böyle bir hâkimiyetten söz edebilir miyiz? Edemeyiz!

TARİHİMİZDE OCAK AYI

Adımlar dergisinin 4. sayısı çıktı. Tarihte Ocak Ayı

SİYONİST DUVARLAR KURTULUŞA ENGEL – Ali Osman ZOR (4 Ekim 2007)

SİYONİST DUVARLAR KURTULUŞA ENGEL Ali Osman ZOR (4 Ekim 2007) Türk siyasi hayatında, hiçbir dönemde olmadığı kadar bu dönemde “niyetler” açıkça izhar edilmeye ve saflar net olarak belirmeye başlamıştır. Hadiseler “basitlikten” karmaşıklığa evrildikçe, belki de karmaşıklığı aşabilmek adına ve onun sebep olduğu stresten kurtulabilmek için, acele hükümler de verilmiyor değil. Hafızası olmayan veya zayıf olanların “yönlendirme” gayreti içinde olduklarına şahit olduğumuz bu dönemde, özellikle 30-35 senelik tarihi, doğru bir çizgi içine oturtamamaktan kaynaklanan “hakikati gizleme” tavırlarına da şahit olmaktayız. En iyi niyetliler dahi, mevcut durumu tesbit etmeye çalışırken, bu hafıza zayıflığından dolayı meseleleri hakikatin “yarısıyla” ele almaya çalışıyorlar. Bu da, tarihe ve hakikate aykırı “durum tesbiti” riskini beraberinde getiriyor. Haziran başında Musul’un, İslam Mücahitleri tarafından fethiyle başlayan savaşın yeni safhası, “İslam Devleti’nin” Irak’ın kuzeyine yönelmesiyle Amerika ve müttefiklerini tedirgin etmiş; nihayetinde, NATO müdahalesine karar vermişlerdir. Kuzey Atlantik Gücü’nün harekete geçmesi, gizlenemeyen gerçeklerin de açığa çıkmasını sağladı. “Kürdistan” denilen bölgenin, Türk ve Arab’ın arasına örülmek istenen “Siyonist bir Duvar” olduğu, açığa çıkan gerçeklerin başında gelmekte. ADIMLAR kadrosu olarak; özelde bu konuyla alakalı olmak üzere, genelde de gelişen iç ve dış siyasete nasıl baktığımızı gösteren ve Sayın Ali Osman ZOR’un daha önce Osman Halid imzasıyla yayınlanan geçmişteki bir çalışmasını, yaşadığımız günlerin önemine binaen, “Mücadele Tarihi” başlığı altında okunması temennisiyle yayınlıyoruz… ADIMLAR – 20 Eylül 2014 Siyonist Duvarlar Kurtuluşa Engel Osman Halid (4 Ekim 2007) İşgalcinin ülkesinde, kötülüğün merkezinde, suyun öte tarafında Fetullah’ın adamlarının verdiği iftar yemeğinde, sofrada “oruç”unu açmak için ne sesi beklediklerini bilmediğimiz Yahudi-Hristiyan-Evanjelik-Cumhuriyetçi-Neo Con ve kansız-imansız İslâmcılar, aynı hizada bir masa etrafında oturuyorlar… Yer Bağdat… İslâm tarihinin paha biçilemez merkezlerinden biri… Kimler yok ki orada… İmam-ı Azam Hazretleri, Abdulkadir Geylani Hazretleri, İmam-ı Şafii Hazretleri… Peygamberimizin silah arkadaşı sahabîler… Hz. Ali, Peygamber torunu Hz. Hüseyin… Ve daha birçok zahir ve bâtın İslâm büyüğü… Bağdat bunların şehri!.. Ve Bağdat’ta bir sığınak… Gözler çakmak çakmak… Eller tetikte!.. Ortamı aydınlatan insanların nur yüzleri… Dizleri yan yana, temas hâlinde oruçlarını açmak için ezan sesini bekliyorlar… Bombalanan, yağmalanan 17 Ocak 91 yılından bu yana iki milyon evladını “ilahî yolda verilen istiklâl savaşında” şehid veren Bağdat! Cevap verin!.. İşgalcinin ülkesinde işgalciyle iftar yapan pastacı pezevenkler! Bağdat kaç tane ikiz kule eder?! İşgale direnenle işgalcinin parmaklarında kukla olmayı seçenlerin tuttukları oruç, muhakkak ki bir değil! Kukla olmayı seçen pastacıların, yedikleri pastaların boğazlarına düğümlenecekleri günlerin arefesindeyiz. Bunlar Türk’ün, Kürt’ün, Türkmen’in yüzkarası! Ehl-i Sünnet Arap düşmanı… Irak’ın yiğit evlatları istilacıya karşı direnirken, pastacılar iftardan sonra efendileriyle Irak İslâm beldesinden kendilerine bir kırıntı düşüp düşmediğini istişare edecekler. Tarihin hangi devrinde şehidlerin kanı üzerinden hainler ikbal sağlayabildi ki bu devirde sağlayabilsin!? Kendi varlığına şahitlik eden şehidinin hakkını “oruçlu” pastacılara yedirir mi zannediyorsunuz Allah? Kuklalar her yerde, aynı gaflet ve hıyanet içindeler. Sömürgeci bu kuklaları dünyada kendisiyle hiçbir gücün baş edemeyeceğine inandırdığından dolayı bunların kendi insanına ve kendi coğrafyasına takındıkları tekebbür hâli her geçen gün bira daha artmakta ve azgınlaşmakta… Bu hâlleri de helâk olacaklarının habercisidir. Kâbil’deki imaj manyağı, pelerinli palyaçonun, “Molla Ömer neredesin?” feryadı da helâk olacağının habercisi! Bu kuklalar içerisinde baş kukla diyebileceğimiz BOP’un en önemli yürütücüsü konumunda bulunan Talabani’nin durumu ise hepsinden beter! “Ortadoğu’nun dansözü” nitelemesini fazlasıyla hak ediyor!.. Düşmana kapıyı içerden açan bu kukla, diğerleriyle beraber kendisini ne kadar evin sahibi zannetse de Süleymaniye’den dışarıya adım atamamakta! Çünkü o da biliyor ki evin sahibi kendisi değil… Başından beri istilaya kim direniyorsa evin sahibi o! Demokratik sömürgeleştirme savaşının hedefi, bu kuklalardan müteşekkil bölgeye hakim olacak ve emperyalist politikaları güvenilir ve kararlı bir şekilde uygulayabilecek bir yapı oluşturmak… Bu yapının oluşabilmesi için ayrıca bu kuklaların “bağımsız” imajını da kazanmış olmaları gerekir. Evin sahibi olmadığı hâlde evin sahibiymiş gibi davranması bu imajın bir gereği. Kapıyı içeriden düşmana açan Talabani’yle içişlerine karışılmasını şikâyet edermiş gibi yapan Talabani aynı. Bizden beklenen ise, bir ülkenin içişlerine ve bağımsızlığına saldırı, bu ülkenin vatansever Müslüman yönetimini devirip ortalığa kuklalarını sürünce, işgal olmaktan çıkıp, o ülke halkının tasarrufu olduğunu kabul etmemizdir. Bu kabul edildiği zaman ikinci aşama olarak da işgale karşı direnene “terörist”, istiklâl savaşına da “terör faaliyeti” dememiz gerekecek. Gerçek vatanseverler kimin işgalci, kimin işgale direnen mücahid silahlı kuvvetler olduğunu gayet iyi biliyor. Fakat bir taraftan Çanakkale, Sakarya edebiyatı yapıp, diğer taraftan da işgale “Amerikan müdahalesi”, işgale karşı verilen istiklâl savaşına “terör faaliyeti” ve ülkesinin kurtuluşu için savaşan “mücahid”e de “terörist” diyenlere ne denilir? İnsan bu kadar rahat kendi geçmişini nasıl inkâr edebilir? İngiliz “müdahale”si ve Anadolu’da bu müdahaleyi kabul etmeyen, aynı şekilde İngilizlerin idaresine uymayan bozguncu teröristler… Anladınız… Irak’taki direnişe terör, direnene terörist dedikten sonra, hangi yüzle “kurtuluş savaşı”ndan bahsedebilirsin? Türk Mutlu Olamaz Talabani’yi Irak Cumhurbaşkanı ve diğer kuklaları da Irak hükümeti olarak tanıyanlar, o kuklalarla beraber aynı efendiye hizmet eden pastacılardır. Hâliyle bunların Irak’ın kuzeyindeki gelişmelerle alakalı dile getirdikleri endişe ve şikâyetler, danışıklı dövüşten başka bir şey değildir. Aksi olsaydı, “Ne mutlu Türk’üm!” diyen bir vatan evladı Irak’ta verilen mücadelenin tek bir savaşın muharebesi olduğunu idrak eder, esas düşmanın hesabının da bu mücadeleyle, Anadolu’yu birleştirmeme üzerine kurulu olduğunu görürdü! Bu hesap meydana çıktıktan sonra, Irak’ın kuzeyinde Türk’ün ve Kürt’ün hainlerinin elele inşa etmeye çalıştığı Siyonist duvarı yıkarak Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, bütün İslâm milletinin işgalciye karşı birleşmesini sağlardı. Fakat Amerikan işgalini destekleyen ve direnişçiye “terörist” diyen sesten başka hiç ses çıkmadı. Bunlar Türk’ün adını kötüye çıkarmış yüce Türk’le hiçbir alakası olmayan cüceler!.. Türk’ün horlandığı, ezildiği ve devleti elinden alınarak yaşadığı coğrafyadan sürülmek istenen bir dönemde, onu onure etmek için söylenmiş olan “Ne mutlu Türk’üm!” sözünü “bağlamından” kopararak bugüne taşıyan cücelerin, Türklük’le ne tür bir ilişkileri olabilir? Türk, komşusunu, kardeşini arkadan vurur mu? Türk, ülkesini işgal-terör üsleriyle kaplanmasına göz yumabilir mi? Türk, başına çuval, ensesine şaplak, kıçına tekme muamelesine rıza gösterebilir mi? Türk, ülkesinin açık hava kerhanesine dönen bir sömürge olmasına izin verebilir mi? Türk, düşman istilasına karşı vatanını savunan mücahid silahlı kuvvetlere terörist diyebilir mi? Türk, ülkesinin işgaline direnirken düşman tarafından yakalanıp alçakça bir suikastle şehid edilen –Saddam Hüseyin!- komşu Müslüman devlet başkanının uğradığı bu muameleye sessiz kalabilir mi? Türklük adına bunlar yapılırken, gerçek Türk mutlu olamaz. Böylelerinin “yüce Türk milleti”yle bir alâkası olmadığı gibi sahte kutuplaşmanın tarafları olarak kendi kitlelerine takiyye yapan, efendilerinin politikalarına amâde pastacılardır! Bunlar olsa olsa işgali ve direnmemeyi peşin olarak kabul etmiş kukla turuncu silahlı kuvvetler… Acaba ülkenin bütün kamusal alanlarını işgal eden terörist Amerikan askerlerini TSK generallerinin kovması için onlara başörtüsü giydirmek bir çözüm olabilir mi? Kamusal alanları işgal etmiş başörtülü Amerikan askerlerini herhalde bir emirle paşalarımız başörtüsü taktıklarından dolayı ülke sınırlarının dışına çıkarıp alayını denize dökerler. Bilindiği üzere Amerikan senatosu, Irak’ın bölünmesine yönelik bir tasarıyı kabul etti. Daha açık bir ifadeyle Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti için yeşil ışık yaktı! Dikkat ediliyorsa Amerikan işgaline karşı verilen direniş, Osmanlı topraklarına ait olup da en son terk edilen coğrafyadır. Orada verilen istiklâl savaşının mânâsı şudur: “O gün kaybedilen toprakların bugün geri alınarak, egemenliğin kayıtsız şartsız Müslümanlara devri iradesidir! Bu iradenin bütün olarak görülebilmesi ve bölgeye hâkim olabilmesi için de Ehl-i Sünnet Arap’la Ehl-i Sünnet Türk’ün birleşmesi gerekir.” Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, özellikle bölgede PKK’nın ortaya koyacağı siyasi tavır, coğrafyanın geleceğinde belirleyici olacaktır. “Oruçlu” pastacılar işgalcinin ülkesinde Müslüman kanı üzerine hesap yaparken aynı ânda diğer cinsleri de burada boş durmuyorlardı. Kürt Konferansı Diyarbakır’da düzenlenen Kürt Konferansı’nda Cengiz Çandar, bakın ne akıllar veriyor Kürtlere: “Kürtler ya devlet kuracak, yada bölgedeki bir devleti kendi devleti olarak kabul ettikleri noktada bu mesele çözülür. Kürtler yeni dönemde iki şeye dikkat etmeli… Atacakları her adımda Kuzey Irak’ta oluşmakta olan Kürt devletine zarar vermeyi düşünmeleri gerekir. Bunun anlamı Türkiye’nin Kuzey Irak askeri müdahalesinin bir seçenek olmasını çıkaracak şekilde hareket etmeleridir. Yani şiddetten uzak duracak siyaset izlemeleridir. İkincisi Türkiye’nin AB sürecine destek vermeleridir.” Irak’ın bölünmesine yönelik tasarının Amerikan senatosunda kabul edilmesiyle aynı ânda Diyarbakır’da düzenlenen Kürt Konferansı’nda, Cengiz Çandar’ın Irak’ın kuzeyinde kurulması plânlanan Kürt devletinden bahsetmesi ve bu devletin Türkiye’nin hışmına uğramaması için PKK’nın şiddetten uzak durmasını tavsiye etmesi oldukça mânidar… Demek ki PKK sömürgeci Batı emperyalizminin oyununu bozabileceği gibi bu oyunun devam etmesini sağlayabilir ve hedefine ulaşmasının da aleti olabilir. Bilindiği üzere bu Çengiz Çandar 17 Ocak 1991’den beri işgalci Amerika’dan aldığı maaş çekleriyle onun medya borazanlığını yapıyordu. Mart 2003 saldırısında Irak’ın üç günde yerle bir olacağını anlatan bu beyni iğdiş olmuş liberal çapulcu, Irak istiklâl savaşı şiddetini arttırdıkça sesini kısmak zorunda kaldı. Kıbrıs’ın Rauf Denktaş’ın cumhurbaşkanlığından tardedilerek Avrupa Birliği’ne altın tepsi içinde sunularak “milli dava” olmaktan çıkarılmasında bu Cengiz Çandar’ın fonksiyonu unutulacak gibi değil! Şimdi sıra Kerkük’e geldi. Kıbrıs’ta oynadığı rolün aynısını şu an Kerkük’te oynuyor. Rol arkadaşı bir numaralı Amerikancı İlnur Çevik, Barzani’den aldığı ihalelerle ajan gazetecilik vasfına işadamlığını da eklerken o da kendisiyle Kerkük için aynı misyonu icra etmektedir. Bunlar Amerikan politikaları doğrultusunda Kıbrıs’ı AB’ye nasıl peşkeş çektilerse, Kerkük’ü de, işgalciye kapıyı içeriden açan kuklalara peşkeş çekmeye çalışıyorlar. Yaşadığımız bu süreçte Çandar’ı daha çok piyasada göreceğiz. Irak’ta özellikle kriterlerin neye göre yapıldığı belli değil. Dikkat ederseniz Irak’tan bahsederken, Sünniler, Şiiler ve Kürtler deniliyor. Sünnilik ve Şiilik, dinî bir kriterken, Kürtlük ise ırkî bir kriterdir. Peki Arap’ların yaşadığı coğrafyadan bahsederken Sünnî ve Şii kullanıldığı hâlde diğer tarafta dinî kriterden bahsetmeyip niçin ırkî kriter kullanılmaktadır. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler dinsiz midir? Yoksa dinler üstü seçilmiş bir ırk mıdır? İşin doğrusu, eğer işgalciler Irak’ın kuzeyini de dinî kriterlere göre ayırsalar büyük çoğunluğu Sünnî olan Kürtlere de Sünnî demeleri gerekir ki; o zaman da Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması mevzubahis olamaz. Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulabilmesi için kriterlerin işgalcinin kafasına göre bu şekilde yapılması gerekiyor. Arap’la Türk’ün arasına Kürt’ün eliyle inşa edilmeye çalışılan bu Siyonist duvarın yıkılmasında bizce, yukarıda da söylediğimiz gibi belirleyici olacaktır. “Esas düşman” tespiti doğru yapılarak düşmanın İslâm coğrafyasından kovulması için gerekli hamleler cesur bir şekilde yapılacak, yada esas düşmanın, iradesi doğrultusunda diğer kuklalarıyla uğraşarak onun bölgedeki stratejilerine hizmet edilecektir. Bizce Kürt hareketi zor bir dönemece girmiştir. Herkesin dinî kimliğinden bahsedilirken, şuurlu olarak sadece Kürtlerin dinî kimliğinden bahsedilmiyor. Acaba burada hedeflenen demokratik-laik TC’ye mukabil, coğrafyada Araplarla Türkler arasında tampon bölge oluşturacak demokratik-laik bir KC mi? Yaşadığımız süreç bunun önümüzdeki günlerde belli olacağını söylüyor bize. DTP milletvekillerinin son zamanlarda TC siyasetçileri gibi konuşmaları, meselâ Hasip Kaplan’ın, “laikliği aştırmayız” açıklaması, PKK ve Kürtler açısından pek de içacıcı gelişmelerin habercisi olduğu söylenemez. Tabi bu tür ifadelere devam edilirse… Son tahlilde söyleyeceğimiz şudur: Bütün kesimlerin samimilerinin, esas düşmanın, Amerika’nın temsil ettiği emperyalizm olduğunun şuuruyla antiemperyalist bir cephe esprisi içerisinde, bu esas düşmanın kovulması için güç birliği yapma zaruretleri vardır. Amerika bölgeden kovulduktan sonra bölgedeki sorunlar emperyalizmin ikinci müdahalesine gerek kalmadan bölgenin kendi aktörleri tarafından çözülebilir. Çünkü bölgeyi temsil eden (Türk, Kürt, Arap) iç dinamikler çözüm teklifleriyle beraber çözüm iradesine de sahiptirler. Aksi takdirde bölgenin gerçek sahipleri emperyalizmin dayattığı hiçbir çözümü kabul etmemeli! Batı emperyalizmi hakimiyeti altında özerk olsan no’lur, olmasan no’lur? İnsanımız kesinlikle “özerk” laik TC’nin yanında bir de “özerk” laik KC istemez. Baran Dergisi / Sayı 39 / Sayfa 4,5 / 04 Ekim 2007

BARZANİSTAN KURULURKEN

BARZANİSTAN KURULURKEN A. Bâki AYTEMİZ Ortada Türkiye için beka sorunu olduğu söylenen bir gidişat var. Yani bu gidişat bizim için hayatî bir tehlike arzediyor. Kafamıza dayanmış bir tabanca bu. Kolumuzu, bacağımızı gövdemizden ayıracak bir işkence gergisi bu… Nedir bu? Güneyimizde bir Kürdistan devletinin inşaı. İkinci İsrail olacak, bölgeye hançer gibi saplanacak, İsrail’in Arz-ı Mevud politikasını gerçekleştirmense yardım edecek, Müslüman Türk’le Müslüman Arabın arasına sokulmak istenen, böylece Müslüman Türkle Müslüman Arabın fizikî olarak irtibatını koparacak olan bir ihanet yapılanması. Geçmişte nasıl ki Anadolu’nun Orta Asya ile irtibatını Ermenistan ile kestilerse bu defa Arablarla irtibatı Kürdistan ile kesecekler. Böylece 1919 şartlarındaki gibi Anadolu’ya bir Haçlı saldırısı vuku bulduğunda bu defa Anadolu’nun fizikî olarak destek alabileceği bir yer kalmamış olacak, çepeçevre kuşatılmış olacağız. Bundan sonraki adımlar malûm. Büyük İsrail için kurulması elzem olan Büyük Kürdistan gayesine ulaşmak maksadıyla, Türkiye’den toprak isteyecekler. Yani bu gerginin üzerinden kolumuzu, bacağımızı koparmak isteyecekler. Bu gergiden kurtulmak, çıkmak için, kolumuzu bacağımızı koparttırmamak için ne yapmalıyız? Bahçeli, referandumun savaş sebebi sayılmasını istedi ama AKP’den red cevabı alınca sustu. Bu tavır, kolu-bacağı parçalanmak üzere olan adamın tavrı mıdır? İki kol ve iki bacağından dört köşeden bir gergiye bağlanan ve kolu bacağı koparılmak üzere yavaş yavaş döndürülen makaralara ipler sarılırken, gerilen ve biraz sonra kopacağını bildiği vücut azalarının acısını duyan insan bu kadar vurdumduymaz davranabilir mi? İnsan can acısıyla olsun, can kaygısıyla olsun bağırıp çağırmaz, imdat çığlıkları atmaz, elinden ne geliyorsa yapmaz mı? Ne askerî müdahalede bulunabiliyoruz ne de ekonomik olarak ambargo koyabiliyoruz. Oysa Haçlı-Yahudi batı barbarlığı adına Etnik Kürtçülük yaparak “bağımsız” devlet kuracağım diyen Barzanî denilen adam, efendilerinin yardımıyla ve efendileri adına temsil hakkını ele geçirdiği bölgeyi yaşatabilmek için Türkiye’den gidecek yiyecek içeceğe, mallarını da Türkiye üzerinden satmaya muhtaç. Yani biz o Habur kapısını filân bir kapatalım, nasıl ki “FETÖ” ile iltisaklı şirketlere el konulduysa, aynı şekilde Barzanî ile alâkalı şirketlere el koyalım, bu şirketlerle Barzanî’ye yardım ve yataklık eden işbirlikçileri de hesaba çekelim… Olmaz mı? Ben de biliyorum olmaz! Çünkü bu dediklerimiz yapılacak olursa, işin ucu doğrudan doğruya en baş tepedekilere ve etrafındaki şürekâlara kadar dokunur da ondan. O zaman kimler ortaklık adı altında Barzanî tarafından maaşa bağlanmış ortaya çıkar. Yani bundan dolayıdır ki Barzanî’nin Türk milletini gergiye yatırıp işkence ile kolunu bacağını koparmasına tepki veremezler, çünkü hepsi Barzanî tarafından satın alındı çoktan. Hepsinin Barzanî ile akçeli işleri var. Ne diyor iktisat ilmi: Parayı takip et, hakikati bulursun! Barzanî’den gelecek üç kuruş uğruna vatanı Barzanî’ye çoktan peşkeş çektikleri içindir ki, sadece ve sadece kınıyorlar da gerçekten bir şey yapmıyor, yapamıyorlar. Bunun içindir ki Barzanî’yi Devlet Başkanı gibi ağırlayıp, altına kırmızı halılar sererek en baş tepede ağırlamadılar mı? İkinci İsrail olacak sözde bağımsız Kürdistan bayrağını Türk bayrağının yanına asarak taraflarını zaten belli etmişlerdi. Ve Barzanî bundan dolayı bu kadar rahat konuşabiliyor, Türkiye’ye meydan okuyup Türkiye’ye karşı savaş lâfını ağzına alabilecek kadar küstahlaşabiliyor, Kerkük’e bile göz dikiyor da bizimkiler Barzanî’ye karşı savaş lâfını ağızlarına alamıyor. İsrail’e muhtaç olan adamların, İkinci İsrail’e nasıl karşı çıkması beklenebilir ki? Muhtaç olan, acz içinde önünde diz çöktüğü ve ihtiyacını gidermesini beklediği üstün tarafın kendisine dikte ettiklerini yapmak zorunda değil midir? Muhtaç olan, muhtaçlığının gereği olarak, ihtiyacını gidermek üzere gelmesini beklediği şeyin karşılığını da vermek zorundadır elbette. Biz İbda erleri olarak bu oyuna en başından bu yana karşı çıktık ve düşmanlarla işbirlikçilerini apaçık ortaya koymaya çalıştık. Allah’a ve millete karşı, vicdanımız ve dinimize karşı olan borcumuzu ödemek adına kalemimizi bu ihanet şebekesinin emrine verip, bu yapılanları ne hoş göstermeye çalıştık ne de hainlerin hainliklerini perdeleme gayretine girdik… Bundan dolayı da saldırılara uğrayıp ve şehid ve gazilerle mücadelemizi taçlandırma şerefine de nail olmadık mı? Mücadelemiz ve kararlılığımızdan taviz yok. Vatan, Allah, din ve yaratılmışlar, “seviyorum” denilerek sevilmiş olunmaz, sahip çıkılmış olunmaz. “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek”, yaratılan üzerine yaratanın hükmüyle hükmetmekle olur. Allah’a, vatana ve dine ihanet edene hain diyemeyenler, yani Allah’ın hükmünü söylemeye dili varmayanlar, Allah’ın haine bastığı hain damgasını unutturmaya çalışan şeytanın kulları ne kadar vatanseverlik ağıtları yakarsa yaksın, hepsinin maskesi bir bir düşüyor ve düşecek. İyi ve kötünün savaşında kazanan elbette iyiler olacak!